- 2626 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
“MEVLANA BİZDEN OLSAYDI!”
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
1992’de Dünya Şairler Kongresi’nde İstanbul Gezilerimizin olduğu bir günde, Süleymaniye camiine gitmiştik. Camiyi ziyaret ederken grupta bulunan Fransız bir bayan kenara çekildi, secdeye kapandı sonra ağlamaya başladı. Yakınındaydım, ilgimi çekti. Dikkatle ve hayretle kendisini takip ettiğimi görünce kalktı, yanıma geldi. Kırık bir Türkçe ile anlatmaya başladı:
“Çok şanslı bir milletsiniz, hatta özel bir milletsiniz. Tanrı, Yunus’u ve Mevlana’yı insanlığa sizden armağan etmiş. Hadi, Yunus’un dili sizin halkınızın gönlüne çok yakın. O sizin olsun ama Mevlana bizden çıksaydı ne olurdu yani?..”
Şair hanım, ‘Mevlana bizim dilimiz olsaydı’, demek istiyordu. Sorusunun altındaki niyet buydu. Buna rağmen, sormadan edemedim:
“O, bütün insanlığın rehberidir. Bizden çıkmış, sizden çıkmış ne fark ederdi ki? Sonra sizden olsa nasıl olurdu?
“Bizden olsaydı, biz bütün dünyada Fransız kültürünü hakim kılardık!..”
“O bizden çıkmış, ama bizimle yetinmemiş, bütün insanlığın sesi oluvermiş. Bakın sizler geldiniz burada, Yunus’la buluştunuz. Mevlana’yı bu kadar yakından tanıdığınıza göre, Fransa’da da Mevlana ile berabersiniz herhalde?..”
“Evet, orası öyle, ama yine çıkıp birileri ‘Kimdir Mevlana?’ diyebiliyor. Bu soruya, ‘Fransız!’, cevabını vermenin ayrıcalığına da sahip olmayı çok isterdik…”
Aslında hanımın idealize ettiği düşüncesinin arkasında yine de, Batı’ya, Batılıya has emperyal bir niyetin varlığı kendisini hemen hissettiriyordu:
‘Fransız kültürünü dünyaya hâkim kılabilmek için’ Mevlana’yı araç olarak düşünüyordu. Onun büyüklüğü, insanlığı kurtarmak için değil, Fransa’nın çıkarları için birşeyler ifade edebilecekti. Nezaketim, bu niyetini kendisine söylememe izin vermedi. Ama, söylediklerini dinlerken tebessümle dudak büküp başımı anlamlı bir şekilde sallamış olmamdan sanırım bir şeyler anlamış oldu.
Vedalaşırken ellerimi tuttu: “Siz galiba beni biraz yanlış anladınız”, diye söze başladı. Arkasından şunları ekledi:
“Siz, Mevlana’yı yeterince anlatamıyorsunuz. Mevlana demek, dans (Batıdaki ve turistik otellerdeki Sema ayinini kastediyor) demek değildir. Dinin vecd hâli gösteri şekline dönüştürülmemelidir. Biz, onun kitaplarını bütün dünya dillerine çevirir ve her tarafa dağıtırdık. İnsanlığın kavgadan kurtuluşunun reçetesi Dans’ta değil, “Mesnevi”dedir!..”
“Hanımefendi, siz söze ‘Mevlana bizden olsaydı, bütün dünyada Fransız kültürü hâkim kılardık’, diye başladınız. Bu Mevlana’yı takdim değil, Mevlana vasıtasıyla Fransız hâkimiyetini takdim değil midir?”
“O oo, işte korktuğum bu şekilde anlaşılmaktı. Ben, Mevlana ile Fransız kültürünü yüceltmek istiyorum... Burada devlet hâkimiyeti değil, inanç hâkimiyeti vardır. Onu kastettim. Belki tam anlatamadım, tam çeviri yapamadım. Beni bağışlayın, özür dilerim, Mevlana’dan da özür dilerim. Onu böyle siyasi bir maksada alet etmek istemem ben. Hele hele sırf Mevlana sevgisi için Türkçe’yi öğrenmeye çalışan ve Mevlana ile ilgili yayınları takibe hassasiyet gösteren birisi için bu çok rencide edici bir hal olur!.. ”
Artık, sözünün devamında, “Fransız ayrıcalığı” ndan neyi kastettiğini sormadım. Belki de Batı’daki manevi çürümenin önüne geçebilmek için Mevlana’nın düşüncesini kurtarıcı bir iksir olarak görüyordu… Belki de, böyle bir ruh hamurunu Fransa’dan dünyaya ihraç ederek ülkesinin manevi gücünü gösterme hevesindeydi.
Anlaşılan o ki, gerçekten Mevlana Hazretleri, Batı’da olsaydı, Onu önce “Aziz” yapar, sonra da bunu kültürel hâkimiyet için vasıtaya dönüştürürlerdi…
Biz ise, Mevlana öğretisinin zenginliğini kendi kültürümüzün mihengi haline getiremedik!