- 566 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖĞRETMENİMİN EMANETİ
ÖĞRETMENİMİN EMANETİ
Minibüs şoförü, arnavut kaldırımı döşeli yoldaki üzerindeki kasislere küfürler savurarak ilerliyordu. Bu küfürlerden, yolun ortasında sakince gezinen yaşlı sokak köpeği ve arabalara aldırmadan sokak ortasında oynayan çocuklar da nasiplerini aldılar. Köyün, çocuk çığlığı ve bol tezek kokulu sokaklarında minibüsünü sanki yolu ezbere bilen bir at arabası rahatlığıyla kullanarak ilerleyen şoför, hemen arka koltuğundaki sohbetine yarı açık camdan nisan ayının keskin esintisini içine çeken yabancının kim olduğunu çözmeye çalışıyordu. Minibüsü dolduran köylüler de yol boyunca başını bir sağa bir sola döndürerek çevreyi gözleyen bu kişiye bir şey sormaya cesaret edememişlerdi. Tarla kıyılarını ve hendekleri geçerken bir savrulup bir doğrulan minibüs köy tabelasını epey geçtiği halde meydana henüz ulaşamamıştı. Köy yoluna döndüklerinden beri kıvrımlar yaparak izleyen ırmağın yıllar öncesi görkeminden uzak olduğunu gören yabancı, şimdi ismini anımsamadığı ilkokul arkadaşlarıyla okuldan kaçıp o ırmakta gün boyu yüzdükten sonra gölgelik çimler üzerinde uzanırken köyün tek dolmuşunun akşam saatlerinde toz bulutu içerisinde homurtulu ilerleyişini hatırladı. Her seferinde kasabaya bir gün gideceklerinin hayalini anlatırlardı birbirlerine. Hayaller her gün değişir, kimi gezmeye kimi çok para kazanmaya gitmeyi düşlerdi. Onun tek hayali vardı. O da köyden çok uzak olan kasabadaki ortaokula gitmekti. Öğretmeni de aynı dileği babasına sürekli iletir ama olumlu bir yanıt alamazdı. Babası da çocuğunu okutmak istiyordu ama parasal sorun çözülecek gibi değildi.
Şoför, yol kenarındaki kahvelerde oturanları, sol elini dışarı çıkarıp gürültülü merhaba eşliğinde korna çalarak selamladı. Ani bir frenle durup kapının nasıl açılacağını defalarca anlatmasına rağmen kapıyı zorlayan köylülerden önce inip sürgülü kapıyı açtı. Köylüler bir anda inmek istemenin telaşıyla neredeyse şoförü düşüreceklerdi. Şoförden son bir azar daha işitip önceden hazırladıkları yol ücretini uzattılar. Şoför bazı yolcuların verdikleri parayı saymadan gömleğinin ön cebine koyduğu halde bazılarınkini dikkatlice saydı. Yabancı bu köyde çok uyanık insan olduğunun konuşulduğu günleri hatırladı, demek ki bazı şeyler değişmemiş diye düşünüp gülümsedi.
Köyün yolu, meydana kadar taş döşenmiş, daha ilerisi için ise malzeme yığılmıştı. Meydanı kuşatmışçasına sağlı sollu serpilmiş kahvelerde oturanlar, minibüsten inenlerle ilgilenmeye başladılar.
Minibüsten inenlerin bir kısmı bir görevi paylaşırcasına kahvelere dağıldılar. Şoför ilçeden beklenen sipariş ve paketleri sahiplerine dağıttı, sonuncuyu da elinde demli çayıyla şoförü hazır olda bekleyen kahveci çırağına uzattı. "Yamalı Osman’a götür bu zarfı, çok önemli, hükümetten geliyor." dedi. Köyde hemen herkesin gerek özründen gerekse kişiliğinden kaynaklanan lakabı vardı. Gerçek isimler neredeyse kullanılmazdı. Osman, yüzündeki kırmızı doğum lekesi gibi yamalı lakabını da bir ömür taşımış, ancak çocukluğunda çok ağladığı durumundan yaşı ilerledikçe rahatsızlık duymamayı öğrenmişti.
