- 1231 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
serçe olabilseydim...
Hayat avuçlarım arasındaki bir geminin dümeni sanki bazen… ne zaman her şey yoluna girdi desem, dümeni ne zaman biraz gevşetsem bir fırtına çıkar ve alabora olmakla yüz yüze gelirim ben. Her şey tekrar yoluna girene kadar bütün gücümle uğraşmam gerekir.
Peki, yoluna girince düzelir mi her şey? Hayır! O zaman da farklı zorluklarla uğraşırım. Fırtınanın açtığı deliklerin kapanması gerekir öncelikle batmamak için… acaba deyip bırakmak gelir içimden çoğu zaman kendimi serin sulara. Yine de hayata dair; içimde son bir umut, son bir gayretle yapışırım yaşmaya.
Kırık dökük ne varsa izi kalsa da onarırım tek tek. Yaralarıma merhemler sürerim. Acıyan yanlarıma sihirli öpücükler kondururum. Gözlerimdeki yaşları silip ufak tebessümler yerleştiririm yüzüme…
Bazen de hayat avuçlarımın arasındaki dikenli bir gül dalına benzer. Dikenlerini ellerime perçinlemiştir çoktan. Verdiği bir tutam hazzın karşılığında oluk oluk kan alır gider parmaklarım arasından…
Kimi zaman ise çöl ortasında kalmış bedevi gibi davranır bana. Gündüz güneşinin ne kadar ısısı varsa salar üstüme… gözlerim kamaşır, tomur tomur terler dökülür tenimden. Hızla dönen başımı avuçlarım arasında zapt etmeye çalışsam da nafile olur bütün çabam. Kızgın kumlarla sarmaş dolaş bulurum kendimi. Ellerimi, birileri sanki yere çakmış gibi; ne kadar çırpınsam da ayağa kalkamam o vakit… gecesi de ayrı işkencedir bu çöl vakitlerinin. Gündüz çırpınmalarımın hesabını sorarcasına salar üstüme fırtınalarını… tutunacak bir dalın, bir umudun kalmadığı vakittir o zamanlar… yapılacak tek şey dizlerimin üstüne çöküp hayatın üzerimden elini eteğini çekmesini beklemek olur.
Kimi zaman güllük gülistanlık yolda yürürken birden arsız bir zelzele dolanır ayak bileklerime; sanki “çok ayakta durdun düşme vakti!” der gibi… ayaklarımın altından başlayan sarsıntı en ücra hücrelerime kadar yerle bir eder beni. Ne haykırışlar kâr eder, ne gözyaşları… sessizce titreyen bedenime hakim olabilmek için uğraş verme vaktidir… yapış yapış olmuş gözyaşlarımın yüzümden akıp gitmesini engelleyemem artık…
Musalla taşındaki ölüden bir farkımın kalmadığı günler, geceler salar üstüme… tahtında nefessiz kalmayı bekleyen kayıp şehrin sultanı gibi... tepkisizliği öğrenmiştir acıyan bedenim; dilim susmayı, yüreğim sukûtu en arsız kırbaçların şaklayan sesiyle öğrenmiştir… kanayan yaralarına tuz basıp, bir yudum şaraba gömmüştür çığlıklarını.
Belki bu yüzdendir…
Yıllardır bir sığınak arar durur yüreğim. Nerde bir kuytu köşe görse sinmeye kalkar; korkak bir kedi yavrusu gibi… yorgunluktan titreyen yüreğiyle bir yudum sıcak bakış arar…
Hani derim o zaman…
Bir kuş çıkıp gelse şu koca dağların ardından, gelse de kanatlarına alıp götürse beni. Uçursa gökyüzünün en özgür mavilerine. Yanık bir türkü edasıyla, buruk bir şarap tadında geçip gitsem hayatın bam telinden…
Ya da
Bir serçe olabilsem keşke… gözümden bir damla yaş aksa ve ben gözlerimi kapatsam sonsuz maviliğe…
YORUMLAR
Bir kuş çıkıp gelse şu koca dağların ardından, gelse de kanatlarına alıp götürse beni. Uçursa gökyüzünün en özgür mavilerine. Yanık bir türkü edasıyla, buruk bir şarap tadında geçip gitsem hayatın bam telinden…
Ya da
Bir serçe olabilsem keşke… gözümden bir damla yaş aksa ve ben gözlerimi kapatsam sonsuz maviliğe…
serçe olabileke kötülüklerden uzakalşabilmek maviliklere uçabilmek...
efsun hanım bu güzel yazınızı kutlarım selam ve saygılar...
efsun dalya
teşekkür ederim ilginize...