ÜRPERDİM SOĞUKTU ZAMAN
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Akşamüstü nehir kenarında yürüyordum. Nehirin şiddetli yağmurdan seviyesi yükselmiş, hırçınlaşmıştı. Düşünceli, akışın ters yönünden gidiyordum. Ağustos sonlarıydı; Yaz, yapış yapış sıcaklığını bir kenara bırakmış, rüzgarla insanı ödüllendiriyordu. Serin havada yürüyüş yapmak istemişti canım. Büyük bir taş parçasının üzerine oturdum, kuş seslerini dinliyordum şimdi.
Tatil yapmak için bu güzel köyü seçtim, güzel günler geçirdim, mutluydum. Sabah sıcacık köy ekmeği ve değişik gelen köy peynirlerini seviyordum. Farklı köy reçelleri, yediklerime hiç benzemiyordu. Dinlenmiştim burada. Birkaç gün sonra insan kalabalığına ve gölgelerime dönecektim. Akşam evime dönerken, gölgelerin içinden geçiyordum. Bir korku romanından fırlamış gibiydiler. Ağızlarını açmış, kocaman dişleriyle bana doğru bakıyorlardı. Yoğun çalışmalar travma yaratmıştı bende. Yanımda insanlar, birden kendilerini bir arabanın altın atacak gibiydi. Bazısı da aniden fırlatıyordu kendini boşluklara. Bir üst geçitten hızla geçerken, insanların beni hayalet gibi aşıp, yolun ortasına fırladığını düşünüyordum. Gerçek değildiler, bunu kendimde biliyordum. Bu bir nevrozdu. Sıkıntı Nevrozu.
Bakışlarımı diktiğim sudan gözlerimi kaldırdım. Köye geldiğimde iki gün, büyük taşın üstüne oturdum, hiç konuşmadan saatlerce suya taş attım. Yorgun hissediyordum kendimi. Evin karşı komşusu Göze ile arkadaş oldum. Annesi peynirli, patatesli gözlemeler yapmıştı sacın üzerinde. Sabahları kuş, inek, horoz sesi ile uyanmak ve oksijen almak, gölgelerimden uzaklaştırmıştı . Evime, tekrar nevrozlarıma dönmek düşüncesi ürküttü, ama gitmek zorundaydım. İşim beni bekliyordu. Babam birkaç gün sonra beni alacaktı. Beraber dönecektik. Biraz daha kalma isteği kafama yerleşmişti. Tatilimin bitmesine daha vardı çünkü.
Eve doğru yürürken çıtırtılar duydum. Çevreme baktığımda, köyün delisi ile karşılaştım. Hırpani yüzünde kocaman gözleri, ürkütücü bir şekilde bana bakıyordu. Saçları yapış yapıştı. Elime bulaşan jöle kıvamlı bir siyahtı sanki. Hızlı adımlarla göz göze gelmemek için oradan kaçtım. Taş eve vardığımda akşamüstü saatleriydi, korkmuştum. Adamın iri gözlerinde nevrozun parça parça dökülüşünü duyumsadım. Gözler, yavaş yavaş eriyerek, gecenin siyahlığına karışıp, tüm evreni siyaha boyuyordu. Evren, yerinden kalkmak istercesine hareketler yapıyor, yer yerinden oynuyordu bedenimin derinliklerinde. Beden, daha sonra yaşacaklarına hazır değildi. Bu güzel köyde yaşadıklarımı kabusa çevirmeye hakkım yok diye düşünerek rahatlamaya çalışıyordum.
