- 806 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KOCA MEŞE
KOCA MEŞE
( 2011 ORHAN KEMAL ÖYKÜ ÖDÜLÜ -MANSİYON )
Koca meşe, ıssız ovada serin rüzgârlarda dallarını salladı, yapraklarını hışırdattı. Kuşlara, böceklere, sincaplara yuva olmuş koca gövdesiyle, yeni doğan güne doğru gerindi. Başından cıvıl cıvıl serçe sürüleri geçti; ak, kara tüylü saksağanlar ve rengi kızıla çalan bakır renkli bulutlar. Güneşin bulutları delen ilk huzmeleriyle ovayı turlayan kül rengi iki kartal, koca meşenin üzerinde döndüler. Kerpiç evin bahçesindeki ak horozun sesine, taş evin bahçesindeki kırçıl horoz karşılık verdi ve dağlardan karşılık geldi. Hanelerdeki insanlar uyandılar, kuyuda ellerini, yüzlerini, yıkadılar, ayakyoluna gittiler. Yakındaki köyden kuşluk vaktinin suskunluğunu bölen küçük mavi traktör bacasından halka halka dumanlar savurarak geldi, duvar ustaları indiler, aletlerini, edevatlarını indirdiler.
Bozdağlılar’ın Hasan ve kardeşleri, ustaların başına geçtiler, duvarın çizgisini gösterdiler. Hasan elindeki sopayla bir uçtan bir uca, ince bir hat çizdi. Meşe ağacı tam sınırda kalacaktı ve iki hane arasında yüksek taş duvar olacaktı. Şahinde Gelin, gün boyu kuyuda kap kacak yıkadı, çamaşır yıkadı, kızanları yıkadı. Ustalar meşe ağacının gölgesinde dinlendiler, yemek yediler, ayran içtiler. Duvar iki tuğla boyu yükseldiğinde, gün akşama döndü, akşam geceye…
Pamukçugiller’in Ali’nin itirazı vardı; babasından da, anasından da, meşe ağacının dedelerinden kaldığını duymuştu. Şimdi koca meşe göz göre göre niye tam ortada olsundu? Ali sofrada; “İtiraz edeceğim, kasabadan keşif getireceğim” dedi. Anası, karısı, kızanları başlarını kaldırdılar, kaşıklarını elden bırakıp, yüzüne baktılar. Kiraz Ana: “İtiraz mı edeceksin? Keşif mi getireceksin? Baban bu koca meşe ağacı yüzünden ölmedi mi? Senin de ölmene razı olur muyum sanıyorsun?” Gülnar Gelin; “Yapma Ali’m, yapma yiğidim, erkeğim, erim. Hadi beni dul bırakmaya razı olacaksın da, yumruk kadar yavrularını nasıl yetim koyacaksın?” Ali: “ Devletin kanunu var, savcısı var, hâkimi var; yarın kasabaya varacağım, hak, hukuk arayacağım, sakın önüme geçmeyin.” dedi. Kiraz Ana’nın öfkeden yüzü allandı, boyun damarları şişti: “Baban, meşe ağacı bizim arsada dedi de, ona kim inandı. Muhtar Memet kimi tuttu? Ya iki ayağı çukurda Topal İhsan yalancı şahitlik yapmadı mı? Hâkim kimi dinledi.”
Ovaya serinlik düştü gece boyu, meşenin yapraklarına çiy taneleri düştü. Uzaklarda çakallar, kurtlar uludular. Kiraz Ana, Gülnar Gelin ve Ali uyuyamadılar. O gece Ali’nin yüreğine gam, saçlarına kır düştü.
Bozdağlılar’ın helâ lambası yandı ara sıra. Hasan dışarı çıktı, tütün sardı, cigara içti, düşünceliydi. Karısı hiç razı değildi bu duvar işine. Şahinde Gelin, ikiz bebelerini emzirirken ağladı, küstü kocasına. Ocağa güğüm koydu, süt ısıttı ara sıra. Böyle komşuluk olur muydu? Aralarında sevgi yerine, taş duvar hoş durur muydu?