Minibüsten inen yabancı adam, kahvelerin arasında bir seçim yapamayıp ortada kalakalmıştı. Durumu fark eden şoför henüz içmediği çayı, kim olduğunu merak ettiği adama uzattı. Birkaç saniyelik tereddüdün ardından takım yabancı adam teşekkür ederek çayı kabul etti. "Yol boyu konuşamadık yeğenim, hayırdır kimlerdensin." lafını tamamlayamadan, köye gelen yabancıyı haber alan muhtar başındaki kasketi çoktan çıkarmış, dağılan birkaç tutam saçını elleriyle şekillendirerek neredeyse hazır ol durumda karşılarına dikilmişti. İri gövdesine uymayan etli, kısa parmaklı elini yılışıkça uzatarak gelenin kim olduğunu kavramaya çalıştı. Çocuk yaşta köyden ayrıldığı için o da muhtarı ve diğerlerini çıkaramadı. Sadece öğretmenin de yıllar önce köyden ayrıldığını biliyordu. Öğretmeni, onlar buradan ayrıldıktan sonrada ilgisini azaltmamış babasına bulduğu işin ve onun okulunun takibini uzun süre yapmıştı.
Bahar ayı, iş mevsimi demekti; çoluk çocuk gün batımına kadar tarlalarda çalışır, toprağı olmayanlar ise ailece ya köyde ya da bu köyün dışında dayıbaşı olarak nitelendirilen kişinin belli bir ücret karşılığı bulduğu patates toplama işinde çalışırlardı. Bu işlere ilkokul çağında olan çocuklar da dahil edilir, öğretmenin çocukları koruma çabası sonuçsuz kalırdı. Okul yerine bir süre tarlaya gitmek çoğu çocuğun hoşuna gider, hatta okula devam edenlerle dalga geçilirdi. Bu nedenle iş mevsiminde kahvelerde namaz saatleri dışında yaşlılar otururdu. Yağmurun dinmek bilmediği veya aksine, yağmur dualarının bile çare olmadığı kurak günlerde de kahvelerde tüm masalar dolar, iddialı oyunlar bazen de kavgayla sonuçlanırdı. Kahve önünden geçen kadın ve kızlar gözden yitinceye kadar izlenir ortam bulunursa ağızlar sulanarak yorumlar yapılırdı.
Sabahtan bu yana bir görünüp bir kaybolan güneş bulutlara yenik düşmüş, yüklü bir bulut köyün üstüne yerleşmiş, ince bir bahar yağmuru başlamıştı. Muhtar kısa kalın boynuna taktığı mendilini çıkarıp başını kuruladı. “Rahmet mübarek” dedi. Şoför de onu onayladı. Yabancı adam yağmurdan çığlık çığlığa kaçışan kuşları izledi. Çocukluğunda serçelerin saçak altlarına nasıl sindiklerini, çocukların da nasıl sokakları boşaltıp evlere kaçtıklarını anımsadı. Serçelerin ve çocukların bu karamsar bekleyişinin sona ereceği anı sabırsızlıkla beklediklerini ve sözleşmiş gibi bir anda yeri göğü o tanımsız coşkuyla renklendirdikleri günleri anımsadı.
Onlar kahveye girmeden bulut köyden uzaklaşmış yerini kocaman güneşe terk etmişti bile. Toprak yağan yağmuru bir anda çekmiş mis gibi toprak kokusu çevreye yayılmıştı. Anılar birer birer saklandıkları yerden çıkmaya başlamışlardı. İşte babasıyla annesi yorgun ayaklarıyla tarladan dönüyordu. Şaşmazdı, köyün uzak tepelerindeki makilikler arasında yayılan koyunların dönüş yolundaki çıngırak seslerinin duyulduğu, göğün mavisini yitirdiği saatlerde onları bekler, ellerindeki çapa ve küreği evlerine kadar büyük bir iş görürcesine taşırdı.
