- 461 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
t
Elini tutabilsem tahtında, ellerinden tutup yükselebilsem yeniden; ah ne olurdu tahtında oturmaksızın bir kere göğü yarıp delişmen arzularım ile beraber doğduğum gün gibi bir daha!
Mızmızlanmaya hakkım var. Teraneden bir çift söz ile aşık atıyor eros dedikleri zerzevat ve ırgat mevsimlerde yakılan sobalar kadar sıcak olmaya müsait bir yalnızlık yanı başımda. Terk oluşları biriktirmekten ellerim uyuşmuş bir halde. Gözlerimin tüküreceği ana kadar böyle beklemeye razıyım. Kadirnaşinast olduğumu itiraf ediyorum.
Kelimeler ölgün yaratığın kirli tırnakları, mikrop saçıyor her bir cerihaya. Cağyirilerde aldanış sendromlarından kalma atıklar; uzun uzadıya parçalanan habis bir parfüm kokusu. Sigara üstüne dökülen asidin ilk izmihlali son rayiha. Ortalık da savaş kokusu ’insan hiç tecrübe etmediği bir şeyden nasıl hoşlanabilir ki?’ ardı ardına sıkılmış tabancanın doğruluk katsayısına uzanan çıkmaz sokak. Dualar peşkeşliğe son dedirtecek bir sığıntı çizilmiş göğüs kıllarımın tam altında. Bronşlarım üşüyor, ciğerim yanıyor; ak ak kanıyorum durağıma.
...
Sevgi duadan önce geliyor. Yaratan var bizi; bize nefes üfleyen; bizim imtihan olmamızı dahi sağlayacak derecede özgürleştirilmiş bir iradeyi bize sunan. Ölmek bile olabilirlik paydasıyla yüzeyimizde kapımızı çalıyor. Hayatımızda o kadar çok gereksiz şey var ki; biz onu gerekli sanıp hayatımızda tutmaya devam ediyoruz. Evimizin oturma odasına koyduğumuz biblolardan farkı yok o gereksiz şeylerin. Hiçbir zaman da teselli vermiyorlar; dokunmuyorlar gönlümüzün bamteline. Klasik bir müziğin verebildiği huzurun yüzde birini dahi vermiyorlar. Ürkütücü; ölüm sessizliği esasında. Ama ölüm bile daha çok manidar.
Her şey kuralına göre işliyor. Kuraldışı eylemlerimizin faturası ’hey gidi gençlik’ inlemelerinde saklı. Yirmili yaşlar yanlışlar kümesi; daha öncesinde olgunlaşmayan meyvesiyle aklını oynatan bir öğrenci bulutu; herkesin ruha dokunamayacağını bilen ustalar tarafından ne kadar da güzel yönetiliyor birkaç parmakla. Ama onlarında zevkleri için olmadığına inandırmayacak kimse yok beni.
...
Her gün bir perde daha yitirmek üzücü elbet ama güneşi göreceğimi söylüyorlar, güneşi. Şarkılar daha bir lirik ve sözler daha bir yürek sızlatan oldu mu; daha mutlu olacaksın diye rivayetlerle dolu akışlar diyagramına tutuluyorum. O kadar berbat bir hal ki; yaşam kelimelerin anlatılmamış bir tamlaması olarak önümde ilerliyor. Silkinmek ve doğrulmak yeniden; ahizesi yerine oturmamış telefondan gelen ince do sesi; sadece benim için.
...
Biliyorum; kayıp ve kazanç ikiz kardeşler ama insan hep kaybetti mi nasıl kazanabileceğini dahi unutuyor. Sürtünüyor kaldırımlara; sürünüyor defalarca. Sim kartı takılmamış bir telefonda ne yapabilirsiniz sorusunu yöneltmek gibi aynada gözleriyle size bakan yorgun mahluka: ’Hiç!’ Sadece bir bir iki tuş kombinasyonunu kaydetmiş mekanizmanın acil yazan yerine basma ile uygulanacak bir eylem.
Evet, zaman avuçlarımızdan akıp giden kum tanesi. Fark etmeden öyle yitiriyoruz ki; acılarımızın sürekliliği bile, umursamaz bir his tufanının üzerimize çullanmasına engel olamıyor.