Akşam olmak üzereydi, güneş battığını haber vermek için koyu renge boyuyordu etrafı. Köy kokuları burnuma geldi. Eve baktım, onu saran begonviller manzarayı muhteşemleştiriyordu. Geri dönmek fikri nevrozumu arttırmıştı. Müzik dinlemek… belki klasik… İçeriye girdiğim de her şey kımıltısızdı. Açtım müziği, kendime müthiş bir akşam kahvaltısı hazırlamaya koyuldum. Birden pencerenin ardında bir yüz belirdi. Yüz, siyahlaşmaya başladı. Gün ve gece, yüzün arkasında gizlenmişti. Korkuyla pencereye bakarken, adamın beyaz bir gömlek giydiğini fark ettim. Pencereden atlıyordu şimdi. Pencere, milyonlarca kilometre uzunluğunda bir boşluktu. Ve siyah yüzlü adam boşluğa bıraktı kendini. Sonra tekrar, sonra tekrar… Sinirlerim altüst oldu birden. Bıçağın keskin sızısı ile sıçradım. Parmağımı kesmiştim, kan kesikten çıkarak, derimin etrafına yayılıyordu. Bir parça kağıt mendil ile bastırdım üzerine. Şimdi kağıt mendil kızıla boyanmıştı. Ecza dolabından bir parça pamuk almaya gittim. Banyo kapısı aralıktı. Küçük banyo penceresinden gökyüzünde belirmeye başlayan yıldızları gördüm. Sonra… gökyüzünün arkasında trilyonlarca kilometrelik uzunluk. Hızla üzerime geldi. Bağıramadım, sesim çıkmadı, ağzım kıpırdandı sadece. Sesim boşluktu, boşluğun içinde duyulmuyordu . Hala ağzımdan ses çıkmasını bekliyordum. Boşuna… Sesim yoktu.
Canım sıkkın, parmağım acıyarak kendime yeniden bir şeyler hazırlamaya koyuldum. Kapı çalındı, gelen ev sahibimdi. Tarçınlı çöreklerinden getirmişti. Mis gibi tarçın kokusu burnuma geldi. Ev sahibim, suratımın beyazlaştığını fark etmiş ki;
“ Önemli bir şey yok ya!” dedi.
“ Yok” dedim. “Parmağımı kestim biraz ve irkildim”.
Gülümsemeye çalışıyordum. Yaşadığım travmaları yansıtmayarak.
“ İçeri girsenize” dedim.
Oğlunun geleceğini söyledi, yemek hazırlayacaktı . Çok teşekkür ederek kapıyı kapattım. Çöreklerin birinden bir parça kopartıp ağzıma attım. Parmağımın kesik yerini acıtmıştım. Tarçın ve kesik… Her ikisi de oldukça keskindi. Havaya karışıyordu bu keskinlik. Sonra yalnızlık.. Severdim, büyülüydü yalnız olmak. Tarçın gibi keskindi ama onun baş döndürücü kokusu yoktu. Sarhoş edici karmaşaları vardı. Yalnızlıktan başım döndü, kendimi girdabın gri bulutlarında buldum. Gri bulutlar toz kokuyordu, toz kokusu aklıma açık olan penceremi getirdi. Toz ve toprak birbirlerine girmişler, içlerindeki çürümüşlüğü penceremden içeriye savurmuşlardı. Açık penceremden atlayan adam, şimdi yorgun, bu küflü şeyin içinde onlara karışmıştı. Gülümsedim. Evin giriş katındaydım. Sadece yalnızlık, beni küflü bir toprağa sarar, ilkbaharda rüzgarla savrulan tohumlar gibi oraya buraya savururdu işte.
Rüzgar, nehri de taşımıştı pencereme. Nehir, hızlı debisiyle tüm iç seslerimin sesiydi. Birden üst geçitteki insanların nehre atladığını gördüm. Boğuşmaya çabalamıyorlardı suyla. Kendilerini bırakmış, sürüklenmelerine izin vererek hızla önümden geçip, suyun sesinde kayboluyorlardı. Kaybolmak; kaybolmak lazımdı. Bu fikir beni pencereden geçen nehrin kenarına getirmişti. Atladım suya. Beni aşağılara çekti. Sessizliğin arasında kayboldum. Sonra fırlattı beni, sessizce. Bağırdım, parmağım acıdı. Hızla pencereden nehrin olduğu yöne doğru baktım. Uzaktan ağlıyordu sanki… Pencereden çekildim.