Babası kimsesiz büyümenin ezikliğini her zaman hissederdi. Kocaman kafasından hiç çıkarmadığı eskimiş kasketi, onu ciddi gösteren kalın kaşlarını da saklardı. Tarla dönüşlerinde otuzunu biraz geçmiş, çelimsiz bedenini toprağın üzerinde dolaştıran derin çatlaklı ayaklarıyla yürüyüşü dik annesi toprağın sertleştirdiği elleriyle oğlunun yüzünü okşar hasret giderirdi. Annesinin bir elinde susmak bilmeyen pilli radyosu olurdu. Çalışırken hep şarkılar mırıldanan dudaklarının kenarındaki gamze onu daha şirin kılıyordu. Tek çocuklarına iyi bakabilmek için küçük sayılabilecek tarladan yılda iki ürün alabilme umuduyla çabalarlardı. Toprak verimliydi ama azdı, ürünü tüccara satarken boğuşmak da ayrı bir dertti. Fiyatı onlar belirler çoğunlukla da tam ödeme yapılmazdı. Bu konuda köyün öğretmeni ne kadar yol gösterse de yine herkes bildiği yoldan şaşmazdı.
Muhtar mendili tuttuğu eliyle karşı kahveyi işaret etti. Kahveci de uzaktan buyur etti onları. Şoför ve muhtar ayaklarına, kollarına ve altlarına üçer sandalye çekip oturdular. Meraklı gözlerle takım elbiseli adamın ne diyeceğini bekliyorlardı.“İşkur il Müdürlüğünden geliyorum.” diye başladı söze. “İşsizlere kurs düzenleyip meslek sahibi olmalarını sağlayacağız.” Muhtar bu açıklamayla kendisine sorulacak bir hesabın olmadığını anlayıp sandalyeye daha rahat kuruldu. Gömleğinin kirlenmiş cebinden sigara paketini çıkarıp masaya attı. “Çok iyi olur son zamanlarda mahsul para etmiyor, köylü perişan” dedi. Şoför aralarındaki samimiyete dayanarak masadaki sigara paketine uzanıp önce misafire tutu, onun içmediğini yorumlayarak “İyi yapıyon, biz bırakamadık şu mereti.” derken bir sigara da muhtara uzattı. Yüksek sesle kahveciye çayları sordu.
Eğitimin nasıl yapılacağını, kimleri kapsadığını hiç ilgilenmediklerini bile bile anlattı. Kahvenin diğer ucunda bir masa etrafına kümelenmiş köylüler Yamalı Osman’a Tarım Krediden gelen uyarı mektubunu tartışıyorlardı. “Bu gün yarın bize de gelir. “ dedi yılgın bir ses.
İşsiz genç kafa tutarcasına “Ödeme, hiçbir şey yapamazlar.” derken görmüş geçirmiş yaşlı adam tecrübelerine dayanarak “Donuna kadar alırlar.” diyordu. Bir diğeri “Bu mevsimde para bir tek muhtarda olur .“ dedi. Osman soluğu masada alıp muhtarla borç pazarlığına tutuşmuştu bile.
Takım elbiseli adam şansını kahvede oturanlarda denemek istedi. Geçmişten izler aradı kaygısız yorgun yüzlerde, birkaç isim hatırladı ama sormadı. Bir hayal kırıklığı yaşıyordu minibüsten indiğinden beri. Köylü teknolojik gelişmeleri benimsemişti aslında. Hemen her elde gezinen cep telefonları, gelip geçen modern traktörler, uydu yayın aletleri. Daha Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet bu köye kadar ulaşmış, okul yaptırmış, öğretmen göndermişti. Anladığı kadarıyla şu an köyde kooperatif bile kurulmamıştı. Köylü tüccarlarla birebir mücadele etmekteydi. Bu köydeki ilkokul öğretmeni otuz yıl önce birlikler kurulması gerektiğini anlatmıştı herkese. Ayağa kalktı; nasılda aklına gelmemişti, öğretmeni sormak. Muhtar seyrek bıyıklarıyla sırıtarak, “Ne zamandır ne okul ne de öğretmen var köyde, üç kilometre ötedeki köye dolmuşlarla gidiyor çocuklarımız. Taşımalımı ne diyorlar.” dedi. Takım elbiseli adam başka bir açıklama beklemeden
dışarı çıktı. Taş döşeli yolun bitiminde kara gövdeli yaşlı ağaçların biçimli sıralandığı mıcırı aşınmış yoldan göz kararı ilerledi. Ağaçların arkalarına gizlenmiş gibi duran bir ya da iki katlı sükseli evlerin önlerinde birkaç iri köpek bir süre peşinden havladı. Bütün evlerin tepelerine önemli bir görev görürcesine ikişer çanak anten oturtulmuştu. Yolun sonuna doğru yamaçtaki alçak bir tepeye yaslanmış gibi duran o bildik sarı boyalı binayı gördü. Okulun, iki yana açılan paslı demir kapıdan geriye sadece menteşeler kalmıştı. Büyük bahçe içinde öğretmenin önderliğinde özenle yetiştirilen çiçek tarlasından geçerek ulaşılırdı okul merdivenlerine. Her mevsim ayrı bir koku duyulurdu gün boyu. Öğretmen, bahçe yolunun iki yanındaki insanı hayrete düşürecek renklerde yetişen çiçeklerin toprakla ve öğrencilerle konuştuğuna inandırmıştı herkesi. Öğrencilerine, uygulama bahçemiz dediği okulun arka alanında basit seracılık denemeleri yaptırır, yeni yöntemler hakkında köylüyü de bilgilendirmeye uğraşırdı.
