Ölüm Bazen Elvedalaştırmadan Gelir!
En büyük yalnızlık, kalabalık içindeki yalnızlıklardır. H.R.YAY
Otuz haneli bir köyde yaşıyorlardı Hazar ve kendi yaşıtlarından birkaç arkadaş… Her biri bir kent kadar kalabalıktı; birbirlerini koruyor, gözetliyor ve iyi- kötü günde birbirlerini yalnız bırakmadığı gibi tüm sorunlarda çözüm bulurlardı. Bazen balık avına giderlerdi, bazen en umulmadık bir yerde yoksullara destek amacıyla para toplardı. Velhasıl zengini de fukarası da onlardan memnundu.
Gün gelir, köyün geniş arazilerinden gece, asker- kaçakçı oyunları oynardı hem de sabahlara dek. Cıvıl cıvıl ve hayat doluydular. Gelecek kaygıları hiç yoktu ve her zorluğun altında kalkmayı beraberce başarmışlardı. “Ak akçe kara gün için’se” dostlukta da “Yoldan kal, yoldaştan kalma” sözü hep hatırlamak gerek.
Köyde, nerdeyse herkes kendi ürettiklerini(meyve, sebze, hayvan ve süt ürünleri, tahıl ve baklagiller ) tükettirdi. Hava, su, ekmek bedava ve kirlenmemiş idi. çevre kirliliği hiç yoktu.
Onlar az idiler fakat kalabalıktılar! Gerçi Kitap, gazete ve televizyon yoktu ama denem-yanılma yoluyla hayatın öğretilerini yaşayarak öğreniyorlardı. Diplomaları yoktu ama hayat okulun öğrencileriydi. Sıradan haytaları vardı ve mutluydular. Sıra dışı olaylar sahnelenmiyordu o tekdüze yaşamlarından. En önemlisi azla yetinmeyi biliyorlardı, yokluklara sitem etmezlerdi. Hepsi de doğal ve saftılar.
Korku, kaygı kavramlarından yoksundular; kimi zaman mağaralarda kimi zaman da ıssız çöllerde yattılar, gün geldi bir lokmayı beraber paylaştılar
Azdılar fakat kalabalıktılar… Otuz haneli bir köyde, birkaç arkadaştılar…
Yaz gecelerinde yıldızlar altında uyurlardı, Güneş, Ay ve Yıldızlar her gün yeni yıkanmışçasına pırıl pırıldı. Müzik aletleri pek yoktu ama doğal müziklere (çırçır böceklerin sesleri, kurbağa vıraklaması, sahne neonları andıran ateş böcekleri) sık sık aşina oldukları bu güleç topraklarda pekâlâ mutluydular.
___***____
Ve bir gün ‘güvenlik gerekçesiyle’ tüm köyler boşaltıldı ansızın! Damları başlarına yıkarcasına, ocaklarına incir dökercesine apar topar kente sürüldüler. Köydeki camiler ezansız ve cemaatsiz, topraklar insansız ve hayvanlar sahipsiz bırakıldı. En çok yaşadıkları topraklarda anılarla dolu bir geçmiş silinmeye yüz tutulmuştu. Elvedalaştırılmadan mecburu bir ayrılık, tanık olarak kalacaktı tarih sayfalarında…
Başıboş kalan köpekler, kısraklar-atlar ve evlerde yuvalarını yapan kırlangıçların kapalı evlerden içeriye girmeyince yuvasız kalınmasından bir daha gelmediler. Tünecek bir dam bulamayan leylekler de ‘nesli tükendi’ dediler.
Kente yaşam…
Hazar’ın ilk yadırgadığı, bir köyü bir gökdelene sığdırılmasıydı! Kutucuk dairlerden oluşan apartmanlarda kırk, eli kutucuk daireleri görünce hayretten kendini alamamıştı. İşin garip yanı bu apartmanlarda yaşayan halk birbirlerine yabancıydılar. Kalabalık içinde yalnızlar ordusuydu bir bakıma. Ayrıca buralarda o kadar ölümler çoktu ki kimse dönüp bakmıyorlardı hem de yanı başında ölenlere bile! İnsanların çoğu sabah işe, akşam oldu mu işten eve dönen, robotları andırıyor gibiydiler.
