- 1110 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AKİF’İ AN(LA)MAK!
“Bu konuşma, Muhsin İlyas Subaşı’nın Erciyes
Üniversitesi’nde verdiği konferansın özetidir."
Saygıdeğer hocalarım, Sevgili öğrenciler,
Bugün burada Akif’i bir vefat yıldönümünde daha anıyoruz. Kuşkusuz Rahmetli Akif için herkesin söyleyeceği birçok söz vardır. Bunlar da zaten fırsat düştükçe söylenmektedir. Bizim söyleyeceklerimiz de bugüne kadar söylenenler içerisinde kıyısından köşesinden yer bulmuş görüşlerdir. Belki bir farkı, din eğitimi almış bir insanın Akif’in kendi dönemindeki din anlayışı, Akif’in kendi din anlayışı, yaşadığı dönemin sosyal buhranları içerisinde onun kendini koruyabilme mücadelesinde yürüttüğü olağanüstü gayreti ve sağladığı başarısının anlaşılmasında bir çabayı anlatabilme gayretimiz olacaktır...
Öncelikle şunu söyleyelim; Akif, kendi döneminin mağdurudur: Akif’in doğduğu, yetiştiği ve mücadelesini sürdürdüğü dönem, bir Cihan İmparatorluğunun yıkılışı ile bu İmparatorluğun küllerinden bir yeni devletin doğuşunun sancılarıyla sosyal bunalımların had safhada olduğu bir dilime denk gelir. Osmanlı’nın sancılı döneminde doğmuş, Cumhuriyetin sancılı döneminde de vefat etmiştir. Ne Osmanlı döneminin aydın ve politikacısı tarafından, ne de cumhuriyetin aydın ve politikacısı tarafından kendisinin arzu ettiği düzeyde anlaşılamamıştır. Onu ilk meclise milletvekili olarak alan irade ikinci mecliste bu şansı tanımadı. Üstelik bu defa peşine polis takıldı. Akif Mısır’a giderken de bu gidişinden iki yıl sonra çıkacak “Şapka Kanunu’na muhalefetinden gitti”, diye suçlamada bulundular. Ona karşı olanlar onu yok etmeye çalışırken, sevenlerin de onu doğru anladığı konusunda kuşkularım var. Akif’i anlayabilseydik, inanmış aydının problemi bu kadar büyük olmazdı.
Aziz dinleyicilerim,
O mücadelesinde adeta yalnızdır. İslam’ı doğru anlama ve yaşama konusundaki ısrarı, bugün hepimizin ölçü alacağı hassasiyetleri taşır. Akif’i sevmekle Akif’i anlamayı birbirine karıştırmamalıyız. Onu sevmek, anlama iradesine dayanmıyorsa, bize bir şey kazandırmaz. Safahat baştan sona bir uyarı kitabıdır. Şair, hep tahlil yapar, hep yanlışların üzerinde yoğunlaşır ve bunların tahrip edici tarafına dikkatimizi çekmek için çırpınır. Şiirlerinde dillendirdiği meselelerin büyük bir bölümü bugün bile çözülmüş değildir. Düşünebiliyor musunuz, üniversiteyi bitirdiği yılın altı ayını Kur’an’ı Hıfzetmeye ayırıyor ve bunu da başarıyor. Arapça’yı ve Fransızca’yı öğreniyor. Öylesine gayretli, öylesine dürüst, öylesine inandırıcı ki Atatürk Kur’an tercümesini ona sipariş ediyor. Yine öylesine hassas, öylesine tavizsiz, öylesine de hasbidir ki, daha sonra ortaya atılacak “Türkçe Kur’an’la İbadet” dayatmasına alet olmamak için bu tercüme işinden vazgeçiyor. Öylesine onurlu, öylesine vatansever, öylesine cömert ki, Meclise kış aylarında arkadaşının paltosunu alarak gidiyor olmasına rağmen, İstiklal Marşı için kendisine ödenen telif parasını, bir yardım kuruluşuna bağışlar.