Öğretmeninin o yıllarda yine köylülerle iş birliği yaparak okul bahçesinde oluşturdukları oyun ve yürüme yollarından da eser görünmüyordu. Yıllardır bakım görmediği anlaşılan tek katlı okulun camları kırılmış, yerlerine tahta kalaslar çakılmıştı. Bir sıkıntı uyandı içinde. Çevreyi saran ot ve çöp yığınlarının arasından, çocukluğunda çok yüksekmiş gibi görünen merdivenleri birkaç adımda geçerek asma kilit takılmış kapıya ulaştı. Ahşap işlemeleri özelliğini yitirmiş, gelişi güzel yapılan onarımlarla sağlamlaştırılmaya çalışılmış bu tarihi kapının aralığından içerisini gözlemeye çalıştı. Bu arada muhtar ve yanında bir iki kişi soluk soluğa okul kapısından girdiler. Takım elbiseli adam onları fark etmemiş gibi çevreyi izlemeye devam etti. Gördükleri, anılarındaki okulundan uzak, bir savaş sonrası görüntüsünü andırıyordu. Bayrak direği, boyası dışında zamana direnmişti. Giriş kapısı üzerinde, rengi uçmuş bir mermere kazılı okulun ismi ve kuruluş yılı olan 1936 yazısı çarpıcı bir ironi örneği oluşturuyordu. Okulun hemen birkaç adım ötesindeki öğretmen lojmanına gitmeye cesaret edemedi. Her sabah arkadaşlarıyla öğretmenlerini günaydın diyerek karşıladıkları bu şirin küçük yapının da kapı ve pencereleri sökülmüş, bu harabe görüntüye inat bahçesindeki yaşlı zeytin ve incir ağaçları dimdik ayaktaydılar.
Muhtar, takım elbiseli adamın niçin çevreyi dikkatlice incelediğini anlayamamış, yanındakilere kaş göz ederek merakına onları da ortak etmişti. Karşılıklı birkaç adımın ardından önceden sözleşmişçesine kapı önünde buluştular. Muhtar başı önde, yabancının incelemesinin bitmesini bekler gibiydi. Uzun yıllar boya görmemiş, sıvaları dökük duvar tuğlalarının hünerli bir el tarafından yapıldığı belliydi. Öğretmeninin yıllar önce özenerek sarı duvar üzerine siyah kalın harflerle yazdığı “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” sözü birkaç harfinin dışında zorlukla okunabiliyordu. Okul kapısını açtırıp açtırmamakta kararsız kaldı. Zaten kapı aralığından üst üste dizilmiş sıraları ve yaratılan boş alana dizilmiş patates çuvallarını görebiliyordu.