Kahveler, barlar, lokantalar ve meyhaneler dolup taşıyordu! Aynı masada oyun oynayanlalar bile birbirlerine yabancıydılar. Hastanelerde, hastalardan, cesetlerden geçilmiyordu. Ambulansların, polis arabaların sirenleri sürekli duyuluyordu.
Köyde olsa ölenin evinde kırk gün yas olurdu, hastalar iyileşene kadar herkes onu ziyaret ederdi. Düğünler üç günlük, eğlenceli, yemekli ve neşe içinde yapılırdı. Kente ise yaslar bir gün, düğünler nerdeyse birkaç saat içine alınmıştır. Bayramlar ise üç günlük bol tatili bir dinlenme; tam gün evde kalmak, uyumaktan ibaretti sanki.
Hazar, kente belli aralıklarla gittiği bir kahve edinmişti. Bir ara kahvede oyun oynayan arkadaşlarlaydı ve cam kenarında oturuyordu. Caddede geçen şık giyimli bir bayan gördü, pür dikkat kesilirken bayan da çaktırmadan göz ucuyla kestirmişti. İlk kıvılcımlar çakılmıştı; yıldırım bakışmalardan, yürek antenleri sallanmıştı…
Bu uzakta görünmeler sıklaştı, sıklaştıkça birbirlerini daha çok arzular oldular. Kız, gülümserdi kentlice, Hazar, gülümserdi köylüce; akabinde gülümserdi… Aşk anteninin ilk titreşimleriydi!
Bununla beraber doğal olarak da iki zıt kutuplardı fakat gönül padişahlarına söz geçiremediler! Öyle göründü ki Hazar, kızın şık, modern ve havalı görünüşünü; kız ise Hazarın, saflığını, utangaçlığının ve aşk girmemiş ( balta girmemiş orman yanı) yanlarını beğenmişti. İki ayrı dünyanın insanları olmalarının farkında değillerdi.
Bir gün devasa bir AVM alışveriş marketinde yolları keşişti… Kız, oyuncak reyonlarından bir ayı beğenmeye çalışırken Hazar, farkına varmadan gerisinden kalan kızla çarpışıvermişti. Şimşek çakışmasını andıran bu dokunmalık Hazar’ı utandırmış ve çarpışanın gözlerine bile bakamamıştı. Kız, çarpışmanın verdiği acıyla:
“Ayııı”.diyecekken” hemen kendini toparladı “ayyy canım… Nihayet” dedi. Bu ayıydı, aydı derken Hazar da ayıldı ve karşısındaki kıza baygın bir şekilde ve heyecanla “Selam-ü aleyküm” demeye hazırlanırken fakat kız, daha erken davrandı “Merhaba canım...!” deyivermişti bile.
Hazar’ın yanakları al al oldu ve ahraz kesildi. Şen şakrak kız tüm tatlılığını sunarak “Ben Hazal…” deyip ellerinden toklaştı Hazar’ın. İnce ve çok kibar kıza cılız bir sesle “Benim adım Hazar!”
“Aaa… İsimlerimiz de kafiyeli oldu, ne güzel!” dedi. Hazar, istem dışı:
“Siz, hafiye misiniz?”
Hazal, gülmekten kırılıp gözlerine yaş dolmuştu ve güle güle:
“Bu da zengin kafiye oldu… Hayır, canım ben bir yerel kanalda haber spikerliğini yapıyorum!” dedi.
“Yani, televizyoncusunuz demek…”
“Aynen öyle, dediğiniz gibi!” tanışmaları bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Kısa bir sohbetten sonra randevulaştılar. Hazal, ayrılmadan önce
“Yarın, saat yedi de… Unutma Xray cafede! Seni yakında tanımak istiyorum.”
“Bilmem ki… Gelmeye çalışırım. Sahi hangi cafede?”
“Bülbül kafesinde… hi, hi” Hazal, hala gülüyordu. Sonra “XRay’da…” dedi. Hazar, en az tren rayların ne olduğunu bilirdi ama yine gaf yapmaktan kendini alıkoyamadı.
Hazar, “Hangi tren rayında?” diye sorunca, gülmekten nerdeyse bayılacak hale gelmiş Hazal, “Kentin merkezindeki… Cafedir yahu!” dedi. Hazar, “Anladım, kesin geliyorum” dedi.
