Aydın Menderes’ten Dinlediklerim
Zaman; Türkiye’nin askeri vesayetten sonra iktidar olmak kaydıyla siyasi arenaya çıkan ilk partisi ANAP’ın 10 yıllık bir saltanattan sonra Dev’in Çöküşü’nü yaşamak üzere yol aldığı 1993 yılının Ocak ayı sonlarıydı..
Mekân; Başkent Ankara’nın henüz Metropol’e geçmemiş güzide ve potansiyel şehirlerinden Sincan’da Menderes sevdalısı Zekeriya Altun’un eviydi.
Sondakika’da bize gelen telefonda sadece bizim katılabileceğimiz bir toplantıdan söz ediliyor ve “misafirimiz Büyük Değişim Partisi Kurucu Genel Başkanı Aydın Menderes” deniliyordu.
Menderes’ler elbette bu ülkenin gelişmesi noktasında yakalarına Deniz Baykal’ların yapışıp da “Hürriyet istiyorum” diyebileceği kadar engin müsamahayı düstur edinen, fakat ne yazık ki belki de hiçbir ailenin hiçbir zaman bir daha böylesine siyasi kaos yaşayamayacağı emsalini veren bir aile, Aydın Menderes de o aileden birisiydi. Yani; 27 Mayıs’ın mümessil ve müsebbiblerince çeşitli entrikalarla hayatına kastedilen Demokrat Partili müteveffa Başbakan Adnan Menderes’in bu millete bir emanetiydi.
Bu itibarla bir gazeteci olarak O’nu dinlemek, hele ki siyasetin Türkiye’ye yeniden bir yön vereceği zamanların içinde fikirerini almak bizim için oldukça mühimdi..
O davete icabet ettik ve Aydın Menderes’i hassasiyetle dinledik.
Menderes bize siyasi ve sosyal fikirlerini alma vaktinde Türkiye açısından elzem bir çok meseleyi naklederken bütün hayatı boyunca devam ettirdiği samimi havasına hâkim oluşunu sergilemiş ve dürüstçe milli vakıalarımıza değinmişti. Sözlerinin başlarında; “Birlik için önce Türkiyenin vidalarını gevşetmesi lâzım. Çünkü Suriye ve çevresindeki ülkelere İngiliz’i devlet olarak tanırız, ama önce ihale var. Onu kabul ederseniz taırız demişlerdir. Nedir bu ihale? Siz Osmanlı’ya daima düşman kalacaksınız. İşte ihalemiz budur demişlerdir. 1920’de oynanan oyun bu” demişti. Sonra, Başbakan Demirel’in İngilizler için; “sizin viskinizi değil bütün değerlerinizi Asya’ya taşırım” sözü ile hükümetin politikalarının belli olduğuna işaretle Ermenistan’a buğday ve elektrik gibi yardımların verilmesine karşı Azerbaycan’ın konumundaki ülkelerin de; “Ruslar geldi votka, Türkler geldi viski getirdi” diyerek sanki Türkler’in Ruslardan bir farkı olmadığına kanaat getirir olduklarına dikkat çekmişti. Menderes dolayısıyla; “öyleyse onlara İslâm Birliği’nden önce İslâm nizamı içinde olduğumuzu göstermenin” zaruretinden dem vurmuştu. Ta o günlerde dahi, bugün yeniden Ermeni yardakçısı Sarkozy’in Türkiye açısından gündeme getirdiği Soykırım martavalının; “Ülkemiz, Tanzimat’tan kalan bir korkuyu taşıdığından Cezayir’deki olaylarda demokrasi dersini Batı’ya verememiş ve bu zayıflığımız bize hep pahalıya mal olmuştur” ifadeleriyle nasıl ve nereden cesaret aldığını izah eylemişti. Bundan ve diğer mevzuulardan dolayı da demediği kalmamıştı. “Bu şartlarda ne Batı’ya, ne İslâm Birliği’ne dahil olacak ülkelere sözümüz geçmez” diyerek o günlere göre son günlerin meselesi olan laiklik için de şöyle bir tesbitte bulunmuştu; “Laiklik dediğiniz şey dine aykırı bir şeyse, bunlar Bolşeviklik’ten geliyor. Sovyetler Birliği’nde dinsizlik din olmuştur. Orada Havra da, Kilise de, Cami de kapalıydı. Sadece Müslümanlar’a yasak yoktu. Kilise’ye de, Havra’ya da yasak vardı. Öyleyse oraya laiklik ihraç edilemeyecekse, belki gerekliyse laiklik ithal edilecektir. ‘Yok’ dedik eğer bu laiklik böyleyse kime ne faydası var ki. Bunlar çok bunaldılar. Çünkü dinî duygularına el konuldu. Pasif ibadetlerine bile imkân tanınmadı. Öyleyse biraz laiklik götürelim de onlar vicdan hürriyeti kursun diyorlarsa burada da bir yanlışlık var. İnsan sevdiğine yarım porsiyonla gider mi.. Ya tamamen götürür, ya hiç götürmez.”