Güneşin karşıki dağların üzerinden yıkılacağı bu saatlerde doğa pembemsi bir aydınlığa bürünmüştü. Takım elbiseli adam önde, diğerleri arkada dış kapıya doğru yöneldiler. Muhtar okulun durumundan dolayı sorulacak cevabı aklında hazırlar gibiydi. Soruyu beklemeden savunmaya geçti.“Öğretmen gittiğinden beri okula elimizden geldiği kadar sahip çıkıyoruz.” derken sesi titremişti nedense ve yanındakilere de onaylattı sözlerini. Takım elbiseli adam anılarından sıyrılıp canı acımışçasına gözlerini kıstı. Ne demeliydi, karşısında köylü kurnazlığıyla laf yetiştirmeye uğraşanlar mıydı gerçek sorumlular. Yinede söylemeden edemedi. “Okulu kendi deponuz ve bahçeniz gibi kullanma yerine İlçe Halk Eğitim Müdürlüğü aracılığı ile köylüye kurslar açsanız, kültürleri gelişse, meslek edinip başka işlerle de uğraşma şansları olsa.” Muhtar kalın parmaklarını sarı, seyrek bıyıkları üzerinde gezdirip zaman kazanmaya çalıştı. “Güzel söylüyorsun da, bu tür kurs olayları bizim buralarda fazla tutulmuyor.” Bu yanıta kızmakla gülmek arasında kararsız kaldı.
Muhtar güzel bir haber vermekte gecikmiş gibi yanındakilere dönerek “Misafirimiz için akşama soframız hazır edildi değil mi, hep birlikte olalım.” dedi. Takım elbiseli adam biraz daha burada kalmak istediğini söyleyip onları gönderdi. Bir yanlışlık var bu işte diye düşündü. Genç cumhuriyetin ilk yıllarında önemsenerek açılan bu okullar nasıl olurda sahipsiz bırakılırdı. Köy enstitülerinin üstlendiği önemli görevleri bir kez daha hatırladı. Onu üçüncü sınıfa kadar okutan öğretmeni de o okullarda yetişmiş ve gücü yettiğince köyün tüm işlerine önderlik etmişti. Kendisinin bu köydeki birleştirilmiş sınıfın dışında bir şehir okulunda okumasını ailesine kabul ettirmeyi başarmıştı. Toprakları yeterli olmadığı için köy yaşantısından ne çocuğuna ne de kendilerine yarar gelemeyeceğini anlayan anne babası da sonunda öğretmenin bir yakınının işinde çalışmak üzere şehre taşınmayı göze almışlardı. Ellerindekinin tümünü satıp yeni yaşama merhaba deyişlerinin üzerinden az bir zaman geçmişti ki anne ve babasını bir trafik kazasında yitirdi. O döneminde yine öğretmeni yanı başındaydı.
Genç bedenini yasladığı zeytin ağacından durulmuş gökyüzüne baktı. Kuşlarsız gökyüzü kadar, öğrencisi olmayan okulun da tadı yok diye düşündü. Güneşin gün boyu hükmettiği doğa onun gidişinin ardından serinlerken, aceleci ay şimdiden kendini göstermişti. Yıllardır yaşattığı okul anıları yerinden oynamıştı bir kere. Öğretmensiz ve okulsuz kalanların içler acısı durumlarına tanıklık etmişti. İçinde ayaklanan kırgınlık tortusunu eritip muhtara kızmak yerine, ilçenin kaymakamı ve milli eğitim müdürü ile işbirliği yaparak okulun onarılması için uğraş vermeye karar verdi. Bunu anne babası, sevgili öğretmeni ve de yıllar önce okulun bahçeye açılan kapısının yanında ders zilini bekleyen ufak tefek, sessiz çocuk için yapmalıydı. Tıpkı kendi ailesi gibi toprağı kıt, mesleği olmayan çok kişi vardı bu köyde de, onlara ulaşmalıydı. Öğretmeninin ona ve ailesine yol gösterdiği gibi emek harcamalıydı. Evet, daha çok uğrayacaktı doğduğu köye. Bağlı bulunduğu kurum aracılığı ile kurslar açabilmek için çaba harcayacaktı. Verdiği bu kararla rahatladı. İnce bir dere kenarından kurbağa sesleri eşliğinde köyün uzaktaki cılız ışıklarına doğru yürüyüp, onu sofra başında bekleyen ev sahiplerine katıldı.
Sedat YEŞİLYAĞCI
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.