Pamukçugiller’in Ali, o sabah yerinde duramadı. Yaşlı anası da, gamlı karısı da, ağzı süt kokan çocukları da yerinde tutamadılar. Ali, kır atına atladı, dörtnala şahlandırdı, kuşluk vakti şehre vardı. Derdi vardı, içine ağladı, atını koyu gölgeli bir atkestanesi ağacının altına bağladı. Başından şapkasını çıkardı, sonra hükümet binasının kapısından içeri daldı. Bugün, kaymakama vardı diyeceği, bundan sonrasıysa hâkimin bileceği…
Üç gün sonra köye hâkim geldi. Uzun boylu, kızıl saçlı hâkim arsayı inceledi, köyün en bilgesini çağırdı, en güngörmüşünü. Sonra ahaliye: “Bu koca meşe ağacı kimin?” diye sordu. Meşe bildik bileli tam ortada kalıyormuş, doğruyu bile bile yalan geçer akçe oluyormuş. Gün boyu ölçtüler, biçtiler, kara kaplı defterlere zapta geçtiler. Fenaydı Bozdağlılar, köyde fena, yedi bela bilinirdi. Bozdağlılar, hâkimi duvarın ötesinde, meşe ağacının serin gölgesinde ağırladılar. Akşama kadar, dolunay ışığında, çiy düşene kadar çengiler çaldılar, kuş sütünden sofralar kurdular, kuzu çevirdiler, mahzenlerden yıllanmış şaraplar arayıp buldular. Bundan sonra hâkimin kararı beklenecekti, bu koca meşe hikâyesi bitecekti.
Ali, tüfeğini duvardan indirdi, mekanizmasını çevirdi, fişeği namluya sürdü, taş pencerenin ardında bekledi. Bozdağlılar’ın Hasan karşısına çıkar çıkmaz bir kurşunda vuracaktı. Hasan ölecek, Hasan ölecekti, er ya da geç kara toprağı görecekti. Silahına sokuldu, tetiğe dokundu, sonra parmağını geri çekti birden, etrafına bakındı. Kiraz Ana soluk soluğaydı, karşısında duvar gibi duruyordu. Yüzü asıktı, öfkeliydi. Tüfeğe uzandı, namlunun ucundan çekti. “Sakın ha oğul, şeytan doldurur; eğer beni çiğneyip geçersen vur! ” dedi. Ali, hiç bir şey demedi. Kem söz söylemedi, aldı başını gitti. Yatağına uzandı, başına yorganı çekti. Kızgındı, öfkeliydi, kin doluydu yüreği. Güçlü olsa da bileği, yaşlı anasını ezip de gidemezdi. Düşündü Ali, geceyi gündüze ekledi, gözünü kırpmadı, uyku tutmadı; ilk horozların ötmesini, sabah ezanının okunmasını bekledi.
Bozdağlılar’la, Pamukçugiller’in harman yerleri de yan yanaydı. Buğday demetleri, samanlar, çuvallar, at arabaları az araydı. Poyrazdan eserse rüzgâr toz, sap, saman, birinin üstüne gelirdi; lodostan eserse diğerinin üstüne. Karısı, kızanı, harman yerinde günlerce kalırlardı. Ara sıra lodosta öğle uykusu uyurlardı. Aslında iki aile de çalışkandılar, bu harman işine alışkındılar.
O gün harman yerinde kimseler yoktu. Oysa yapılacak işler ne kadar çoktu. Hasan, lodosta harmanını Ali’nin üstüne üstüne savurdu. Ali dayanamıyordu, böyle tozun altında kalınır mıydı? Nispet yapar gibi hiç harman savrulur muydu? O gün ayran içişlerinden tut da yemek yiyişlerine, hapşırıp öksürüşlerine kadar birbirlerini hiç çekemediler. Öğle uykusuna bile yatmadılar, hep göz göze geldiler. Kinle yoğrulmuş ateş pare bakışlar uzun uzun çarpıştılar. Yoksa güneş mi geçmişti, lodos başlarını mı döndürmüştü? Ali seslendi: “Ey Âdemoğlu Allah’ından bul.” Hasan ilendi, hayıflandı, küfretti: “Sıkıysa karşımda dur.” İkisinin de öfkeden boyun damarları şişti, bedenlerini ter bastı, yüzlerine kırmızılık çöktü. Uzun uzun atıştılar, yumruk yumruğa, bilek bileğe çarpıştılar. Ot, saman savruldu; toz duman savruldu harman yerinde. İkisinin de yüreği kinle mayalandı, öfkeyle kavruldu. Hasan karnına vurdu, yüzüne, gözüne vurdu Ali’nin. Ali’nin yumrukları Hasan’ın alt dudağını patlattı. Kavga yerine, kan yerine, dava yerine döndü, harman yeri. Ali, art arda darbelerle sendeledi, ayakta zor durdu. Hasan’ın üstüne üstüne yürüdü. Dövmeliydi onu, kan işetmeliydi, kalkamamalıydı günlerce yatağından. Ali, var gücüyle, son gücüyle itti; Hasan’ın koca bedeni, sırtüstü ot yığınlarının arasına düştü. Hasan, afallamıştı, öylece kalakalmıştı. Artık ondan hiç ses seda yoktu. Yoksa tilki bayıltması mıydı bu, çocuk avutması mıydı? Hasan tuzak mı kurmuş, oyun mu oynuyordu? Ali merak etti vardı, yanına. Gözleri büyümüştü Hasan’ın, kan gelmişti ağzından. Ali, heyecanla tuttu çekti omzundan. Kanlar sızıyordu, direnin dişlerinin girdiği yerden. Nabzına dokundu, nefesini dinledi, Hasan, soluk almıyordu, sanki lodosta öğle uykusu uyuyordu.