Bu üstün özelliklerinden dolayıdır ki, “İstiklal Marşı” gibi bir şiiri bağımsızlığımızın dili olarak kültürümüze kazandıran bu mübarek insan, kendi istiklaline kavuşamamıştır. Ondan kendi inandıkları doğrultusunda destek arayanlar bunu bulamayınca, onu sistemin dışına atmak ve hatta kendilerine karşı bir portre haline getirmek gibi bir acımasızlıktan çekinmemişlerdir. Mısır’a gidişe zorlayan sebepler bunlardır. Asıl yaralayıcı olan da budur!.. Bu, sistemden ziyade sistemi kendi anlayışları doğrultusunda yorumlayıp kullanmak isteyen dönemin bir kısım politikacı ve aydınlarının baskın tavrından doğmuştur.
İstiklal Marşı’na bir milletin hakimiyet mefkuresi olarak yerleştirdiği “Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ,/Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”diyen bir insan nasıl bir ağır tahrik ve tazyik altında olmalı ki, yurdunu yuvasını terk etsin?.. Bir vatanseverin gurbet azabını anlayabilmek için onun yaşadıklarını yaşamamız gerekir. Bugün adeta hayatımızı kuşatan, hatta bir anlamda bizi esir alan konforun içerisinde ve bu konfor tarafından ezdirilen milli hassasiyetlerin erozyonu altında Akif’in bu cephesini anlamak biraz zor gibi geliyor bana…
Türkiye’nin bu bir asra yakın bir zamandır dönem dönem yaşadığı kaostan çıkışının reçetesi Safahat’ın satırları arasındadır. Oradaki dikkat ve idealleri paylaşabilirsek, geleceğimiz bize ait olacaktır!..
Sevgili gençler,
Görüyorum ki, salonda bulunanların önemli bir kısmını ilahiyat eğitimi görenler oluşturuyor. Şimdi size bazı dikkat noktalarını arz edeceğim:
Biliyorsunuz, Akif, bugünkü anlamıyla veterinerdir. Ama biliyor musunuz, Akif, veterinerlikten çok kafasını dini meselelere yormuştur? Bir din adamı gibi duymuş, düşünmüş ve haykırmıştır. Onun yaşadığı dönemde Türkiye’de tarım ve hayvancılık ilkel usullerle yapılıyordu. Ona görev verenlerin ondan bekledikleri yurdu dolaşıp, tarımın ve havyacılığın ıslahı için çaba göstermesiydi. Ama o öyle yapmadı, tarlaya gitmedi, ahıra girmedi, Kürsüye çıktı, meydanlara indi. İnsanların midesine değil idrakine hitap etti. O biliyordu ki, hürriyetini kaybeden insanın bakım ve beslenme tercihi olamaz. O, artık başkalarını besleyebilmek için eşyalaşacak, hayvan gibi kullanılacak, tarımda köleleştirilecekti…
Cumhuriyet ideolojisinin bağımsızlık hareketi, Atatürk’ün işgal altındaki İstanbul hükümetinin isteği üzerine 19 Mayıs’ta 1919’da Samsun’a çıkışıyla başlar. Siyasi organizasyon olarak bu doğrudur. Ancak sosyal muhayyilenin böyle bir harekete destek verebilmesi için halkın hazırlanması gerekmez miydi? İşte Akif, bu misyona kendini adar ve 1913’ten itibaren kürsülerde halka hitap ederek bağımsızlık için halkı teşkilatlandırmaya çalışır. Onun bir yıl sonra, 1914’te “Teşkilat-ı Mahsusa”ya girmesi de bunun içindi. 1918’de, İslam ülkelerinin dini meselelerine çözüm arayabilmek için Ahmet Cevdet Paşa, Mustafa Sabri ve Said Nursi gibi döneminin saygın isimleri ve kanaat önderleriyle “Darü’l Hikmetü’l İslamiye Cemiyeti”nde yer alışı da bunun içindi. Ve 1920’de Milli Mücadele’ye katılışı da!..