Oturma odamdaki küçük konsolun üzerinde annemin bana hediyesi olan sapı oymalı aynam duruyordu. Ahşap sapında mineli oymalar vardı. Anneannem den kalma bu aynayı çok severdim. Elime aldım, kendime baktığımda cildimin parladığını gördüm. Solgun ışığın etkisi bile parlaklığı gizleyememişti. Dinlenmiştim galiba. Aynaya yansıyan solgun ışık ; şimdi küçük mineli sapında parlamalar yapıyordu. Parlamalar, eskiyi hatırlatmıştı bana. Odayı kapladı birden düşüncelerim, hızla hareket ediyorlardı dışarı çıkmak için, çabalıyorlardı. Kapıyı açtım. Şimdi bütün evdeydiler. Ev, karalanmış bir tahta gibi silinmeyi bekliyordu. Siyah bir zemin üzerinde beyaz tebeşir izleri… Silinmeliydiler.
Uzaklaşmak için yukarıya kaldırdım başımı. Tavandan sarkan yabani otlara bakıyordum şimdi. Otlar, aşağıya uzanmadan kurtulmalıydım. Kokuları beyin hücrelerime yayılıyordu. Keskin, içe işleyen toprak kokusuydu saran beni.
Bahçeye bakan pencerede bir karaltı gördüm sanki. Korkudan kapı üzerindeki sokak lambasını açtım. Tekrar pencereye koştum. Ortada kimsecikler yoktu. Ama bir sesle irkildim. Çıngırak sesi. Pencereden biraz geri durarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Geçen keçi çobanıydı. Birkaç keçiyle beraber geçiyordu yoldan. Karaltılar, daha büyümüştü bahçede. Uykum yoktu. Bahçeden gürültüler geliyordu. Kediler, gecenin içinde hırıltılı sesler çıkarıyorlardı. Suratıma çarpan rüzgar beni kendime getirdi. Karşımda duran sakin ve köhne köy evinin ölgün ışığında sorguluyordum. Neredeyim ben? Rüzgarın serin nefesi beni rahatlatmıştı. Gökyüzünün uçsuz bucaksızlığına bakınca, evrenin neresinde durduğum düşüncesi aklıma geldi. Dünyanın, küçük bir köyündeydim. Korkunç rahatlamış olarak öylece seyrediyordum köy evini. Köhne duvarları yaşadığım zaman diliminin dışında bir yerlerde olduğunu söylüyordu. Duvarların seslerini duyuyordum. Sıvaları dökülmüş duvarlar bazen neşeli bazen de hüzünlü senfonik sesler çıkarıyorlardı. Karşımda yetmiş yıla yakın bir zamandır ayakta kalmış, vefalı, kahırlı bir köy evi vardı. Bu yaşlı ev, yakınlarına ağlıyordu belki de. Ne acılara, ne sevinçlere, ne düğünlere tanık olmuştu. Şimdi içindekilerin yoksul yüzlerinde kaybolup gitmişti. Duvardaki sıvalar kırgın insan yüzleri gibiydi. Dökülmüş, yeniden yapılmaya merhamet etmeleri için insanlara bağırıyordu.
Kaskatı kesilmiştim. Bu duygular kaskatı kesmişti her yanımı. Korkuyla karışık taş kesilmeydi bu. Ürperdim, soğuktu. Birden kapıda olduğumu fark ettim. Kapı, beni içeri çağırıyorcasına açıktı. Ben kapının önünde dimdik duruyordum. Öylece bakıyordum köy evine. Buraya nasıl gelmiştim? Hangi güç beni buraya sürüklemişti? Birden koşarak köy evine gitmek, duvarına kulağımı dayayıp dinlemek istedim.
“Şişşt, zavallı bir ölü konuşacak şimdi”
Parmağım ağzımda neyi susturmak istedim? Kendi iç sesimi mi? Yankıları mı?
“Sus, garip biri konuşacak şimdi”
“Belki konuşursa rahatlayacak, bir daha da evin duvarında ağlamayacak…”
“Konuş”
Dedim.
“Konuş, bir daha seni kimse dinlemeyebilir”
Çökkün sessizlikle baş başa kaldığımı hissettim. Yolun ortasındaydım şimdi. Beni bir kuvvet oraya buraya fırlatıyordu. Yol, uçsuz bucaksız gökyüzü ile sürüyordu. Asfaltın sıcaklığı, geceyle beraber soğumuştu. Gökyüzü yıldızla kaplıydı, berrak görünüyordu. Bir yıldızı oradan alıp buraya getirmek isterdim. Yıldız, soğuk kütlesiyle kaplasaydı dünyayı belki o zaman konuşurdu duvarda ağlayan yüzler. Onların yıldızlara ihtiyaçları vardı. Öyle düşündüm asfaltın ortasında. Kabus mu? Düş mü? Ortalarında neredeydim ben? Yolda kalakalmıştım. Kımıltısız ve zamansız. Zaman yanımdan hızla ilerliyordu. İlerliyor, ilerliyordu… Bir yüzyıl geçmiş gibi geldi. Elimde ucu mineli tahta ayna vardı. Korkuyordum.