Gökte kuşlar döndü, sap, saman döndü. Ali’nin başı döndü. Korktu Ali. Şimdi ne olacaktı? Koca Hasan’ı ne yapacaktı? Üç dişli direni çekti, çıkardı yerinden, kanlı bedeninden. Omuzlarının arasından çekti önce Hasan’ı, sonra sırtına aldı, onu kimsenin bulamayacağı karaçalıların arasına koydu. Koştu harman yerine, kimseler yetişmeden, gelip görmeden, yerdeki kanları temizledi, direni otlara batırdı, toprağa batırdı, deredeki suya batırdı. Harman yeri, yine harman yeri gibi olmuştu; Hasan’ın ömrü son bulmuştu. Ali’nin kanı çekilmiş, donmuştu. Ali, aldı başını çekti gitti. Sabahtan akşama kadar harman yerine uğramadı. Sadece uzaktan gözledi. O gün harman yerine ne gelen ne de giden olmuştu. Gün çekilirken dağların ardına, yüksek çalılıklar arasından Ali, toz olmuştu.
Kiraz Ana dikildi karşısına, heykel gibi durdu. Sanki Nemrut’un dağında bir taştı da hiç konuşmuyordu. Sırat köprüsü gibi durdu, mahşer terazisi gibi durdu, kara kitap gibi durdu. İkisi de suskun, sofraya oturdular. Ali, ne su içti ne de bir lokma yedi. Arpacı kumrusu gibi düşünceliydi. Kiraz Ana; “Sende bir hal var Ali’m.”dedi. Ali durgundu, konuşmuyordu, sanki kafeste ötmeyen bir kuştu. Karısı çorba koydu, katık koydu; tuz, biber koydu sofraya. Karpuz kesti, kavun kesti, peynir kesti yanına. Ali, karpuzdan yedi biraz “Galiba hastalanıyorum” dedi.
Bozdağlılar’ın lambaları yandı gece boyu, evlerine gelip gidenler oldu. Hasan eve dönmemişti. Sordular soruşturdular, Hasan’ı bugün kimseler görmemişti. Gece geç vakte kadar, elde fenerlerle, dağları, ovayı, ormanı taradılar. Ay yükselene, gökte tepsi gibi büyüyene kadar aradılar. Gece kuşları öttü dağlarda; kurtlar, çakallar ürüdüler. Gözleri bir korkudur bürüdü. Hasan hiçbir yerde bulunamadı. Sanki yer yarılmış da yerin dibine girmişti. “Hasan öldü mü?” “Kim öldürdü?” dediler. “Hasan’ın eve uğradığı yok.” “Hasan kaçtı, sır oldu.” dediler. Hasan hiçbir yerde yoktu.
Şahinde Gelin, kimselere inanmadı. İnanmak istemedi. Hasan, nasıl olsa çıkıp gelirdi, evinin yolunu bilirdi. Sonra içine kurt düştü, şüphe düştü, şeytan düştü. Sabahleyin erkenden Pamukçugiller’in kapısına dikildi. “Hasan nerde? Hasan’ım nerde?” dedi. Kiraz Ana, “Görmedim.” dedi. Gülnar Gelin; “Duymadım.” dedi. Kızanlar başlarını iki yana umutsuzca salladılar. Ali uzaklaştı yanlarından. Şahinde Gelin bağırdı ardından: “Hasan’ıma kıyan katil.”