Bir önemli hususa ilginizi çekmek istiyorum: Akif’in 1920’de Milli Mücadele’ye katıldığı tarihte, ülkemizde bir yabancı gözlemci gelir: Daha sonra dünyanın en önemli fikir adamlarından birisi olacak İngiliz Arnnold Toynbee… Bu zat, 1915 Ermeni Tehcir olayları’nı Batının karanlık niyetini besleyecek şekilde tek yanlı anlattı ve bize karşı merhametsiz bir günahkarlığın timsali oldu. Daha sonra kurtuluş savaşında Türkiye’de geldi, bu defa vicdanının sesini dinleyip namuslu davranarak daha çok Yunanlıların zulümlerini anlatan yazılar yazdı. Bu tavrı yüzünden görev yaptığı Üniversitenin tarih kürsüsünden ayrılmak zorunda kaldı. Bu adam, daha sonra, Batı’nın Türkiye’deki acımasızlıklarından hareket ederek “Batı Medeniyeti Yargılanıyor” diye bir kitap yayımladı. Burada, “Türkiye İslam ülkeleri için bir laboratuardır”, tezini işledi. Niye böyle bir tez?
Çünkü, o yıllarda Türkiye’yi elde edebilirlerse, burada İslam’ı istediği yönde şekillendirip kullanarak, onun mirasını taşıdığı Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyeti altındaki diğer İslam ülkelerine de sahip olacaktır.
“Size bir vak’a (olay) anlatayım: Mısrı Ülyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslüman’la görüştüm. Bahsimiz siyasete intikal etti. Dedim ki:
-Şaşırıyorum 15 milyonluk Mısır’da yabancı asker olarak az kuvvet gördüm. Nasıl olur da bu kadarcık kuvvetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor?
Bu sualim üzerine o zat dedi ki:
-O yabancı devletin ricalinden biri ile samimi görüştüm. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de demiştim ki: “Günün, yahut senenin birinde meselâ Osmanlı hükümeti kırk-elli bin kişilik bir ordu hazırlayarak Mısır’a sevk edecek olursa siz ne yaparsınız?” Hiçbir şey yapmayız. Müdafaa imkânı olmadığı için Mısırlıları kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki biz hiçbir zaman Osmanlı’ların Mısır’a kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez meseleler çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki bir kere olsun Mısır’a dönüp bakmaya vakit bulabilsinler.”
Akif işte bu gizli niyeti fark eden ender isimlerden birisidir. Onun, “Tek dişi kalmış canavar” olarak vasıflandırdığı “Batı medeniyeti”ne dikkatimizi çekmesi ve bununla da yetinmeyip "Tükürün maskeli vicdanın asrın, tükürün!.." demesi bundandı…
Çok önemli bir ayrıntıya daha değinmek istiyorum: Şimdi Kurtuluş hareketini düşünün, bu hareketin sonrasında akıl hocalığına soyunan bir yığın şair, yazar ve kültür adamı var. Burada isim vermeye gerek duymuyorum. Meraklısı, o dönemin aydınlarının biyografisine ve eserlerine bakarlarsa, bunları çok rahatlıkla görebilirler. Atatürk’ün sofrasında yer alıp ülkeyi kendi tapulu arazileri haline getirmek isteyenlerin hani cephede ayak izi var acaba? Acaba kaç tanesinin eserinde Akif’in heyecanı kadar duyarlılık vardır? Kendilerinin Akif’ten daha güçlü şair olduğunu iddia edenler, acaba neden Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” şiiri kalitesinde bir eser ortaya koyamadılar? “İstiklal Marşı” gibi bir milletin ruhunu okuyan ve anlatan destan yazamadılar?
Akif’in farkı budur işte…
Aziz dinleyicilerim,
İlahiyat Fakültesi’nin çatısı altında Akif’ten söz ederken, buradaki eğitim ortamının önemli bir unsuru olan Kur’an meselesini de ele almakta fayda görüyorum:
Biliyorsunuz, Akif’in bir Kur’an Tercümesi macerası vardır. Bu meselenin perde arkasını, bu perde arkasındaki ambalajlanmış niyetleri bilmeyenler onu suçlamaya devam etmektedirler.
