34
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
4743
Okunma
Artık konuşmayacağım diyorum, olmuyor. Tam ebediyen susacağım sırada, onlarca takvim dolusu gün, birbirine sarılıp kara bir kamyon tekeri gibi yuvarlanıp iniyor beynimden yüreğime. Şu mazi dedikleri, ne büyük yük imiş meğer. Adamın sırtında demirden semer gibi durur da durur. Gün gün ağırlaşır, koyulaşır da durur. Oysa insan erir günden güne. Dermanı kesilir dizlerinin. Yine de bir kere “ah” demeden, kutsal bir emanet gibi taşır demirden semerini.
Dün oto yıkamacı Rasim’in dükkanının önünden geçiyordum. Ya bugüne kadar dikkat etmemişim, ya görmüş de umursamamışım. Rasim akça pakça bir dede olmuş. Saçı sakalı ağarmış. Beli bükülmüş az buçuk. Koca bir tekerin kenarında oturmuş, müşterisi olacak, gençten bir adama bir şeyler anlatıyordu. Artık konuştukları da anlaşılmıyor. Dili dolanıyor damağına. Elinden hiç düşürmediği Maltepe’den asılıyor arada. Sigarası izmarite dayanmış haberi yok. Sararmış bıyıklarının arasından kara bir zifir tel tel havalanıyor.
Oysa ne güzel adamdı bir zamanlar. Gözleri yaldır yaldır parlardı, geleceğe dair demli hayaller kurarken. Arsayı satacak, bu mendebur dükkanı büyütecekti. Hiçbir şeye elini sürmeyecek, şöyle bir kenarcıktan işçilerini seyredecekti.
Sokağın en son esnafıydı o. En son onun gözünden geçerdi evine yollananlar. Gelip geçeni sayardı her gün üşenmeden. Sabah ayrı, akşam ayrı. Mahalleliyi bir hami gibi sahiplenir, hastaya, düşküne büyük önem verirdi.
Bir keresinde adliyeden emekli Selahattin Bey, her zamanki saatinde kahve yolunda görünmeyince, ortalığı ayağa kaldırmıştı. Gelene geçene ihtiyar katibi sormuş, haber alamayınca ta bizim kapıya kadar dayanmıştı. Annem terslemeyle karışık cümlelerle güç yolladı onu avludan.
O sabah pencereden sokağa baktığımda alüminyum bir kazanın ve içinde döndükçe şangırdayan bir tasın, Selahattin Beyin torununun elinde, onun katına doğru yol aldığını gördüm. Sarı başlı haylaz çocuk pek neşeliydi. Ne kazana anlam verebildim ne çocuğun neşesine. Selahattin Beyin üst katında oturan gelini Şengül, iki dirseğini balkon demirine dayamış, giden kazanın arkasından gülüyordu. Yanında Selahattin Beyin oğlu Ahmet de vardı. Onun yüzü karısının ve oğlunun zıddına derin bir teessürle gölgelenmişti. Bu durum vakanın vahametine ayrı bir gizem katıyordu. Ne yazık ki durup bu manzarayı izleyecek kadar geniş zamanların insanı değildim. Perdeyi kapatacağım sırada Selahattin beyin evinden uzanan ak bir kadın elinin kazanı ve tası aldığını gördüm.
O sıralar kentin uzak bahçelerine meyve hasadına gidiyorduk üç beş kadınla. Sabahın beşinde çıkıp, akşamın sekizinde evimize leş gibi düştüğümüz için, mahallenin usanmadan genişleyen vakalarına yetişemiyorduk biz. Belki Pazar günleri akraba toplantılarında duyuyorduk mühim hadiseleri.