___***___
Ertesi gün cumartesiydi. Şehrin kenar mahallesinden ilk kez merkeze çıkacaktı Hazar. Daha şehre geleli bir ay bile olmamıştı, geldiğinde varoşların ikamet ettikleri yerde bir ev bulup yerleşmişlerdi.
Hazar, yarım satir “XRay cafe’sini sorup soruşturarak bulabilmişti. Randevu saatine hala vardı kolundaki saat altı buçuğu gösteriyordu. Cafenin önünde bir gidip geliyordu, cafeye gidip oturmayı aklına getiremedi mi yoksa tek başına utandı mı muammaydı. Bu telaşlı, heyecanlı bekleyiş Hazal’ın gelmesiyle bitmişti. Hazal:
“Merhaba tatlım”
“Merhaba”
“Umarım seni fazla bekletmedim”
“Yoğ…” dedi Hazar.
Hazal, Hazar’ın ellerinden tutup, cafenin o kalabalığın içine sürüklercesine sürdü. Maslarda kız-erkekli, sportif giyitli, göz alıcı giyitli insanlarla doluydu. Hazar, ilkin top sakallı ve atkuyruklu tıraş olmuş baylara bakıp, hayretini gizleyemedi. Hazal “Gel, şuraya oturalım” dedi. Masaya oturmalarıyla başlarına şık, papyonlu bir genç garson dikiliverdi:
“Hoş geldiniz efendim, ne alırdınız?”
Hazal:
“Bana sütlü bir neskahve…”
“Bana da bir sade, bir de su alayım” Garson kibar bir şekilde siparişini alıp, ocağa doğru yöneldi. Hazal, Hazarın gözlerinin içine bakıyordu, Hazar’sa gözlerini kaçırıyor ve etrafı kolaçan eder gibi duruyordu. Az sonra masaya iki neskahve ve bir su konuldu. Hazar, fincanlara bakarak:
“Ne zamandan beri bu kahve fincanları büyümüş!”
“Ne o, beğenmedin mi yoksa?”
“Hani köpüğü de yok! Benim bildiğim kahve bol köpüklü ve küçücük fincanlarda olurdu!”
Hazal:
“Anladım… Senin dediğin Türk kahvesi… Bu Neskahve” dedi.
Hazal, gene gülmemek için kendini zor tutu. Hazar, kahveden bir yudum aldı derken bir yudum daha… “Hım, tadı pek fena değil” dedi. Sonra etrafında, Tavla, Briç ve Hokey oynayan kızlı-erkekli gruplara baktı.
Köy ve kent hayatları, birbirinden çok farklıdır. Ki bu farlılıklar olacak ki eşitlikten bahsedelim. Köylü ve Kentli yer değiştirildiğinde iki taraf da birbirlerinin yaşamını, yaşam koşullarını yadırgadığı gibi ilginç de bulur. Hele bir köylünün kente ayak uydurması zaman aldığı gibi kola kolay adapte de olamaz. Bu süreçten bocalanıp durur. İletişimde güçlükler çekilir. Aslında boşaltılan köylerden gelen insanların en büyük proplematiği barınma ve işsizliktir ardında asosyalliğin verdiği kaçınmadır. Kendini ani bir insan denizinde bulan bu insanlar, kaybolmuşluk, ötekileşmiş olarak kendini görür. Kent, hızla göç alırken bu kez çarpık, altyapısız ve gecekondulaşmanın getirdiği olumsuzlukları meydana getirir. Bununla beraber ruhsal bozulmalarla psikolojik sorunlar ortaya çıkar.
Hazal, önceleri bu köylü gençle eğlenip zaman geçirme derdindeydi. Zamanla Hazar’ı yakında tanımış ve onun doğal yapısının verdiği insani boyutları onu da etkilemişti. Bu yakınlaşmanın verdiği boyutla özel bir ilgiye, duygusallığa kadar gitmiş.
Artık beraberlikleri sıklaşmış ve düzenli buluşmalarla birbirinden iyice hoşlanmalarına neden olmuştu. Hazar da Hazal’a ayak uydurmak için kendini çok zorluyor ve onun yaşamın adapte olmanın uğraşı içindeydi. Fakat Hazal’ın istediği modernliğe bir türlü tam olarak ayak uyduramıyordu. Hazar’a göre modernleşmek bir nevi öz değerini kaybetmekti; kimyasallık olarak görüyordu. Her şey temiz olarak görünürdü belki ama doğallıktan yoksundu yani her şey suni, yapmalıktı.