Evvela mesele nedir? Ona bakalım:
Ben bu meseleyi bu tartışmanın içinde olan rahmetli Kazım Karabekir’in hatıratından aynen nakletmek istiyorum:
"18 Temmuz 1923’te Ankara İstasyonu’ndaki binada, Teşkilatı Esasiye’nin tâdili müzakeresinde vaziyet tamamıyla aydınlandı.
Teşkilatı Esasiye’de yapılmasını muvafık gördükleri tadillerin ikinci günkü müzakeresiymiş. Bana haber verilmemişti. Bugün ben tesadüfen hazır bulundum. M. Kemal Paşa’nın reisliğinde şu zatlar bu işle meşguldü:
Dahiliye Vekili Fethi Bey, İktisat Vekili Tevfik Rüştü Bey, Nafia Vekili Fevzi Bey, Maliye Vekili Hasan Bey, Ziraat Vekili Sabri Bey,Matbuat Umum Müdürü Ağaoğlu Ahmet Bey, Mebuslardan Ziya Gökalp, İhsan Bey, Sivas Mebusu Râsim Bey vardı. Erzincan Mebusu Rafet bey kâtiplik yapıyordu. Başvekil Rauf ve Maarif Vekili Safa beyler, esasen seçim komitesinde dahi bulunmamışlardı.
Ben girdiğim sırada Tevfik Rüştü bey konuşuyordu:
-Ben kanaatimi millet kürsüsünden de haykırırım. Kimseden korkmam. Teşkilatı Esasiyemize dinimiz apaçık yazılmalıdır... diyordu.
Ben söz aldım ve sordum:
-Teşkilatı Esasiye’de dinimizin İslam olduğu yazılıdır Tevfik Rüştü Bey? Hangi kanaati haykıracaksın. Teşkilatı Esasiyeye hangi dini yazdıracaksın? Hıristiyanlığı mı?
Mahmut Esat Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi:
Evet Hıristiyanlığı.. Çünkü İslamlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez, mahvoluruz. Ve bize de kimse ehemmiyet vermez.
Ben söz alarak dedim ki:
-İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uydurmasıdır. Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, din değiştirme gayretidir. Netice İslam kalırsak mahvolmayız, fakat din değiştirme oyunuyla bizi kolay mahvedebilirler. Hıristiyan Bizans’ı, İslam Türk yıkmış ve yerine geçmiştir.. Fransızlar 1855’te İslam Osmanlı İmparatorluğuyla ittifak yaparak Hıristiyan Rus İmparatorluğuna karşı harp ettiler. İçinden yeni sıyrıldığımız cihan harbinde, Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan devletleri yine İslam Türk’le ittifak yaptılar. Ve Hıristiyan itilaf devletlerine karşı birlikte harp ettiler. Yüzümüze kim bakmazmış ne demek?
Fethi Bey söz alarak, bana gayet sert, katı cevap verdi:
Evet Karabekir... Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar ve İslam kaldıkça bu halde kalmaya mahkumdurlar. Bunun için İslam kalmayacağız...dedi.
Ben de aynı sertlikte şu cevabı verdim.
Fethi bey, bu yabancı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmamıza âmil olan şey bir değildir. Fütuhatçılık, temsil gayreti göstermemek, Avrupa’nın ilim ve irfan cephesiyle temassızlık, idarede istibdat gibi mühim sebepler vardır.. Aynı yanlışları yapan Hıristiyan devletlerin de yıkılıp gittiğini bilmez değilsiniz.. Bir zelzelenin hakiki sebebini araştırmayıp onu gülünç bir sebebe bağlamak kadar, İslamlık terakkiye manidir fikrini garip bulurum. Bu yabancı ve tehlikeli fikrin, aramızda da münakaşaya tahammül edemeyecek kadar taraftar bulmasından çok müteessir oldum. Fakat ben iddia ediyorum ki, Türk milleti ne Hıristiyan olur, ne de dinsiz kalır. Hakikat budur. Bir milletin asırlardan beri, en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğinize inanışınız objektif bir görüş değil, hayalinizdir. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdad ile başlar ve İstiklal Harbinin birliğini de birbirine katar. Nasıl bitebileceğini de söyleyebilirim. Düşmanlarından kanı pahasına istiklalini kurtaran Türk milleti, hürriyetini kendi evlatlarına boğdurmayacak... Buna cüret edeceklerin de hakkından gelecektir Fethi bey...
Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben şöyle devam ettim:
-Paşam, maddi cephemiz zaten zayıftır, güvenebileceğimiz manevi cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına kurban edersek, dayanabileceğimiz ne kalır? Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız, görüyorum ki, bizi fikir kuvvetiyle mahvedecekler. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki, bizi bu hale getiren belanın istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamen iradesine sahip olarak yürüyeceğini millet kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisini Tekbirler, selatlar arasında açtınız. İslamlığın en yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilan ettiniz. Hepimiz aynı iman ve kanaatle aynı yolda yürüdük. şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız?..
Mustafa Kemal Paşa sözümü burada keserek dedi ki:
Müzakereler hararetlendi. Burada kesiyorum."
Tabii bu yapılacak bir şey değildi. Atatürk belki de; ‘herkes eteğindeki taşı döksün, niyetleri ortaya çıksın’, diye böyle bir tartışmaya izin vermiştir. Sonra, Anayasa ilan edilir ve devlet şekillenmeye başlar. İslam’ı ortadan kaldıramayanlar, bu defa kendilerine göre, kendilerinin izin verdiği kadar bir İslam anlayışı için çalışmaya başlarlar. Böyle bir çalışmanın odak noktasında “Türkçe İbadet” vardır. Camilere sıralar, sandalyeler konulması, müzik aletlerinin sokulmasından tutunuz da, camilere ayakkabılarla girilmesine kadar bir yığın projeler icat edilmiştir. Bunlar içerisinde Atatürk’e en tutarlı gibi gözüken Türkçe Kur’an ve Türkçe Namaz’dır. O yıllarda yapılmış Türkçe bir meal pek yoktu. Atatürk Kur’an’ın anlaşılmasını istiyordu. Bunun için 1925 yılında Akif görevlendirilmiştir. O yıl Diyanet’in bütçesinden Kur’an’ın Türkçe Tercüme ve tefsiri için 12 bin lira para ayrılır. Bunun 6 bin lirası Tercüme için, 6 bin lirası da tefsir içindir. Tercüme’yi Akif, Tefsiri de Elmalılı Mehmet Hamdi (Yazır) Efendi yapacaktır. Sözleşmeler yapılır ve böylece hem Tercüme, hem de tefsir çalışmasına başlanılır.
Ne var ki, o Mısır’a gidip orada tercümeyi ilerletirken, burada yeni bir tartışma başlatılmıştı. Kur’an Türkçe’ye çevrilmeli ama ibadetin dili de Türkçe olmalıdır!.. Akif iyi niyetlidir; “Doğrudan Kur’an dan alıp ilhamı", ona hiç bir şey katmadan " asrın idrakine" söyletmek istiyordu "İslâm’ı". Çünkü ona göre, hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır!.. Ona göre, göklerde olan bu Müslümanlığın, insanlığa bir ilâhi müjde olarak verilişinin temel sırrına uygun bir şekilde, yere, yani insanoğlunun yüreğine inmesi gerekti. Kur’an’ın ne fal bakmak için, ne de mezarda okunmak için inmediğini; onun mübarek sayfalarında bizim hayatımızı kuşatan bütün kurtarıcı müjdelerin bulunduğunu savunuyordu... Bizim insanımız inandığı, bağlandığı Kur’an’ın nelerden bahsettiğini öğrenmeliydi. Bu masum ve o ölçüde de ideal bir talepti. Ne var ki, mesele bu niyet sınırlarının içinde tutulmadı:
1931 yılında Atatürk, Türkçe Kur’an uygulaması için düğmeye basar: Akif de Tercümesini hemen hemen bitirmiştir. Çünkü Eşref Edip 1932’de Mısır’a gittiğinde bu tercümeyi okuduğundan söz etmektedir. Ancak, ülkede Türkçe ibadet tartışması başlayınca, Akif geri adım atar. Bu tercümenin Türkçe ibadette kullanılacağı kaygısı vardır. Doğal olarak, böyle bir uygulamada Akif’in tercümesi kullanılınca, toplumda büyük itibarı olan bir insanın bu tercümeyi Türkçe ibadet onayladığı için yaptığı şeklinde bir anlamaya da zemin hazırlayacağı ve Türkçe ibadetin referansının Akif olacağı endişesi vardır. Bunun için Tercümeyi vermez. Kendisine işe başlarken verilen bin lira avansı da geri iade eder.
