HAYATTAN BİR KESİT
.../...
Göz alabildiğine uzanan pamuk tarlaları içinde, pamuk toplayan kızlar,öğlene doğru elçi başının" yemek paydosu! diye seslenmesiyle, bir araya toplanarak yemeklerini yemeye başlarlardı. Erkek işçiler , bir yandan yemeklerini yerken bir yandan da, sigaralarını tüttürürken diğer yandan aralarında memleket sorunlarına işaret eder,geleceklerini sigara dumanlarının gölgesine saklarcasına umutsuz bir görünüm sergiliyorlardı. Çocuklar, yaşayamadıkları çocukluklarını pamuk tarlalarında yaşamak istercesine koşuşturup körebe oyunu oynuyorlardı, eli kınalı gelinler daha düğünlerinin ilk gününden başladıkları sürgün, ayrılık günlerin bitmesini hayal ediyor, toplayacakları birkaç kilo pamuk karşılığı alacakları ücreti sevdalarıyla yoğurdukları emekleri ....
İçlerinden Rojda, göz alıcı güzelliği ile hemen dikkati çekiyordu. Sarı saçlı, yeşil gözlü, yanakları nar çiçeği, mor şalvarının altında gizli nazlı bedeni, tarla sahiplerinin gözünden kaçmıyordu. Akşam olduğunda kasaba kahvesinde toplanan erkek işçilerin dedi kodu konusu olduğundan habersizdi belki de, içlerinden biri rojda’ya yanıktı içten içe, her hareketini, alından sevdasıyla yoğurduğu terin, narin bedenini ıslattığını hayranlıkla seyrediyorlardı, Rojda, köyden Osman adında bir delikanlının sözlüsüydü. Gurbete, çalışmaya gelmişti. İzmir’den dönünce evleniriz diye söz almıştı nişanlısından! Fakir bir ailenin kızıydı Rojda. Pamuk tarlalarında çalışarak kazanacağı para ile, çeyizini tamamlama hayalleri kuruyordu, alımlı ve becerikli bir kızdı. Yaşlı bir annesi ve bir ayağı topal, at arabası çalıştırarak geçimini sağlayan babası , beraber çalıştığı on beş yaşında bir erkek kardeşi vardı. Kardeşi de kendi kaderini bir bakımdan paylaşmıştı, her ikisi de okur yazar değildi, okuyacakları bir okulları var mıydı ki okumadılar, kağıtlara işleyecekleri sevdalarını koza sapları ile pamuk tarlasına işlercesine çalışıyorlardı, kardeşi ali, okumak istiyordum ama, köyümde ne okul, ne de okuyacak kudretimiz vardı, oysaki okuyup öğretmen olmak isterdim, çünkü benim gibi okumayanları önceden okuturdum diyordu,
Mensure, zamanında köyün azgınlarından sayılan Zeynel diye birinin yüklü başlık karşılığında imam nikahına girmişti, Zeynel amansız bir hastalığa yakalanmış ,bütün varlığını hastalığı uğruna harcamış meteliksiz ve yatalak bir duruma düşmüştü, Mensure; Esmer, kahve rengi gözlü ,siyah saçlı, zayıf, uzun boylu bir kızdı Saçları örgülü, ta beline kadar uzanıyordu. Okumayı kendi çabasıyla başarmış kendini ifade edebilecek kadar eğitebilmişti. Çok gururlu bir duruşu vardı. Yürürken asaleti kozalara hükmediyordu sanki. İki yaşında azad adını verdikleri bir erkek çocuğu vardı, bırakamazdı elbette geldiği yerde, onu da beraberinde getirmişti, Azad, adı gibi bir hayatı yaşama şansını daha başında yitirmenin bilincinde değildi, siyah gözleri, heybetli bir bakışı vardı, belki onu büyütecek özel dadıları, kontrol edecek aşılarını tamamlayacak takip edecek özel aile doktoru, anne sütünün yetmediği ya da olmadığı zaman yiyecek özel mamaları da yoktu, tek yaşama şansını, kızgın güneşin kendisine acısızca yansımasını anne sırtındaki, hasretlerin işlendiği heybede uyumakla bertaraf etmeye çalışmakla yakalamayı umut ediyordu, dünyadan, olan, bitenden habersizdi.
