- 2191 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir devlet mi, bir toplum mu?
Başpiskopos Makarios, Kıbrıs Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı.
1974 yılında Yunan Cuntası darbe yapacak şeklindeki uyarılara “Korkmayın yapamazlar.
Türkiye’nin müdahalesini göze alamazlar” diyen Makarios.
Darbe yapılıp da asker sokaklara düşünce hala daha inanmayıp “Darbe değil, mutlaka başka bir şey var” diyordu.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir Rum devleti olması için hem İngilizlere hem de Türklere karşı başlatılan mücadele yaşanacak acıların başlangıcı oldu.
Türkiye, Yunanistan, İngiltere Kıbrıs Cumhuriyetinin garantör ülkeleri.
Ada sahibi iki halk ve bu Cumhuriyetin kurulmasını olgunlaştıran ilgili devletler bu Cumhuriyete o kadar güvenmemişler ki, o kadar içinde olmak istemişler ki “Garantörlük” sistemini geliştirmişler.
Kıbrıs Cumhuriyetinin toprak ve anayasal bütünlüğünün korunması garantörü olan bu ülkeler, bunun yanında ada da bulunan İngiliz üsleri içinde İngiltere’nin istediği garantörlük güvencesini verdiler.
Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulumunda eksik olan bir nokta vardı.
Bu eksik nokta aslında en başta olması gereken “Arzu ve Güven” durumu idi.
Her iki tarafta bu Cumhuriyetin hiç olmamasını arzuluyordu aslında.
“TAKSİM” ve “ENOSİS” beklentisi bu yönde çabaları da motive ediyordu.
Kıbrıs Cumhuriyeti bu beklentileri sonlandırdı. Hatta iki ayrı devlet olarak bölünmeye karşıda bir yasaklama getirdi.
O günlerden bugünlere elbette değişiklikler oldu.
Bunca zamana rağmen değişmeyen etkenler de var mutlaka.
Değişmeyen, değiştirilemeyen en önemli unsur geçmişte yaşamak.
Bunu bir malzeme yapmak, bir politika haline getirip kullanmak çıkar sağlamak.
Kıbrıs adasının kırk yıllık sorununun bir labirente dönen çözümsüzlüğünde adada yaşayan iki halk kadar Türkiye’nin de, İngiltere’nin de, AB’nin de katkısı vardır.
Yakınlaşma, mülkiyet, ekonomi, vs hepsi birer sorundur ama esasta sorun “Paylaşmadır”.
Esasta sorun Türkiye’nin AB süreci, İngiltere’nin üsleri ile ilgili durumu, Rum tarafının Türkiye’yi sıkıştırma, bertaraf etme, Kıbrıs Cumhuriyeti şemsiyesi altında tüm hakları tek başına kullanma isteğidir.
Ve en nihayetinde birçok merkezin iştahını kabartan petrol meselesi.
Türkiye bu süreçte en haklı taraflardan biridir.
Bu kesin. Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyindeki eleştiri noktası, daha öncede söylediğim gibi1974 sonrasında mevcut durumu iyileştirme yerine ve de askeri harekât anlamındaki başarıya siyasi başarıyı da ekleyememesidir.
Siyasi başarı, yaşanan sorunların daha sağlam bir temele müzakere ile çekilebilmesi ile mümkündü.
Fakat olmadı. Kıbrıs’ın kuzeyine bir “İL” muamelesi yapıldı.
Kıbrıs Türk tarafının çözüm sürecini tek başına sürdürüp bir sonuca varabilmesi mümkün mü?
Tabi ki hayır.
İki taraflı bir ilişkide her iki tarafında istemesi ve fedakârlık yapması gerek.
Bugünkü ortam devam ederse güneyde dünyanın tanıdığı mağdur devlet imajı, kuzeyde de belli bir zümrenin pembe hayallerle süslenen yaşamı ve bir halkın kendi yurdunda yabancılaşması devam edecek.
Yakın tarihte tecrübe ettiğimiz ANNAN planı her şeye rağmen bir fırsattı.
Referandum öncesinde Rum lider Papadopulos “Ben ANNAN planını kabul edemem, bu şekilde imzalayamam.
Ben bir devlet teslim aldım, bir toplum teslim etmeyeceğim” diyor ve ağlayarak ekliyordu “Hayır desek de bir hafta sonra AB üyesiyiz”.
Bölünmüş bir ülkeyi, içine alarak sorunu daha da karmaşıklaştıran AB Rumlara bu rahat hareket alanını vermişti.
Ocak zirvesine az bir zaman kala Kıbrıs’ın her iki tarafında da öncelik müzakere süreci ve çözüm değil.
Özellikle ekonomi konusu iki tarafta da öncelikli.
İç sorunlar Kıbrıs’ın esas sorununu erteledikçe erteliyor ki esas tehlike de budur.
İçinde bulunduğumuz zamanda Ocak zirvesinden de beklenti üst düzeyde değil.
Araya Rum tarafının AB başkanlığı da girecek.
Bu durum hem adayı, hem Türkiye AB ilişkilerini etkileyecek.
Sürecin nasıl ilerleyip, neleri değiştireceğini zaman içerisinde göreceğiz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.