- 1411 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
325 - EL HAMİD
Onur BİLGE
Selçuk Bey’in gerek bedensel gerek ailesel sorunları vardı. Bunların yanı sıra ruhsal sorunları da… Define ona sihirli anahtarı uzatmış, daralan ruhunun kapılarını onunla nasıl açıp ferahlayacağı konusunda teminat vermişti. Sağlığını ve ailesini kaybetmişti. Başta kalp hastalığı olmak üzere teşhis konmuş birkaç hastalığı daha vardı. Ayrılma kararını birlikte verdikleri, anlaşarak boşandıkları halde en çok buna üzüldüğünü vurgulayıp duruyor, dağılan yuvasının tekrar toplanmasını olanaksız görüyordu.
İşini kaybetmiş olmayı pek umursamıyordu bile. Çünkü sohbetin ilerleyen dakikalarında, bir mobilya fabrikasında müdür olarak çalışırken en çok ailevi sebepler yüzünden son zamanlarda yanlış hesaplamalar yapmaya başladığı için arka arkaya uyarılar almakta olduğunu, intihara teşebbüsünün patronları tarafından duyulduğunu, ruhsal dengesi bozuk bir kişinin müesseseye çok daha fazla zarar getireceği düşüncesiyle işine son verildiğini, bu olayın da bunca derdinin üstüne tuz biber olduğunu da söylemiş; işletme okuduğunu, Bursa gibi bir yerde işsiz kalmayacağından emin olduğu için bu konuyu çözümlü mümkün olmayan bir sorun olarak görmediğini, kısa sürede benzer bir iş bulabileceğinden emin olduğunu eklemişti.
Yuvalar, yıkılmak için kurulmaz. Ömür boyu beraberlik umulur. Fakat her şey gibi onun da bir eceli vardır, sonsuza kadar sürmesi hayaldir. Çoğu zaman ölümle, bazen de boşanmayla nihayetlenir. Birlikte ölmedikleri takdirde ikiliden biri diğerinin ölümüne şahit olacaktır. Ayrılıklarda da hüzün vardır. Anlaşarak ayrılanlarda bile mutlaka bir burukluk olur. Aşk çoktan bitmiş, sevgi de can çekişmekte olsa da beraberliğin getirmiş olduğu bir alışkanlık vardır. Her iki tarafın yokluğunun oluşturduğu bir boşluk… Hemen bir başkasıyla doldurulamayacak, farklı bir boşluk… Öyle ki bir başka beraberlik kurulmuş olsa da dolmayan, doldurulamayan… Hıncahınç dolu bir salonda boş kalan tek koltuk gibi tuhaf… Anlaşılmaz bir yokluk hissi… Garip ama gerçek…
“Bu gece yine araladım evinin kapısını. Usulca dolaştım koridorlarında, odalarında. Mışıl mışıl uyuyordu. Sırtı açık kalmıştı. Yavaşça örttüm ve alnına sıcacık bir öpücük kondurdum. Gün boyu koşuşturmuş, çalışmaktan yorgun düşmüş, üstünü bile değiştiremeden uyuyup kalmış gibiydi. Uyurken ne kadar masumdu! Oyuncak bebeğine sarılıp yatmış bir kız çocuğu gibiydi. Havsalamda oluşturduğum apayrı bir varlık gibiydi. Sanki bir masaldan çıkmış, yatağına girmişti. Başucunda açık kalan bloknotuna bir şeyler yazmak istedim. Aklımda kalan şiirlerden dizeler… Küçük, önemsiz notlar düştüm, nedense altlarını çizerek. Yıldızlar koydum oraya buraya, bir de ay, tam orta yere… “Karıcığım, işler oluruna varır, üzülme sakın! Sağlık, göz ardı edilmeyecek yaşamsal öneme sahip bir durumdur. Kendine işkence etmenin ne demek olduğunu benden çok iyi bilensin, etme! Tanısın, şükretsin diye Âdem yaratıldıysa, çoğalmaları için de Havva yaratıldı. Sağlıklısın, diri ve gençsin. Kendini bırakmak, hayatı ıskalamak sana yakışmaz. Kıskaca sokma kendini! Durmadan nefsinle uğraş veriyorsun, yazık değil mi sana, bana, çocuklarımıza? Niye söylüyorum ki bunları ben? Kendin çal, kendin oyna! Kendime ayırdığım pay, salt seninle güzelliği paylaşmak. Haydi, kalk ve istediğin gibi sürdüreceğin yaşama dön! İnsan olmak gibi bir suçun olsun senin de, benim gibi, herkes gibi! ..” Daha neler yazacaktım! Daha neler… Dönmesi için… Gözyaşlarım dağıttı hayallerimi. Kendimi yatağımda buldum. Gözlerim tavana dikilmiş. Üstüyle başıyla uzanan bendim. Kalkıp değiştirmeliydim. Pijamamı aramaya koyuldum. Oysa hep yerinde olurdu. Etraf ne kadar da dağılmış! Bu oda bu hale nasıl gelmiş? ”
“Öfkeyle kalkan, ziyanla oturur. İnsan, sahip olduğu şeyler için şükretmeyi bilmezse onlardan mahrum bırakılır. Oysa kadın, cennetten çıkmadır. Âdem Aleyhisselam’a armağan olarak teslim edilmiştir. Hamd gerekirken nankörlük eden, sadece ondan bu şekilde mahrum bırakılmışsa yine de çok şanslıdır. Ölüm de olabilir, dünyada kavuşma ihtimali kalmazdı.”