Her şeyde mükemmelliği isteyen ruh, istediğini bulamayınca yoruluyor; avuntularını yitiriyor. Birinin de dediği gibi hep yaşamaktan kaçtığımız için, oyunlarımızda gösterime giren sırıtmalarımız bizi tanımlıyor. Bundan dolayı rahatsız oluyoruz, bundan dolayı kendimizden kaçıyoruz. Doğrularımız ilkemiz dışında karakterimizi bile saramıyor. Çünkü kendi doğruları olmadan, karakterine uygun düşmeyen hayat stilleriyle çevrede dolanıp durarak, olgunlaşmamış meyvelerimizin acılığında çekirdeğimize dahi inemeden, bir yerlerde takılıp kalıyoruz ve ölüyoruz.
İzmlerimiz bile röntgenci. Kime güveneceğimi kendime soruyorum, o bana güvenmeye bile yanaşmıyor oysa! Şikayet en doğru sözcük; tepetaklak düşüveriyor kütüphaneme yeni gelen eski kitaplarım. Çok uzun misafirlikleri en sonda bitti. Nihayet çekebiliyor dedem tespihiyle an ve an!
...
Hediyesi hayalsizlik bir tımarhanede dönüp duruyor, voltalarla vartalara düşme peşinde günleri geçiriyorum. Aklım psikolojinin dönüm noktasında edimler kazanmış savaşların molası. Sıfırdan alıp, idamı ertelenmiş bir hayatı yaşamak için pedal çevirmeye devam ediyorum. Yorgun baldırlarımda laktik asitler birikiyor. Bizim solcu bakkaldan kaçıyorum, sağcı imamın sigarasına ortak olmuyorum; sadece dağ havasını çeke çeke gri ciğerlerime, yürüyorum.
...
Ve kimsenin aslında kimseye kendisinden daha ziyade ihtiyacı yok. Olumsuzlukların taraçalarında sosyalist kavgalar hep dönüşümlü. Canım parçalanıyor dibine kadar. Günahlarımdan başka hiçbir şey için pişman olmayacağım anı şimdiden özlemeye başladım.
Ve zamanında ekip biçmediğim tarlaların ne kadar da üzgün olduğunu görmek, bir kat daha katmerleştiriyor terk olunuşlarımı umuttan yana. Hiçbir bilyeye sahip çıkamıyorum, hepsini mahallenin çocukları kapçıklarıyla teker teker vurup alıyor. Ben ise cebinde ambalajı parlak olan, ama tadı kötü olan bir gofrete yetecek param ile kalakalıyorum.
Ve Tolstoy bağırsana:
-Tanrı vardır ama onu anlamak zordur.
Ve bir ermeni evinin altında kalmış altınlar kadar mahzun bir şekilde kendimden çıkarılmayı bekliyorum.
Ve garip...
Ve teşhir edilecek ısırıklarıyla daha bir canavar...
Ve içinde büyüttükçe acısını, gebe olacağı yarınlar için bir ağlayış biriktiren...
Ve şehriye çorbası salçasız, fasulyesi etsiz, ekmeği taştan kelimeler ile çarpılıyorum.
...
Hep konuşuyoruz, hep kendimizi anlatma peşinde; ’bakınız benim de anlatabileceğim bir şeyler varmış meğerki!’ diyebilecek kadar gururla dolanıyoruz. Oysa hiç dinlemiyoruz birbirimizi, hiçliğin ardı sıra çözüm olacak maveralardan geçip de, reel bir pozisyonda oturup; köpekten farkımızın da olabileceğini düşünmüyoruz.
...
Ve tükenişimin imzası renksiz kalemler ile ünsüz harflerin sonuna doğru daha da canımı acıtmak da! Öykülerimin karakterleri kış uykusunda ashaplar dilimliyor kırıntılarıyla beraber. Artık düşünmek de istemiyorum.
…
Ölmeyi dahi ruhumuzun içinde birilerinin bizi hatırlayabileceği ihtimalini düşünerekten tahayyül ediyoruz. Şöhret olmamız, bir başkasının bizi övmesini istememiz! Oysa fakirliğimizdeki cesaret ışığını göremeyecek kadar tereddütlerde kalan tekil donörleriyiz hilkat gayesinin.
Olmak da elimiz de, olmamak da; oysa oldurmaya çalışmak ise sadece O’nun elinde. Bu yüzden kendimizi oldurmaya çalışırken, O’nu çok çabuk unutabiliyoruz. Bu bir tesadüf değil elbette!
…
Ve tik taklar kapı komşum. Ve cümleler emanet. Ve kırıntılarımın yeniden birleşip beni oluşturmaları, atomun parçalanışından daha da zor eskiler için.
…
Takip edilmekten yoruldum. Gölgemin sakinleşmeye ihtiyacı var.
…
Tik tak tik tak tik tak… Her şeyimiz aynı; korkmayın!