Hazal ile Hazar, zıt kutuplar olarak pusuladaki yerlerindeydi. Kente büyümüş, yaşamış Hazal, Hazar’ı kendine benzetmeye çalışıyordu; sinema, tiyatro ve günlük aktivitelere götürüp hepten değişmesine çalıştı.
Kültür, uzun bir süre yaşayarak, okuyarak ve gezerek öğrenilen bir şeydir.
Hazal, artık âşık olmuştu yanındaki saf, doğal köylüye fakat gene de dizilerdeki bir aşk hayatı beklenir olmuştu Hazar’dan. İki yıl birlikteliğinde aşkla karışık küskünlükleri, ayrılıkları da oldu. Hazal bir gün sitemle:
“ Neden el ele dolaşamıyoruz? Seninle yakında evleneceğiz, bu böyle olamaz ki…”
“Arkadaşız ama nikâhlı, evli değiliz o yüzden sana dokunmak şimdilik caiz değil!”
“Korkarım ki evlendiğimizde de böyle benden uzak durursun, utanırsın! Araya mesafe koyarsan mutlu olamayız… Biliyorsun değil mi?”
“Bak Hazal, evlendiğimizde iş değişir. Seninle sarmaş dolaş, el ele gezeriz çünkü o zaman helalim olursun, kimseye hesap verme derdimiz olmaz!”
“Evleneceğimize inanmıyor musun yoksa?”
“Zaman ve mekânların ne ayrılıklar yaşatacağını bilemeyiz, temkinli olmalıyız; kendini asla bir anlık heves için kullandırtma hiç kimselere! Ne demek istediğimi anlıyor musun? Sahi, hani benim doğallığımı seviyordun!” dedi. Sonra devam edip “Beni neden kendine benzetemeye çalışıyorsun ki, ben, bir kalemden geleneklerimi silemem, yaşamımda kök salmış öz değerlerim vardır. Senden çok güzel şeyler öğrendim, gözlerim açıldı kısmen de olsa yeni yaşam biçimler edindim, hakkını yemem fakat lütfen beni seveceksen bu halimle sev…” Hazal üzgün bir sesle:
“Sanırım haklısın, üzerine çok geldim, özür dilerim sevgilim”
“Hah, şimdi oldu… Sevgilim, canım benim!”
Son altı aydır bir barışık bir küskünlükle devam ediyordu beraberlikleri.
Hazal, yerel kanalda “Değişim” dosyasını programına almış birkaç konukla beraber tartışmaya açtı. İkisi psikolog, diğeri ise halk bilimci üç konuk programa katılmışlardı.
Hazar, Hazal’ın hiçbir programlarını kaçırmazdı zaten onun sayesinde televizyon izler olmuştu. Hazar, Evdekiler de “Gelin izleyin, sizin müstakbel gelininiz televizyonda!” diyerek anasına, babasına duyurmuştu. Ana babası, önce şaşırdılar sonra bu sosyete görünümlü gelin adayına ağızları açık kalarak izlediler. Ana yüreği her yerde birdir; ölümde, hastalıkta, kederde, mutlulukta her zaman diliminde çocuklarının kötü-iyi akıbetlerini hissederler. Anasal sezgiler çok güçlüdür.
Kente yeni yerleşmiş bu küçük aile, programı ailece izlemeye koyuldular, tartışmanın amacını bilmezlerse de “Müstakbel gelin” hatırı için katlanacaklardı.