Fadime, köyün ileri gelen yaşlı biri ile isteği dışında evlendirilmişti, baskılara dayanamamış, gençliğinde gönül verdiği köyün fakir çocuğuna bir yolunu bulmuş, urfadan kaçmış, İzmir Torbalı ilçesinde yaşayan akrabalarına sığınmıştı, peşine takılan töre illetinden ne kadar kaçabilecek belli olmaz ama yine de saklanmayı başarmıştı o güne kadar, endişeli gözleri ile çalışırken bir taraftan etrafı süzmekten alamıyordu kendini, ürkek bir güvercin misali, her an öldürülme korkusu yüreğini sarmalamış duygularını param parça etmişti, her kopardığı koza ömründen bir gün alıyormuşçasına ürkekti, daha ömrünün ilk baharında 23 yaşındaydı,Sarı saçlı, pembe yanaklı, yüzünün bir tarafında küçük kahve rengi bir beni olan bir kızdı. Dinledikçe her kızın bir hikayesi vardı, umutlarını birkaç günlüğüne de olsa pamuk kozalarında saklamak zorundaydılar, belki de bir daha hiç almamak üzere sakladıklarını bilmeden, hayatı algılamaya zamanları yoktu, düşündükleri sadece hayalleri ve kazanacakları üç ya da beş kuruş, geldikleri yerlerde bırakmışlardı yüreklerini, yüreklerini sarmalayan anlamlı sevdalarını, gözlerinin derinliklerinde doyamadıkları hasretleri gizliydi, iyi bir gözlemci idi aynı zamandan Ararat, hem çalıştı o gün, hem de beraber çalıştığı güneydoğudan gelen, hasret ve bir o kadar da duygu yüklü kızları, çocukları, kadın ve erkekleri anlamaya algılamaya ve çözmeye, dünyalarına inmeye oradan farklı insanların farklı yüreklerinde saklı evrenlerine girmeye çalışıyordu, anlatıyorlardı bir bir hikayelerini, bir yandan kozalara sakladıkları sevdalarını incitmeden çektikleri pamukları, bir yandan nazik kınalı parmaklarına batan koza kıymıklarını ayıklamaya, bir yandan da yüreklerinde saklı hikayelerini anlatmaya çalışıyorlardı, yoksa nasıl geçecekti uzun günün sıcaklığı altında terleyen bedenlerinden yorgunlukları. sevdaları, umutları.
Yanık sesleri vardı içlerinden bazılarının, ağıt yakarcasına insanın yüreğini parçalayan sevda, duygu yüklü yanık sesleri ile irkilirdi bazen hayallere dalan bedenler, uzun havaları ile yürekleri paralarlardı, sevdalarını, umutlarını, aşklarını, çilelerini haykırıyorlardı adeta, yürek dayanmazdı , kimilerinin anlattıkları hikayelere yabancı değildi, ama nerden bilecekti, şekerli suya ekmeği katık niyetiyle bandırıp karın doyurduğunu söyleyen 18 yaşındaki gencin karşısında, aynı hayatı paylaşarak gelen birinin olduğunu, kışın tandır ekmeğini tandırda kurutarak sabah erkenden kalkıp onu kahvaltı niyetiyle yediğini söyleyen 26 yaşındaki kadının, aynı kaderi paylaşan biri ile o gün pamuk tarlasında yine aynı kaderi paylaştığını, elbette bilmiyorlardı ama bildikleri bir tek şey olmalıydı belki de, yokluğun vatanı yokmuş, milleti de yokmuş, her kim olur ve nerede yaşarsa yaşasın kendilerine kader olarak addeden birilerinin ortak paydasıymış yoksulluk, o değimliydi ki, bebeğini beşik yerine sırt çantasında ağustos sıcağında akşama kadar pamuk tarlasında uyutmak zorunda olan genç anne ile diğerlerinin ortak paydaları, o değimliydi ki Afrika’da, Somali de bir deri bir kemik küçük bedenlerin dünyaya sergileyişlerine sebep olan, o değimliydi ki akşam evine bir parça ekmek bile götürebilmek uğruna çaresiz annenin vücudunu pazarlamasına sebep olan, o değimliydi ki çöplerden ekmek toplamaya insanları mecbur bırakan. evet, “O” idi, ve “O’nun adı yoksulluktu, yoksulluğun vatanı, dili, dini ırkı yoktu, her insan sanki ölümü tadacakmış misali” O” nu da tatmak zorunda mıydı acaba, nerede kalmıştı dünyada çığırtkanlık eseri adalet kavramı, yoksulluk yaradılıştan beri süre gelen ve insanoğlunun korkulu rüyası, yaşamın önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlediğine inanılan doğaüstü güç, ezeli takdir, yazgı veya mukadderat denen kadermiydi ?
.../...
KOÇAK- 1983
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.