“Neden hamd, Necmettin Bey? ”
“Bu kelimeyi hiç duymadın mı? ”
“Duydum, duydum da: “Nasılsın? ” dediğimde neden: “Hamdolsun! ” dediklerini hep merak etmişimdir de sormak nasip olmadı. Eskilerden kalma bir söz zannıyla es geçtim.”
“O ibadet ettiğin zamanlarda namaz kılarken kıyamda okuduğun surenin anlamını merak etmedin mi hiç? ”
“Fatiha’nın mı? ”
“Evet. Onun ilk kelimesi nedir? ”
“El Hamd-ü Lillahi…”
“Ne dediğini bilmeden mi kıldın o namazları? ”
“Ezberlenmiş metinlerdi. Öyle öğrettiler. Anlamını araştırmadım. Bir ben mi… Yani çoğu bilmez ki zaten.”
“Sena edilen, övülen… İnsanlara teşekkür, Allah’a şükredilir. Şükrün yetersiz kaldığı yerde hamd edilir. Hamd, şükrü de içine alır. Fiilleriyle ve nimetleriyle hamde lâyık olan, hamd edilen yalnız Allah-ü Teâlâ’dır. O, Hamîd’dir.”
“Neden şükür değil de hamd? ”
“Kur’an-ı Kerim’i açar açmaz, ilk söyletilen olduğu için… İş ve oluşlarda, hayretler içinde bırakıldığınız için… Teşekkür kifayetsiz kaldığı için… Emredildiği ve orada ilk emir olduğu için… Huzurunda, ayakta ilk okutulan sureyle, ilk etapta söylettirildiği için… Kuldan önemle istenen çok ama çok önemli bir söz olduğu için… İnsana ulaşan nimetler nedeniyle sık sık şükredilir ve şükredenlere daha fazlası bahşedilir. Hamd, kula ulaşan ulaşmayan, hayretten hayrete düşüren her şey için… Daha sayayım mı? ”
“Anlaşıldı. Yeterli…”
“Allah, karşılıksız nimet yağdırmaktadır, aralıksız. Bir an kesintiye uğratmadan… Karşılığında kulun tefekkür ederek müteşekkir kaldığını ifade etmesini emreder. “Ne kadar az şükrediyorsunuz! ” demekte, insanoğlunun nankör olduğunu belirtmektedir. “ Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? ” ayetini, Rahman suresinde onlarca defa tekrar etmiştir. Bunca nimet karşılığında Hamdi tek hak edendir ve Hamd eden, kulluk makamına adım atmış olur. Ezbere okunan, ilk kelimesinin bile anlamına inilmeyen sureyle kılınan namazlar… Veyl bize! Vay halimize! ”
“Bu kadar mı önemli bu sözcük? Allah Allah! Neden peki? ”
“Allah emrettiği için… Elhamdülillah! dedirttiği için… Kul merakta… Kime? Allah’a… Kimdir O? Âlemlerin Rabbi! .. Nasıldır? Rahman ve Rahimdir! Kul, Rabbini tanıyor. Hangi sıfatlarla tanıyor bize zatını? Merhametlilerin En Merhametlisi olarak… Ne vaat ediyor? Günahkâr olsak da ümitsizliğe kapılarak uzaklaşmamıza ve helak olmamıza razı olmadığı, ne olursa olsun, kapısından ayrılmamamızı dilediği için Esirgeyen ve Bağışlayan sıfatlarını öne çıkarıyor. “Cebbar, Müntekim, Kahhar…” demiyor. Onlar, kabul etmeyen, emirlere uymayan, yasaklardan kaçınmayanlar için… Herkes için değil…”
“Ya onlar için...”
“Daha sonra onları, gazaba uğrayanlar ve yanlışa sapanlar olarak belirtiyor. Şimdi, sadece onlar için değil, hepimiz için tehdit içeren ayeti okuyoruz: “Maliki Yevm-id Diyn! ..” “Din Günü’nün Sahibi! ..” “Sigaya çekeceğim! .. Ayağını denk al! ..” diyor, adeta. Burada Haşyetullah hissedilmiyorsa da vay halimize! ..”
“O ne demek? Hiç duymadım.”
“Allah Korkusu! ..”
“Allah’tan korkulur mu? O sadece sevilir. Çok sevilmelidir.”
“Korkulur! .. Sevgi ne kadar büyükse, korku da o kadar büyüktür! Allah’tan en çok korkan, âlimlerdir! Allah bilindikçe, sevgiyle birlikte korku da artar! Allah’tan en çok korkan Efendimiz idi.”
Sohbet, bu son sözle kesildi. Bir ölüm sessizliği… Nefeslerimiz kesiliverdi sanki. Hayretten iri iri açılmış gözlerle birbirimize bakakaldık.
*
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 325