Annemi uyandırmadan kapıdan çıkıyordum ki, nenem zayıf bedenini titreten öksürüklerinden birine tutuldu. Üstelik odanın içi pek pis kokuyordu. Onu o vaziyette bırakıp gitmeye gönlüm el vermeyince, üzerime annemin eski entarisini geçirip nenemi banyoya götürdüm. İnsan gerçekten ihtiyarladıkça çocuklaşıyor. Üstün körü yıkayıp bezini bağlamak için onu odasına götürdüğümde gözüm pörsümüş göğüslerine takıldı. Bu göğüslerde dokuz evlat hayat bulmuştu. Oysa şimdi tekaüde ayrılmış ihtiyarlar gibi büzülüp köşelerine çekilmişlerdi. İhtiyar bir insana hangi açıdan bakarsanız bakın, kulaklarınızda hüzünlü bir şiir çınlar. Çam kokulu anılar toplanır da sarar bütün ruhunuzu. Ebedin bilinmezliğinde, var oluşun efsunlu girdabında en ufak bir zerre olursunuz. Edilgen bir soru döner durur beyin aralığınızda: Sonum nicedir? Böyledir biliyorum. Annem de böyle düşünür nenemi yedirirken, komşumuz Emine Abla annemim ninemle uğraştığı anlara denk gelip onları devrilmiş kaşlarla ve acıyan bakışlarla izlediği zamanlarda, tıpkı bizim gibi düşünür. Arada kadınlar annemi teselliye kalkar: “ Hanım efendiciğim, ola ki isyan edersin; yaptığın bütün hayır hasenat toz olur uçar. Sabreyle. Hem bu Asiye kadının sade sana değil tekmil mahalleye faydası vardır. Allah hepimizi uyarıyor işte.”
İşte annem o sıra susamaz olur. Zaten canı burnundadır. Kadınları söylediklerine bin pişman eder.
“ İbrettir, sevaptır, iyi hoş da, beni mi geldi buldu musibet. Keşke azıcık da başkaları yararlansaydı bu cennet fırsatından.”
Nenem boş gözlerle bakar konuşanlara. Bir de güler üstelik. İşte ben, en çok o vakit içimdeki aciz insanın Yusuf’un kuyusuna düşmüş sesini duyarım. Ta ötelerden gelen hayaletlerin terli alınlarına baka baka mazi dedikleri demirden semerin altında ezilirim.
Nenem severdi beni. Ben ise hayrandım ona. Daha onun dinç ve cevval bir kadın olduğu çağlarda bile onu bir gün kaybedecek olmanın korkusunu çeker, çocuk aklımla her gece acaba daha kaç yıl yaşar, diye hesap ederdim. “Yetmiş beş yaşında ölse, daha yirmi yılı var. Yirmi yıl çoktur. Ben o zaman otuzlarımda olurum. Belki ihtiyacım kalmaz bir neneye. Öyle ya; o yaşta da dövecek değil ya beni annem.” Fakat teselli hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Ben yine geceleri içimden nenemin o pek sevdiği türküyü söyleyip, sessizce ağlayarak uyuya kalıyordum.
Aradan tam on sekiz yıl geçti. Nenem ve biz etrafındakiler hürmetle eğildik gelip geçen zamanın karşısında. Sırtımıza ağır yükler bindi. Yandık da her birimizin ayrı ayrı dumanı tüttü bacamızdan. Kimseninki kimseninkine karışmadı, dolaşmadı.
Bedenim sessiz bir çıtırtıyla büyüdükçe, yüreğime nenemden daha büyük sevdalar girdi. Artık onu daha az önemser oldum. O sadece olması gereken bir eşyaydı hayatımda. Bir köşe figüran ve zamanla eti kemiğine yapışmış bir hayalet gibi sarıldı kaldı evimizin orta direğine. Babam uzun gurbetlerde tüketti gençliğini. Annem bir raddeye kadar genişledikten sonra, ilahi bir emir almışçasına yavaş yavaş azalışa geçti. Ben bu sefer annemin tükenişine şahit oldum. İşte bu, nenemin kemikten bir hayalete dönüştüğünü görmekten daha acı bir seyirdi benim için. Çünkü ben anneme benziyordum ve onun eksilen her saniyesinde ben garip bir teessürle büyüyordum. Sıra bana geliyordu işte. Her akşam buğulu bir aynaya bakar gibi annemi izlerken, kendi zavallı akıbetimi düşünüyordum.