Kiraz Ana peşinden koştu. Ali; “Gelme ana” dedi. “Sen de bir hal var oğul.” dedi. Ali sustu, konuşmadı, yalnızca soluk alıp verişi duyuldu. Kiraz Ana: “İnsan öldüren cennete giremez, sütümü helal etmem, eğer yalan söylersen” dedi. Ali olduğu yerde kaldı. Bahçe döndü, meşe ağacı döndü, Kiraz Ana döndü etrafında. “Ana üstüme gelme.” dedi. Meşe ağacının üstünde bir baykuş öttü, sonra iki yaprak yere döne döne düştü.
O gece Pamukçugiller’in harman yerleri yandı. Buğday demetleri, ot yığınları, at arabaları ve samanlıkları yandı. Harman yerine koştu Kiraz Ana, karısı, kızanı koştu. Alevler kavak ağacı boyu yükseldi, kimse yanına yaklaşamadı. Ali, sanki yere çakılmıştı, mıh gibi saplanmıştı, peşlerinden gidemedi.
Ali, o gün evde duramadı. Harman yerine varanlar, elbet Hasan’ı bulacaklardı. Kartallar dönüyordu gökte; keçiboynuzlarıyla, tespihliklerle, karaçalılarla kaplı dağın üstünde. Çalılıkların arasına koştu. Hasan nerdeydi? Onu hangi çalının dibine koymuştu? Her çalı birbirine benzemiş, boy boy olmuştu, peki ölü nereye kaybolmuştu? Onu her yerde ararken birden olduğu yerde durdu, ciğerini yaktı ağır bir koku, burnunu sızlattı. Onu bulduğunda her yanı şişmiş, gözleri daha da büyümüştü. Ürperdi Ali. Bir ölüyü bu kadar yakından hiç görmemişti. Korktu, olduğu yerde titredi. Ne olursa olsun Hasan’ın yanına varmalıydı. Hasan’ı yerden alıp sırtlanmalıydı. Ali, karanlığın çökmesini, ayın yükselmesini, ilk horozların ötmesini bekledi. Gece boyu alnından durmadan terlemişti, sanki bu dağın eteğine daha önce hiç gelmemişti. Bu heyecanı, bu telaşı, nedendi?
Ali, ölüyü omzundan çekip sürüye sürüye, sırtına alıp yürüye yürüye mezarlığa vardı. Mezarlıkta sırtından indirdi, ulu çitlembik ağacına yaslandı. Genzini yakan ağır bir koku vardı. Ciğeri sökülene kadar öğürdü, böğürdü. Köyün köpekleri bile defalarca uludular. Ali, kazmayı vurdu toprağa, toprak titredi, yarıldı. Ali’ye anası, karısı, kızanı, börtü böcek darıldı. Toprağın kokusunu duydu Ali, gözyaşları yere lime lime düştü. Ali ağlıyordu, Kabil’e eş yüreğini dağlıyordu. Mezarlık sessizdi, ıssızdı, belki de son adresti. Asırlık uykulara yatmıştı ölüler. Hasan kıyamete kadar burda kalmalıydı, soyu kesilmiş ölüler arasında sır olmalıydı. Derin kazmalıydı mezarını, Hasan gizlenmeliydi, mahşere kadar kimsesiz kabirde dinlenmeliydi. Ölüyü öylece itti mezara, üstünde kanlı giysileriyle. Mezardan tok bir ses duyuldu, keskin bir koku geldi. Hasan’ın gözleri açıktı, ayışığında parlıyordu, hala ona suçlayarak bakıyordu. Ali, tir tir titredi. Görmemek için yüzünü, toprak attı üstüne, gözlerine. Toprak yığın olmuştu, sanki koca bir dağ olmuştu. Köstebek yığınları gibi alçak olsaydı, hemen gizlerdi. Çalı çırpı topladı, kuru dallar topladı, sarmaşıklar örttü mezarının üstüne.
Ali, koca meşe ağacının altından geçti. Yatağına girdiğinde ilk horozlar peş peşe öttü. Karısı ona sırtını döndü. “Yoksa Gülnar Gelin her şeyi biliyor muydu? Ali yorgundu, yattığı gibi uyudu. Gülnar Gelin’in gözleri karanlıkta büyüdü.” Ali, gece yarısı nereden geliyordu?” Burnunu çekti, havayı kokladı. Genzini saran bu ağır koku da neydi? Gülnar Gelin neler olduğunu anlamaya çalıştı. Ali, hemen uyudu, yorgundu, horluyordu. Gülnar Gelin’in gözlerine gece boyunca uyku dolmadı. Düşünceler karanlıkta kördüğümdü, üzerine karabasan gibi yürüdü. Olayları fazla mı abartıyordu? Sıcak yatağına dost mu, düşman mı taşıyordu? Yoksa bir katille mi yatıyordu? Farkına varamadı.