Hazal, konuyu bu değerlendirmeyle açtı:
“Köylüler kentin kimyasını bozdular! Dar görüşlülüğüyle, bir tülü değiştirilmeyen kaba düşünceleriyle “toplum kirliliği” olarak aramızda yaşıyorlar” Sözüne konuk Psikologlardan biri hemen cevapladı:
“ Bu değerlendirmeyi yanlış buldum ve etik de bulmadım doğrusu fakat toplum kirliliğe neden olan din, mezhep, ırk, ideoloji, siyaset arasında makyavelist düşünceler ekseninde kuralar, yaptırımlar, edinimler yapanlar bu kirliliğe neden olurlar. Erdemliliğini kaybeden birey kirlenmiştir. Kirli bireylerin çoğunlukta olduğu toplum da kirlenmiş olarak karşımıza çıkar”
Bir başka konuk “Böyle bir kimyasal bozukluk varsa devlet eliyle oluşmuştur, yoksa köylü isteyerek, özenerek kente gelip hayatlarını sırf kentin büyülü cazibesini bozmak için gelmediler. Buna kimyasal değil de bir dengesizlik veya talihsizlik de denebilir. Sürgün, mülteci olarak gelen bu köylüler elbette ruh karmaşası içinde olurlar.”
Bir başka konuk “Dünyanın her yerinde Kentli ve köylü arasındaki kültür farklılıklar vardır. Yaşam biçimleri yer yer değişiklikler gösterebilir. Bu olayın, hem siyasi hem de sosyal yönleri vardır. Öyle ise göçe zorlanan halkı, devlet öncelikle barınma, iş ve sağlık-eğitim olanaklarını sağlamalıydı diye düşünüyorum”.
Hazal:
“Çarpık kentleşmeyle, barınaksız, işsizler ve kimsesizlerin çevreye ayak uydurmayacağı gibi sosyal patlamalar yaşanacaktır; hırsızlık, fuhuş ve cinayetler alabildiğince çoğalacaktır bununla beraber beş yüz binlik bir kente bir milyon insan sığdırılırsa işte böyle durumlar söz konusu olabilir.” Diyerek diğer konuklarla yaklaşık iki saatlik programını bitirmişti.
Hazar’ın anne- babası, konuyu derinden almadığı gibi, özelikle “Köylüler, şehrin kimyasını bozdular” sözüne çok içerlendiler. Hazar, öfkelenmişti. İçinden “Demek öyle Hazal Hanım! Köylüler kimyanızı buzdu ha! Sen de benim kimyamı bozdun.” Deyip televizyonu kökten kapattı.
Bir yerlerde duymuştu “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” sözünden düşünerek sanki kafasına ağır bir külçe değmişçesine sersemlemişti.
“Sanki ben çok mu istemiştim bu kalabalık yalnızlar ordusuna karışmaktan. Süslü, renkli boyalı kenti, yapmacıklı insanları ve
Hayatı kazanmak için birilerini hep öne sürdükleri yaşamdan palazlananla dolu; bu şehri terk ediyorum…”
“Bireysel açlar ordusu; kentin arka planlarında pusu, tuzaklarla yaşamlarını idame eden yarasalardan “derin şehir” farelerin cirit attığı aç yırtıcıların arka sokaklarından… Ben köyüme dönüyorum” diye düşünüyordu
Ertesi gün, Hazal ve Hazar, XRay Cafesinde buluştular. Hazal, başına ne geleceğinden habersiz Hazar’ın yanaklarından öperken, Hazar:
“Gidiyoruz!”
“Nereye?”
“Köye… Ailemi alıp gideceğim buralardan…” Hazal, kaygı dolu gözlerle:
“Ama ben köyde yaşayamam ki!”
“Sen gelmiyorsun zaten!”
Hazal, şaşırarak, korku dolu gözlerle Hazar’a yalvarır bir gözle:
“Neden… Nasıl yani, niçin?” soru bombardımana tutu. Hazal, adeta yıkılmıştı. Kahroldu, kelimler, mısralar düğümlendi boğazında. Bir kurşundan daha hızlı çıkmış bu ayrılık oku kalbini yaralamıştı. Hazar, imalı:
Biz kentin kimyası bozduk, Hazal hanım! Şehir senin köy benimdir artık.” Sonra “Hoşçakal…” deyip cafeden koşarcasına çıktı. Koşarken ağlıyordu Hazar. Zaten kente geldiğinden beri üstünde ağır bir yük varmış gibi hissediyordu kendini, o sözler sığınacak bir bahaneydi; kent hayatına bir türlü konsantre olamamıştı…
Hazal, arkasında bağırdı fakat duyuramadı sesini, masaya kendini bırakıp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Hazal, ilk kez bu kadar sevmişti gerçi Hazar’ın kültürü biraz zayıftı ama o da geçilebilirdi. Hazal, vicdan azabıyla kalakaldı; suçu kendine yüklemişti, “kendi ellerimle aşkımı infaz ettim” diye kendini parçalıyordu. Saç baş yoldu…
İki ay sonraydı… Hazal, her zaman ki gibi akşam haberleri sunuyordu, editörün “son dakika” haber pusulasını Hazal’ın önüne koydu. Hazal, yeni haberi okudu:
“Sevgili izleyicilerim… Az önce bize ulaşan “son dakika” haberi sizinle hemen paylaşmak istiyorum… L… Kırsalında askerler ve Kaçakçıklar arasında çıkan sıcak çatışmalarda iki sivilin öldüğü ve üç kaçakçının yaralandığı… Kare dondu adeta; Hazal, sanki bir an’a çivilenip kaldı! Hazar R…? Öldü.