Nenemi temizleyip yeniden döşeğine yatırdıktan sonra, bana sonsuz bir düşünce tarlası gibi gelen şeftali bahçesine gitmek için yola koyuldum. Tam kapıdan çıktığım vakit, bakkal Saliha’nın kedi öksürüğüne benzeyen sesi ilişti kulağıma. Selahattin Bey’in geliniyle konuşuyordu. Bir yandan da kadının sarkıttığı seleye öteberi yüklüyordu. “ Kız hadi gözün aydın. Kurtuldun vallahi. Bir ye beş dua et. Hayırlı olsun cici gelininiz.” Selahattin Beyin gelini yayvan bir gülümsemeyle “Sağ ol Saliha Abla” dedi. O sıra Selahattin Beyin beyaz iş perdeyle donatılan penceresi hafifçe aralandı. Perdenin altından süzülen narin bir el, ipek bir başörtüsünü silkeleyip, yine zarif bir hareketle kayboldu. Saliha ve ben bir süre Selahattin Beyin küflü penceresini seyrettik. Gelin alt katın penceresine dikkatle baktığımızı görünce balkon demirinden sarkıp aşağı baktı. Sonra aynı yayık gülümsemeyle selenin ipini çekti ve Saliha’ya manalı bir hareket çakıp eve girdi.
Saliha’ya neler olduğunu sorduğumda, duyduklarım karşısında afallayıp sendeledim. Selahattin Bey Edremit’in bir köyünden kız almış. Meğer aylardır yana döne kadın arıyorlarmış ona. Adam ille de kız isterim diye tutturunca, müstakbel gelini bulmak biraz güç olmuş tabi. Nasıl etmişse etmişler, uzak bir akrabalarının kızını yüklü bir başlıkla gelin almışlar. Kız yirmisinde anca varmış. Saliha bunu söylerken gözleri ve ağzı derin bir hayret ifadesiyle yusyuvarlak olmuştu.
Bizi bahçeye götürecek servis durağına gidene kadar Selahattin Beyi ve yeni karısını düşündüm durdum. O sırada oto yıkamacı Rasim arkamdan seslenmiş. Duymadım. Koştu yetişti beni. Mahallenin gardiyanı ya o; Selahattin Bey’i erkenden kahvede göremeyince telaşlanmış. Haberin var mı ondan diye sordu. Güldüm ve o bugün gelmez dedim. Adamın evlendiğini söyleyince, Rasim dizlerine vura vura kahkahalar attı. “En sonunda aldı he? Helal olsun katibime, yakışır” dedi zıplaya zıplaya. Koştu civar esnafa hayırlı müjdeyi verdi. Bu sefer tekmil çarşı esnafı yerlere yata yata güldü Selahattin Beyin ani izdivacına. İnsan böyle maskara oluyor işte. Aslında insan, Allah indinde hiçbir günah işlemese bile, eğer hayatında alışılagelmişin dışında bir vaka cereyan etmişse, araya toplumun ağır aksak ama asla yıkılmaz mahkemesi giriyor ve bazen bu kalabalık mahkeme Rabden daha katı hükümler veriyor. Selahattin Beyin payına da maskaralık düşmüştü demek ki.