İslâmiyet’e sarılmanın da bir ölçüsü olduğunu söyleyen Aydın Menderes; “İstanbul Müslüman bir şehirdir. Böyle olmasında da fayda var ama, Müslüman bir şehir olduğu için mümkün mertebe bu kimliği uygulayalım ve ortaya çıkaralım” telkininde bulunmuştu.
O sıralarda sağda kurulan Muhsin Yazıcıoğlu’nın Milli Mutabakatı, Hasan Celal Güzel’in Yeniden Doğuş’u ve arayış içinde olan Turgut özal’ın mevcut ANAP’ıyla birleşmeleri noktasındaki bir sorumuza; “yani şöyle mi anlayayım. Yepyeni insanlarla ve yeni bir anlayışla yola çıktıksa onlarla mı birleşeyim” diyerek partileri kuruluncaya kadar kendileri dışındaki yeni oluşumlarla oturup görüşmeyi doğru bulmadıklarını ifade etmişti. Ekonomik proğramalarıyla ilgili de demişti ki; “Konuşmak başka, icraat başka. Herkes konuşuyor ama yapmaya gelince yapmıyor. Şimdi Türiye’nin ekonomi ile ilgili durumu nedir, ona bakalım. 23 senedir enflasyon hastalığı var. Diğer ciddi probleminden biri yatırımların azalması ki bu ileride enflasyonu, dolayısıyla fiyatı ve işsizliği artıracaktır. İcraatta da duraklama var. Demek ki bunları Türkiye aşmak zorunda.”
Şayet iktidara gelirlerse ilk işlerinin hazine arazilerini satıp devleti borç yükünden kurtarmak olduğundan bahisle, bu gelirlerle yatırımı gerçekleştireceklerine işaret etmiş, sonra da; “Bütün bunlar için önce bir iyinin on kötüye bedel olması gerekiyor, bu şart. Hem ülkenin hem de dış ülkelerdeki Müslüman kardeşlerimizin meseleleri neyi gerektiriyorsa onun savunuculuğu için var olacağız. Bizim için Amerika’dan icazet asla söz konusu değil, olamaz. Elbette milletimizin hakkını koruruz. Eğer milleimiz bu imkânı bize tanırsa. Bugüne kadar milletimizin gücüne dayanmadık. Biz hep ‘acaba Amerika ne der, Avusturya ne der’ diye korku duyduk, ama bir kere de ‘milletimiz ne der’ diyemedik. Bu itibarla bizim için şimdi bugünkü uygulamaların dışında bir uygulama fırsatı doğmuştur” demişti.
Siyasi hayata atılmanın ilk basamağında bir hayli anlattıklarının bir kısmını aldığımız bu konuşmaların takib ettiği günlerde, ancak O’nun kadar konuşabilenlerden olan Muhsin Yazıcıoğlu ve Hasan Celal Güzel gibi isimler arasında birisi daha vardı ki O’ da Necmettin Erbakan’dı. Nasıl ki Menderes’in dilinden Ermeni’ye Buğday ve elektirk ihsanlarına kahr çıkıyorsa, Erbakan’da da aynı öfkeli sözün çıkışı mevcuttu. Bunlardan birisi mutlaka milli hassasiyet sahibi olarak liyakat görecekti. Ama kim görecekti? Menderes mi, hayır. Ya Yazıcıoğlu, hayır. Güzel için de bu mümkün değildi, ama Erbakan her türlü fitne fesada rağmen doğru bulduğu ve bildiği yolda ısrarla devam edenler arasından sıyrılacak ve iktidarı elde edecekti.
İşte O’nun iktidarında yer alan İstanbul milletvekilllerinden birisi de Aydın Menderes olacaktı.
Menderes ve Erbakan; birisi sağlıklı bir hayatın siyasi özürlüsü olacak, diğeri siyasi özürlü bir hayatın içinde sağlığını da kaybettirecek bir kazaya müptela kalacaktı.
Bugün; düne göre her ikisi de artık bu dünyanın hiçbir meşgâlesinde yoklar. Her ikisi de bir an evvel ve bir an sonrayla Hakk’ın rahmetine kavuştular.
Evet.. Ülkemiz nezih, dürüst ve vatanperver bir siyasetçisini daha kaybetmiştir. Hem de TBMM denilen asli çatının altında birlik ve beraberliğin zedelenircesine hırlama pozisyonlarına geçildiği, Menderes’in tarif ettiği Cezayir Katliamına rağmen Frenk keferesine haddinin bildirilemediği, cılız mı cılız seslerin çıkarıldığı bir zamanda kaybetmiştir.
Aydın Bey’in inşallah Mekânı Cennet, makamı dünyada çektiklerine karşılık üstün olur..