Bugün Akif’in Tercümesi’nin elimizde olmaması çok büyük bir eksikliktir. Çünkü, Kur’an’ın sadece lügat manasıyla kalmayan, onun ıstılahlarını da çok iyi bilen birisinin tercümesi bu toplum için büyük kazanç olacaktı. Ancak, ‘iyi ki vermemiş’, diyebiliyoruz, çünkü, daha sonra, Dolmabahçe Sarayı’nda, Ayasofya Camii’nde, Sultanahmet’te, Süleymaniye’de hararetli Türkçe Kur’an tilavet seansları düzenlendiği halde bu işin tutmayacağını gören ve bu uygulamadan vazgeçen Atatürk’e rağmen, bazı çevreler bu uygulamasını sürdürebileceklerdi. Akif de böyle bir uygulamanın utanç verici bir malzemesi olmanın ezikliği altında hüsrana uğrayacaktı…
Aziz dinleyiciler,
İnanç ortak duyarlılık alanıdır. Onun ferdî bir sorumluluk olarak görülmesine rağmen, hedefi sosyal hayattır. Aslında sosyal hayatı bir organizma olarak düşünürseniz, hücreler nasıl onun temel varlığı ise, insan da sosyal hayatın aynen o hücreler gibi temel varlığıdır. Dinler fertten topluma doğru açılır. Ferdi ıslah edemezseniz dini etkin hale getiremezsiniz. İnsanlar bozuldukça dinler de sosyal hayattan çekilip giderler. Dinler tarihine bakınız bunun örneklerini bütün peygamberlerin tebliğ macerasında görürsünüz. Hz. Adem’in çocukları onun temsil ettiği uluhiyete bağlı kalsaydı, kardeş kavgası çıkmazdı. Aynı şekilde Hz. Yusuf’un kardeşleri tebliğe inansalardı, onu kuyuya atmazlardı. Lut Aleyhisselam’ın Nuh Aleyhisselam’ın çevresi onlara tam anlamıyla inansalardı, tufan olur muydu? Yahudiler Hz. Musa’ya tam anlamıyla destek verselerdi, Musevilik bir başka şekilde olurdu ve bugün bir kavim dini şeklini almazdı. Havariler Hz. İsa’ya tam anlamıyla bağlı kalsaydı, o çarmıha gerilmezdi. İslam Peygamberinin, Yüce Peygamberimizin mücadelesini biliyorsunuz. Buna rağmen son din, son sığınak kapısı, son rahmet limanı bizleri kucaklama lütfunda bulundu. Bizler bugün böyle bir ortamın öncüleri durumundayız. Akif’in dikkati, teslimiyeti, tavizsizliği bir ölçü olabilirse, o mübarek insan yerinde rahat yatabilecektir. Dünyalık saadeti tepip gurbete savrulan, önüne açılan sonsuz imkanları bir kenara iterek dürüst kalmak uğruna yokluğa rıza gösteren bir insan önümüzde ders alınacak bir modeldir, bir kitaptır, bir mesajdır. Onu tanıyıp okuyabilen, onu anlayabilenlere ne mutlu.
Onun ruhu şâd, sizin geleceğiniz aydınlık olsun efendim. Hepinize saygılar sunuyorum...