Ali uyandığında, Kiraz Ana, meşe ağacının altını süpürüyordu. Kızanlar oynuyorlardı, kuyu başına vardığında. Karısı kilim yıkıyordu, sanki bir perde vardı arada, onu görmüyordu. Ustalar taş duvarı bitirmişti, artık örmüyorlardı. Ahıra varınca anladı tüm bunların sebebini, hanesine zulüm edenini. Davarlar, atlar, boylu boyunca yerde yatıyorlardı. Hayvanı haşatı, köpeği bile zehirlenmişti.
Kiraz Ana, bayram günü Ali’ye elini vermedi. Karısı da, kızanları da yanına gelmediler. “Hasan bulunana kadar köylüler artık bu kapıdan içeri adım atmayacaklarmış. Pamukçugiller hısım değil hasım olacaklarmış; kıyamete kadar dargın duracaklarmış. İki hanenin çocukları birbiriyle hiç oynamayacaklarmış, bayram bile olsa bu haneden şeker almayacaklarmış. Pamukçugiller’in evine bakan camlara tahta vurulacakmış. Bu taş duvar arada hep kalacakmış, dünya yıkılsa yerinde duracakmış.” Böyle söylemiş Bozdağlılar her gelene geçene. Pamukçugiller’e kara ferman biçene.
Koca meşenin en tepedeki palamutları, yüksek dağları, ovayı ve denizi görüyordu. Sarıköy Ovası’ndaki pirinç işçilerinin hüznünü biliyordu. Sabah Bozdağlılar’a, ikindiden sonra Pamukçugiller’e düşüyordu, koca meşenin gölgesi. On beş çocuğun kulacına eşti yaşlı gövdesi. Bir kaç günde koca meşe iki hane arasında kalmıştı, taş duvarla aynı sıra olmuştu. Duvar örüleli beri çocuklar birlikte oynamamışlardı. Bulgur kazanları yan yana kaynamamıştı. Yoldan geçen hangi yolcu şaşırmazdı bu taş duvar işine. Sevgisiz tüterken bacalar herkes olmuştu diş dişe. Köy kurulduğundan beri, en uzun yaşayanları gibi; mezarlıktan ölüler kalksa bilmezdi meşenin yaşını. Oysa koca meşe biliyordu bütün hanelerin kerpicini taşını. Biliyordu Bozdağlılar’la Pamukçugiller’in hısımlığını. Soran olsa söylerdi kaç kuşak olduğunu? Koca meşe biliyordu çoğa varmaz, yarına kalmaz öleceğini. Bu gaddarlığın ne sevgili canlar gömeceğini. Ali’nin eli artık kanlanmıştı, burnu kan kokusu almıştı. Üzülse de anlatamasa da derdini, her şeyin kaza olduğunu. Ali’ye bir tek o inanmıştı.
Koca meşe bir gece yarısı, köklerinde büyük bir acı hissetti. Hasan’ın kardeşleri ellerinde bidonlarla, kaç zamandır dibine mazot ve zehir döküyorlardı. Onları ellerinde kazmalarla toprağı kazarken gördü. Dibini açıyorlardı, köklerini açıkta bırakacak biçimde kazıyorlardı. Koca meşe, birden daha büyük bir acıyla sarsıldı, titredi. Toprağa uzanan kökleri hızarla kesiliyordu. Ayakta güçlükle durmaya çalıştı, bedeninin ta içten yandığını hissetti. Anlam veremiyordu bu işin nihayetine, beşerin manasız ihanetine.
Bu sabah ne Pamukçugiller ne de Bozdağlılar evlerinden dışarı çıkamadılar. Kıyamet mi kopuyordu, yoksa tanrının laneti miydi olan? Her tarafı sarıcı arılar sarmıştı. Köyün üstünü oğul oğul almıştı. Zemheri ayındaymış gibi komşu komşuya geçemedi. Bunu günaha yordu köyde bilge kişiler, küslüğe, dargınlığa yordu. Sanki arı vızıltısından kulaklar sağırlaştı, bahçelerdeki çiçekler soldu. Kiraz Ana, çamur sürdü, sirke sürdü torununun koluna bacağına. Bin pişman oldu torun, koca meşe ağacının altında oynadığına.