Ben niye böyle dolu bulutlar gibi gezerim bilmem. Ne duysam cerahatli bir yara gibi zonklar durur içerimde. Kurar kurar kendime bağlarım tekmil acıları. Kaç kere kendimi karşıma alıp “Olmuyor böyle cancağızım” dedim. Fakat benim içimde benden hür gelişen varlığa sözümü yettiremedim. Servise binip bahçeye varana kadar Selahattin Beyin taze karısının, adamın ona her eğilişinde yaşadığı nefes darlığını boğazımda hissettim. Ağaç köküne benzer bir elin yanaklarımda gezindiğini düşündükçe gayri ihtiyari bir şekilde titredim. Artık o evde her lamba sönüşü, güneşin batıdan göründüğü an demekti. Fakat herkes için değil elbet. Selahattin Bey ve gelini daha parlak gözlerle uyanacaktı sabahlara. Gelin iki ev temizlemekten kurtulmuştu ne de olsa. İhtiyarın yemeği, çamaşırı, artık onun kederi olmayacaktı. Selahattin Bey nasıl mutlu olmasın? Daktilo eziği parmakları cennete dokunacaktı artık. Belki iyileşirdi bile nasırları. Belki saçı sakalı bile kararırdı az biraz. Damarlarına kan yürüdü, gömüldü de doğdu yeniden. Oğlu pek mahzun bakıyordu ama. Kolay değil, miras bölündü. Ah ne çok hesabı var bu dünyanın. Bitmez tükenmez gamı da sevinci de. Fakat bana ne oluyor? Ben neden her vakit dolu bulutlar gibi ağır ağır çöküyorum kendi üzerime?
Ertesi sabah yine aynı saatte kalkıp penceremi açtım. Henüz yeni yeni aydınlanan sokakta zayıf bir hareketlilik vardı. Selahattin Beyin oğlu hızla evden çıkıp camiye doğru koştu. Namazını hiç kaçırmaz o. Vakit geçiyor olmalı dedim içimden. Sonra karısını gördüm. Elinde dün çocuğun alt kata indirdiği alüminyum kazan ve tas. Çarçabuk indi merdivenleri ve açık kapıdan içeri süzüldü. Kapı kapanırken cılız bir gölge titredi aralıkta. Gölge kapıyı kapatmadan önce küçük başını dışarı uzatıp sağlı sollu sokağa baktı. Sonra beni gördü. Saniyesinde kapattı kapıyı. İşte bu sefer güldüm seslice. “Hey gidi Selahattin Bey, sen de az değilmişsin” dedim içimden. Perdeyi çekerken “Ben bu kazanı daha çok seferi görürüm” diye söylenip güldüm. Nenem kalktı diklendi de baktı bana. Sonra eğilip “Kız deli! Ne diyon öyle muska yazısı gibi?” dedi. Güldüm geçtim. “Deli ne olacak” diye söylendi ardımdan.
Zaman kandırıyor bizi. Her mevsim çözümsüz bir yap boz seriyor önümüze. Bir dahaki kandırıkçı mevsime kadar oyalanıp duruyoruz işte. Benim yap bozum da Hamdi Beyin şeftali bahçesi. Her sabah aynı saatte cem oluyoruz ağaçların altında. İşçilerin hemen hepsi kadınlar. Hiç biri şikayetçi değil ama. Allah her mevsim şeftali yaratsa “İllallah” demeyecekler. Sabahın nurunda sıcak yataklarından çıkıp, bin bir meşakkatle dökülecekler bu el toprağına. Ah gözünü sevdiğim para! Kim kul değil ki sana? İnkar edenlerin tekmili yalancı. Hangi kuvvet yerinden oynatırdı insanoğlunu, açlık parasızlıktan olmasaydı eğer?
O gün bahçe dönüşü Rasim yolumu kesti yine. Saat olmuş akşamın sekizi. El ayak sessiz çekilişinde sokaklardan. Kapanan kepenklerin sesi, karanlığın bağrını yırtıyor acı acı. En son uncunun kepengi kapandı. Anahtarlarını şıngırdata şıngırdata geçti gitti önümüzden adam. Rasim kapanana kadar ardından baktı uncunun. Sonra iyice yanıma sokulup Selahattin Abiyi sordu. “ Bugün de gelmedi Selahattin Abi. Hadi dün gelmedi. Bugün mutlaka uğrardı. Hiçbir şey için değilse de, havasını atmak için gelirdi kahveye.”
