- 1139 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Obsesif Kompülsif Nevroz ( 1 )
Yaşlı adam, bahçesinde kocaman bir çınar ağacı olan, mahalle kahvesinin dış kapısına beş on adım kala aniden duruverdi...
Besbelli ki, taşıdığı poşetlerin ağırlığı onu oldukça zorlamaktaydı. Ellerindeki poşetleri yavaşça yere koydu.
Derin bir nefes aldı. Cebinden çıkarttığı beyaz ve düzenli katlanmış bez mendille, alnında biriken terleri silerken öfleyip püflüyordu. Bir iki dakika öylece kala kaldı. Derin bir nefes daha aldı. Parmaklarında iz bırakan poşetleri avuçlarıyla daha bir sıkı kavrayarak yerden aldı ve kahvehaneye doğru ağır ağır yürümeye başladı.
Bir öteki sokakta, kamyonet kasasında satılan patates ve soğanlardan beşer kilo almıştı. Manavda ki fiyatlara göre her ikisininde kilosu, kamyonet satıcısında birer lira daha ucuzdu...
Yavaşça ilerleyerek, ellerindeki poşetleri kahvenin bahçe duvarının iç kısmında özenle yere koydu. Poşetlerini görebileceği bir masayı gözüne kestirip, üzerinde eskimiş muşamba serili ahşap masanın boş plastik sandalyelerinden birine oturdu...
Tam on lira kar etmişti...
İçinden;
" Acaba Cuma pazarında daha ucuza bulabilir miydim? "
diye geçirmeden de edemedi.
Yine kendi kendine;
" Aman boş ver, kim yürüyecekti ki o kadar yolu !.."
diyerek cevap verdi.
Hem karlı bir alışveriş yapmanın, hem de serin bir gölgede oturmanın keyfini çıkartmaya başlamıştı.
Biraz rahatladı.
Kahvenin boydan boya açık kapısından içeriye doğru seslendi;
- Sabahattin bir baksana oğlum!...
Hiç kimse cevap vermemişti!. Tam ikinci kez seslenmeyi düşünürken, elindeki bir bardak demli çayla birlikte kahvehanenin sahibi Sait yanında beliriverdi.
- Yine şekersiz değil mi İsmet amca?
derken, çay tabağındaki iki kesme şekeri sağ avucuyla almıştı bile. Dikkatlice çayı masaya bıraktı.
- Zahmet oldu oğlum. Sağ ol. Bu yaştan sonra biz şeker olmuşuz zaten!. Baksana, on kilo yükü yüz adım götüremiyoruz!.
- Estağfurullah amca. Sen bizi bile götürürsün!.
dedi kahveci Sait.
Kendi söylediğine kendi bile inanmamıştı !. Yarım ağız bir tebessümle, yaşlı adama fark ettirmeden gülümsedi.
- Eee orası öyle. Yüce Mevlam ne yazmışsa o olur.
diyerek kahveci Sait’in sözünü tamamladı yaşlı adam
ve ekledi;
- Artık kimin sırasıysa.
Suratı, Tanrının sürprizi sevdiğini bilmenin verdiği yılların tecrübesiyle, bir kaç saniye içerisinde bilgece bir tavır almış, poşetlerin izleri belirginleşmiş sol eli ile sakalını sıvazlıyordu. Muhabbet hoşuna gitmişti. Öyle ya, kendisinden kırk yaş küçük biriyle, ölüm karşısında eşit şansta olduklarını düşünmek bile güzel bir duyguydu.
-Afiyet olsun
deyip içeriye girdi Sait.
Bir dakika ya geçmiş ya geçmemişti. Elindeki boş çay bardakları dolu metal tepsiyi sallaya sallaya garson Sabahattin dış kapıdan içeriye girdi. Lakayt bir şekilde yürüyor sağa sola gereksiz gülücükler atıyordu...
Yarım kabadayı bir ağızla;
- Vay!.. İsmet amcam gelmiş! .
derken, az daha ayağı yerdeki poşetlere takılıyordu. Son anda üzerinden atlayarak, kahvenin boydan boya açık, sineklik asılı iç kapısından ıslık çalarak içeriye süzüldü. Doğruca çay ocağının başına geçti.
Belli ki, her gelene aynı cümleleri kuruyor, sadece isimleri değiştiriyordu .Hiç güvenilir biri değildi açıkçası...
Kendi kendine;
"Nerede ? eski çaycı Muzaffer. Nerede? bu zırtapoz!."
diye de söylenmeden edemedi yaşlı adam.
Sonra, elindeki dolu çay bardağını üç kere kırılmayacak şiddetle masaya vurdu. Üçer kez sağdan sola doğru ve sonra da soldan sağa doğru havada daireler çizdirerek bardağı çevirdi. Bu sırada içinden, kimsenin duymayacağı bir fısıltıyla bir şeyler mırıldanıyordu. Her seferinde bardakla bir şey içerken alıştığı bu adetini, son on beş yıldır eksiksiz yerine getiriyordu. Önceleri sadece bardağı masaya vururken, son beş yıldır bu şekilde çevirmeye de başlamıştı. Etrafını kafasını çevirmeden gözleriyle kolaçan etti. Gerçi onu tanıyan her kes artık bu durumunu kanıksamıştı . Önceleri dalga geçip alay edenler bile, zaman zaman sadece; " cık...cık.. yazık adama!." diyerek durumu geçiştiriyorlardı.
Bir keresinde, geçen yıl kalp krizinden ölen istasyon şefliğinden emekli arkadaşı Celal; "onun bu davranışını sorguladığı için çok kötü fırça yemişti de," tam iki yıl konuşmamışlardı.
"Kimseye zararı yoktu ki!.."
"Kimi ne ilgilendirirdi ki onun bu davranışı?.".
Ritüelini yerine getiren yaşlı adam, çayını iki fırtta bitirdi.
Çay tabağının kenarına cebinden zorlukla çıkarttığı bir lira bıraktıktan sonra usulca sandalyeden kalktı.
Kahvenin bahçesinde hiç kimse yoktu.
Sanki her kes onu dinliyormuş gibi içeriye doğru;
- Haydi hoşça kalın, hepiniz Allah’a emanet olun.
diye seslendikten sonra, duvarın dibinden poşetlerini aldı. Yavaşça yürüyerek, manavın olduğu köşeden, parke taşı döşeli dik sokağın yokuşuna doğru yöneldi. Yokuşun başında sol ayağı iyice uyuşmuş ve aksamaya başlamıştı. Belli ki, şekerden tıkalı damarları biraz daha zorlanmış, varisleri yine kanla dolmuştu...
ahad...