O yaz önce mısırlar, sonra pirinç tarlaları kurudu. Kurbağalar derelerden soğudu. Bu kuraklık ne zaman son bulacaktı? Köyde birlik olsa yağmur duasına çıkılacaktı. Yedi köyün insanları, açları, öksüzleri, gece gündüz doyurulacaktı. Köyde kuyular kurudu, bahçelerdeki çiçekler kurudu, kuşların kursakları kurudu. Camgüzelleri, fesleğenler, ortancalar, hatmiler küsmüştü, bir damla suya bütün haşarat üşüşmüştü. Koca meşe sanki üşümüş de büzülmüştü.
Kurbağalar yağmuru günlerce önceden haber verdiler. Ağaçlar, sarı, somon ve lal rengine döndüler. Ali, gökyüzüne baktı, gece katran karasıydı. Kapkara bulutlar göğü kaplamıştı. Aladağlar’ın üstünde şimşekler çakıyordu, geceyi gündüz gibi aydınlatıyordu. Yakınlara ard arda yıldırımlar düşüyordu. Birden büyük bir gürültü duyuldu, sanki kıyamet kopuyordu. Pamukçugiller gibi, Bozdağlılar da pencerelerine koştular. Camlar kırılmış, yağ kandilleri sönmüştü. Koca meşeye yıldırım düşmüştü. Geceyi ateşler alıyordu, dallar alev alev yanıyordu.
Ortalık ağarınca Ali yatağından doğruldu. Yağmur, hala amansız devam ediyordu. Pencereden dışarı baktı. Dereler taşmış, sel suları evlerine kadar gelmişti. Gözlerini ovuşturdu birden. Koca meşe devrilmiş, aradaki taş duvar yıkılmıştı.
Ali, köye doğru yürüdü, ters dönmüş bir kaplumbağayı çevirdi. Derenin üzerinde taş köprüyü göremedi. Toprağın kızılını almış dereler boz bulanık akıyordu. Ali şaşkındı ne yapacağını bilemedi. Yağmurdan çöken çatılara, selden yıkılan evlere baktı. Sık ağaçların arasında şişmiş sığırlar, koyunlar, keçiler ve yabani hayvanların ölüleri vardı. Derenin suları köpük köpüktü, otları, yaprakları, dalları, canları almış götürürken coşkuyla çağlıyordu. Dağlardan büyük kütükler inmişti. Ali, neler olduğunu anlamaya çalıştı. Yerde yatan bir ceset vardı. Eğer bu Hasan’sa dünya ona dardı.
Köylülerin çığlıklarıyla irkildi birden. Derenin karşı kıyısında birkaç ceset daha vardı. İçlerinden biri mutlaka Hasan’dı. Ali, gördüğü tüm cesetleri evirip çevirerek bakıyordu. Sahipsiz ölüler ciğerini yakıyordu. Yakınlarda bir kadının çığlıkları duyuldu, köylüler o yöne doğru koyuldular. Çalılıkların arasına şişmiş bir ceset takılmıştı. Şaşkınlık ve korku tüm yüzlerde okunurken, dilden dile dolaşan söylentiler vardı. Cesetler yeni ölen birine ait değildi. Üzerindeki çamurlu kefen daha yeni yıpranmıştı. Rüzgâr, burun deliklerini sızlatan pis kokular getiriyordu. Kıyamet kopmuş olmalıydı; feryatlar, figanlar göğe yükseliyordu. Köylüler durumu anlamışlardı. Sel mezarlık boyunca yükselmiş, mezarlarından ölüler çıkmıştılar ve her tarafa sürüklenmiştiler. Ali, mısır tarlalarında, pirinç tarlalarında, Hasan’ı aradı.