Hazal, canlı yayında gözyaşlarına hâkim olamadı ve dudakları titriyordu, zor anlar yaşıyordu. Editör ve diğer televizyon çalışanları ne olduğunu anlamadan Hazal’ın başına üşüştüler. Binlerce insanın izlediği bu canlı yayında herkes en az oradakiler kadar meraklanmıştı. Bu haber ve Hazal’ın duygusal, yanıksal gözyaşları bomba etkisi yapmıştı. Ve bu canlı yayında olup bitenler haftalarca konuşuldu; kentin her yerinde kendi sevgilisinin ölüm haberini veren bu yaslı Spikerin...
Arada birkaç gün geçmişti ki Hazal’a kimin getirdiği belli olmayan bir pulsuz mektup bırakılmıştı. Zarfın içinde bir şiir vardı:
“Rüzgârlar, yağmurlar ve mevsimler…
Ve bizler;
Bizle kalabalıklaşan herkes gibi;
Her şey bitmeye mahkûmdur.
Anılarımız, bir süre ardımızda dilense de
O da bir zaman gelir unutulmaya…
Mürekkepsiz,
Alnımda bin parça hüzün duruyor
Adını bile anmıyorum
Andıkça kahır olduğumdan…
Dağlarda kırlangıçların
Şarkılarını duyuyorum
Leyleklerin göçebe hayatlarında
Kendi yalnızlığımı…
Kaçtım senden
En çok yabancı kimliğinden
Kaçarken…
En çok senden uzakta, öleyim diye
Hazar R…
Aslında her notanın bir hikâyesi vardır, hiçbir canlı boş, anlamsız, amaçsız yaratılmamıştır. Aşkın hoşnut veren hazzı ve buruk acıların karışık olduğu bu hayat; yaşamak ve yaşatmak içindir amacımız…
—İnanalım ölümün soğuk çığlıklarına-
Yeryüzünde kalacak gülüşlerime
Benliğimi saran aşkınla
Gökyüzüne çıkıp oradan seslen;
Çünkü ben giderken bile
Seni duymuş olacağım!
Herzem RONİVAN
22-12-2012
YORUMLAR
DemAN
Hoş geldiniz ve çok teşekkür ederim, sağolun efendim. onur verdiniz
Selamlarımla
yıldızlarınki,
yalnızlıkların en beteridir!
en beter yalnızlık,
kalabalığın ortasında,
yalnız olduğunu bilmeden yaşanandır!
yalnız olduğunu bilmeden yaşamanın,
yalnızlığın en kötüsü olduğunu kimse bilmiyor.
bir ben biliyorum,
bunun için
bütün okulları bitirdim…
KALEMİNİZE YÜREĞİNİZE SAĞLIK...
DemAN
Onur verdiniz sayfama gelip yorum bırakmakla, çok teşekkür ederim, sağolun efendim
Selamlarımla
Dünya döndükçe değişen koşullara uyum sağlamak tüm dünyalılar için hayli zorlaştı. Zeitgeist filmi seyretmiş gibi oldum.
Emeğinize sağlık diyor kutluyorum:Yorulmadan güzel ve emeklice yazıyorsunuz.
Şaban Aktaş tarafından 12/23/2011 5:21:31 PM zamanında düzenlenmiştir.
DemAN
Değerli yorumunuzla değer kattınız ve çok ama çok teşekkür ediyorum, sağolun.
Selam ve saygılarımı gönderiyorum