Bu adam deli diye düşündüm. Başka bir korkusu var bunun. Benim gibi, bütün insanların tükenip sıranın kendisine gelmesinden korkuyor belki de. Her akşam özenle sayıyor gelip geçeni. Göremediğine bir şekilde ulaşamasa canı rahat etmiyor. “Gelmedi Selahattin Abi. Tüfekçi geldi, uncu geldi, oyuncakçı geldi, pazarcı ihtiyar Mükremin bile geldi de Selahattin Abi gelmedi.” Yorgundum. Omuzlarımı silkeleyip geçtim önünden. Ben neredeyse sokağın ucundan kaybolmak üzereydim o hala söyleniyordu: Gelmedi, gelmedi, gelmedi…
Bahçe kapısını açacağım sırada annemi ve nenemi gördüm Selahattin Beylerin avlusunda. Kapıda birkaç kadına sarılıp çıktılar. Az gerilerinde duruyordu sabahki cılız gölge. İki elini önünde kavuşturmuş, öne arkaya sallanıyordu hafifçe.
Annemle, nenemi eve güç soktuk. Tutturdu yine ben evime gideceğim diye. On yıl olmuş köydeki evinden çıkalı. Penceresinden tohumlu otlar sarkmıştır şimdi. O hala unutmaz evini. İçeri girer girmez nenemi yere oturtup divana uzandı annem. Ben sormadan anlatmaya başladı. Selahattin Bey ölmüş dün gece. İkindi namazına defnetmişler bugün.
Alüminyum kazan geldi hemen aklıma. Meğer son seferiymiş biçarenin.
Rasim yıkıldı Selahattin Beyin gittiğini duyunca, on gün ortalarda gözükmedi. Belki de mahalledeki kara rüzgarın toplanıp gitmesini bekledi sindiği bir köşeden.
Rasim yaşlanmış.
Artık onun her sabah itinayla saydığı ahaliden hiç kimse kalmadı toprak üstünde. Yakında o da gider.
Konuşmayayım diyorum, olmuyor. Rasim’i gördüğümden beri, o eski cerahatli yara yeniden nüksetti içerimde. Aklıma gelip gelip duruyor sırtımdaki demirden semer. Bitmez benin anlatacaklarım. Fakat şimdi başka bir kederim daha var benim. Ben anneme benziyorum. Annem kurudu düştü dalından. Tespihi çok hızlı çekiyor gökyüzü. Benim taneme az kaldı. Artık Rasim gibi mevcudu sayma vaktidir.
...ENGİNDENİZ...
Sevgili Arkadaşlarım,
Belki bazılarınız çekirdek ailenin hep aynı karakterde kişilerden oluştuğunu farketmiş, kendimi tekrarladığım düşüncesine kapılmışsınızdır.
Bu öyküler kırk öykülük KIRKYAMA serisinin parçalarıydı. Bütün halinde okundukları zaman ana karakterin aynı kişi olduğu, sokağın ve müdavimlerinin pek değişmediği,bir kaç öykü haricinde bütün anlatılanların aynı pencereden bakan bir yetişkinin anıları olduğu anlaşılabilir. KIRKYAMA bu son öyküyle bitti.
Hatalarıyla başarılarıyla sizlerle el birliğiyle büyüttüğüm bir çalışma oldu KIRKYAMA serisi. Mutlaka daha önce de örnekleri yapılmıştır. Bağımsız kısa öykülerden oluşmuş, toplamda uzun bir öykü de diyebiliriz bu çalışmaya. Karakterler arası koordinasyonu sağlamak, kırk öyküyü birbirinden bağımsız ve özgün tutmak, aynı zamanda seri öyküler arasındaki organik bağı diri tutmak, imgeleri tasvirleri tekrarlamamak itiraf etmeliyim ki zordu benim için.
Olayların hiç biri gerçek değildir. Anlatıcı da dahil olmak üzere bütün kahramanlar hayal ürünüdür. Ben yazarken başka alemlere gittim geldim. Umarım sizlere de birazcık olsun bu duyguyu yaşatabilmişimdir.
Daima yanımda olduğunuz ve varlığınızla beni bir adım daha ileriye sürüklediğiniz için her birinize sonsuz teşekkürler.
Başka zamanlarda, başka hayatlarda buluşmak üzere...