Köylüler: “Mezarlıktaki ölüler denize bile varmış.”dediler. Ali rahatlamıştı, sanki bir kuş gibi gökyüzüne doğru kanatlanmıştı. Denizde Hasan’ı artık balıklar yiyecekti, onu öldürdüğünü şimdi kim bilecekti? Yürüdü dere boyunca yükseklerden, karaçalıların arasından yürüdü. Yürüdü vahşi hayvanların patikasından…
Durdu birden Ali. Dere boyundaki çınarın dallarına takılı cesedi görünce. Yeşillerinden tanımıştı onu, bu kesinlikle Hasan’dı. Suya girdi dallara tutuna tutuna. Çekti ölüyü sıkıştığı, suyun döne döne köpürdüğü yerden. Kıyıya kadar sürükledi. Yüzünü çevirdi. Çürümüştü, kokmuştu, göz çukurları bomboştu. Ürpertiyle uzaklaşırken ölüden, sadece sabun kayganlığı kalıyordu ellerinde. Öğürüyordu kusuyordu, bu kesinlikle Hasan değildi.
Ali uzaktan denizi gördü. Koşa koşa, düşe kalka vardı suya. Deniz engindi. Deniz küsmezdi. Deniz aldığını geri verirdi. Kütükler varmıştı denize, sığırlar, vahşi hayvanlar, ölüler varmıştı. Deniz hepsini içine almıştı. Bağırdı alabildiğine, dalgalar ses verdiler, uzaklardan martı çığlıkları geldi, artık kimse Hasan’ı bulamayacaktı.
Ali durdu birden. Zaman durdu. Dizlerinin üstünde çöktü kuma. Dalgalar vurdular kıyıya. Ali üşümüştü, tepeden tırnağa ıslanmıştı. Darmadağındı yüreği, perişandı, kalbi kırk yerinden delik deşikti. Su alıyordu yüreği, dibe batıyordu, boğuluyordu. Atamıyordu düşüncelerini başından, silemiyordu Hasan’ı bir türlü gözlerinin önünden. Ne zaman gözlerini kapatsa karanlıkta Hasan’ın gözleri büyüyordu. Biliyordu bundan böyle dünya ona dardı.
Ali sarhoş gibiydi, berduş gibiydi, yüreğinin dehlizlerinde dolanıyordu, Hasan’ı ararken oyalanıyordu. Ruhunun girdaplarından bir türlü kurtulamıyordu. Derken, gün biterken, kulak verdi vicdanının sesine, acıyı soluyan nefesine. Kararlıydı Ali. Hasan’ı bulsa alıp köye götürecekti. Sırtında taşırken yorulduğunu bilmeyecekti. Doğrusunu anlatsa, anası, karısı, kızanı, belki ona inanırdı? Hasan’ı bulsa hemen sırtına alacaktı. Bozdağlılar onu alnının tam ortasından vursalar bile, köye varacaktı.
Ali, elleri boş döndü. İdam sehpasına çıkar gibi vardı köy meydanına. Hanelerden kadınlar, kızlar bakıştılar. Adamı, kızanı, selden arta kalanlar meydana doluştular. Ali, yenik düşmüştü vicdanının ayak sesine. Elalem ortasında haykıracaktı yüreğinde sakladıklarını, cehennem alevinde her an yaşadıklarını: “Hasan’ı ben öldürdüm, Hasan’ı ben öldürdüm, sonra da mezarlığa çitlembik ağacının altına gömdüm” diyecekti.
Ali’nin nidaları dağlarda yankılandı. Herkes şaşkın, ona bakıyordu, Ali, kimin diline değse artık yakıyordu. Sonra beklenmedik bir şey oldu, bitkin bir delikanlı kalabalığın önüne geçti: “O gün harman yerinde, ben de vardım. Kazayla oldu her şey başkasından duysaydım inanmazdım. Göğüs göğüse, yumruk yumruğa kavgadan sonra, Hasan bir daha kalkmamak üzere, ot yığınlarının arasına düşecekti, üç dişli diren sırtından girecekti. Ali, onu takip ettiğimi hiç görmedi, bilmeyecekti ve ağlayarak Hasan’ı toprağa gömecekti.” Herkes daha da şaşırdı: “Böyle şey olur muymuş? Böyle yalan yere şahitliğe hâkim, hiç inanır mıymış?”
Muhtar, candarma çağırdı. Ağaçlardan yapraklar döküldü yükseklerden. Gün çekildi dağların ardına. Akşam ezanı okundu ardından. Alacakaranlık çöktü ovaya, sonra gecede silindi bütün yüzler. Ay tutuldu o gece. Bir kaç el silah atıldı. Candarma geldi. Ali’nin kollarına kelepçe vuruldu. Ali, kasaba yoluna koyulduktan sonra köylüler evlerine döndüler ve ay kurtuldu.
SON
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.