” Gerçekleri göreceğim şimdi, ne olursa olsun”
Diye aynayı yüzüme tuttum. Korkudan çığlık çığlığaydım. Yüzüm, yüzümü göremiyordum. Yoktu. Göremiyordum. Yüzüm yüzüm nereye gitmişti? Kaybolmuşluğun derinliğindeydi yüz şimdi. Fırtına çıkmıştı, aynayı şiddetli fırtınanın içine doğru savurdum. Nefret etmiştim, oysa ayna nostaljiydi benim için… Mineli tahta saplı aynam geçmişe gidiyordu sanki. Kayboldu fırtınanın içinde. Ya ben? Saçlarım darmadağınık, gözlerim dolan tozdan açılamaz halde eve doğru koştum. Ev beni karşılamaya hazırdı . Kapıyı kapattığımda nehrin sesini duydum. Alamamıştı beni . Kapının dışında sinirli sesle akıyordu. Korkudan nefes nefeseydim, her yanım tozdan görünmüyordu. Banyoya gittim musluktan nehir akıyordu şimdi. Vazgeçmemişti, ısrarla beni çağırıyordu. Korkudan musluğu da kapattım. Ellerim kirli öylece kaldım bir süre. Ne kadar geçti bilmiyorum. Musluğu tekrar açtığımda berrak su akıyordu. Suya kavuşmuştum. Bedenimi attım suyun altına. Gözlerimi kapattım. Su ve ben. Huzur dolu bir şeyler duyumsadım bedenimde. Gözlerimi açtığımda, ayaklarımda yosunlar vardı. Tavandan sarkan yabani otlar sarmıştı banyoyu. Havluya sarınarak, dışarıya çıktım. Kendi kendime
“Kabus bunlar”
diyordum. Kabus ayaklarımdı. Hızla bedenimi kaplıyordu şimdi. Bağırmak istiyordum avazım çıktığı kadar ama beni kimse duyamazdı. Gözlerim fal taşı gibi açılmış, bedenimi izleyebiliyordum. Yeşil griye dönüşüyordu yavaş yavaş. Gri, her yerimi kaplamıştı. Gri bir dumandım şimdi. Boğulmuştum galiba. Yüzümü görmek fikri ödümü patlatmıştı. Boğulmuş bir suratı kim görmek isterdi ki? Bir kabus tarafından ele geçirildiğimi düşünmeye zorluyordum kendimi. Kabus olduğunu düşünmek siliyordu bedenimdekileri. Oldukça kendimi kaptırdım, artık gördüklerim yoktu bedenimde, rahatladım. Saat kaçtı? Duvardaki saate baktım, sabaha karşı dörttü ve ben hiç uyumamıştım. Yatağım öylece duruyordu. Yorganın içine girdim. Geceleri yine de serin oluyordu burası. Yorgunluk ve bitkinlik vardı bedenimde. Grip olmuş gibi. Hafif ateşim vardım. Uyuyakaldım.
Sabahın çığlıklarıyla uyandım. Güneş, odamı doldurmuştu çoktan. Kabuslarımın penceresine ve karşımdaki tarih olmuş köy evine baktım. Hepsi geceyi unutmuşa benziyorlardı. Sükun vardı duruşlarında. Karşıdaki komşum beni sabah kahvaltısına davet etmek için kapıdaydı bile. Onlarla kahvaltı etmeye hazırlanmaya başladım. Ve yarın babamın beni alması için telefon ettim. Bu gece evde değil, karşıdaki arkadaşımda kalmak istiyordum. Kahvaltıdan sonra valizimi hazırlama zamanıydı. Her şeye çabuk karar vermiştim. Burada kalsam ne fark edecekti ki? Kabuslarım devam ettikten sonra.