İzmir'de Bir Yolculuk
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Anne, solcu ne demek?”
Annemin ne yanıt verdiğini hatırlamasam da soruyu sorduğumu dün gibi hatırlıyorum. Muhtemelen “solcu demek işte!” ya da “babana sor” gibi geçiştirmişti yine.
“Solcu” ve tabii hemen arkasından ekleniveren karşıt sözcük “sağcı”, 80’li yılların Türkiye’sinde en fazla kullanılan kelimelerden ikisiydi.
Sekiz yaşındaydım. Büyükler, bu iki kelimeyi, benim bildiğim şeklinden farklı, yani vücudun sağ ve sol tarafını tanımlamanın dışında kullanıyorlardı. Ben bu farklı anlamları bilmesem de pek hoş kelimeler olmasa gerekti. Bu nedenle, arada sırada büyüklerin konuşmalarına kulak kabartıp, sözcükleri kendi hayal dünyamda anlamlandırmayı seçerdim. Çocuk aklımla, bu grupları, tıpkı okulumdaki “Kızılay kolu” ya da “Kütüphane kolu” gibi kollar zanneder ve sağcıların sağ, solcuların da sol kollarında bantlarla gezdiklerini hayal ederdim. Bizim evimizde “solcu” sözcüğü daha makbuldü sanki. Solcular daha iyi insanlardı. Öyle hissederdim. Bir gün, “solcu ne demek?” diye soruşum, bu yüzden olsa gerek.
Sıkıyönetim zamanıydı. Evdeki “sakıncalı” kitapların saklandığı, kapı çaldığında herkesin yüreğinin ağzına geldiği günlerdi. Annemin sık sık İhsan Amca’yı örnek vererek sızlandığını hatırlarım. İçeri almışlardı İhsan amcayı bu “sakıncalı” kitaplar yüzünden. Babamda bolca vardı bunlardan. Kitaplar, önce yatak altında saklanmış, sonra “yaşlı başlı kadınının evini aramazlar nasıl olsa” düşüncesiyle anneannemin bodrum katındaki kilere taşınmışlardı. Annem, yine de içi pır pır, kitapları yok etmenin en iyi çözüm olacağını söylerdi ikide bir. İhsan Amca’nın başına gelen, babamın da başına gelebilirdi elbet. Babamsa, sevgili kitaplarına kıyamaz, her zamanki iyimserliğiyle “bir şey olmaz” derdi yalnızca. Bu nedenle anemle konuşmaları daha çok monolog halindeydi. Annem sızlanır, babamsa, o günlerde tercih etmek zorunda kaldığı “daha hafif” kitaplarına gömülürdü. Ben, sonucu değişmeyen bu monoloğun ortasında, cımbız gibi “içeri” sözcüğünü seçer ve orasının ne menem bir yer olduğunu düşlerdim. Zihnimde bir bekleme salonu olarak canlandırdığım “içeri”de, tek başına, hiç bir şey yapmaksızın otururken hayal ederdim İhsan Amca’yı. Darbe dönemi, büyüklerin aksine, bir eğlence, hayatta bir renkti biz çocuklar için.
Sıkıyönetimin eğlencesini en çok, körfezin karşı yakasında oturan anneanneme gittiğimiz akşamlarda yaşardık. Anneannemin semti, adı Şirinyer olmasına rağmen, dışarıdan bakılınca pek de şirin sayılamayacak, etrafı yığma taş duvarlarla örülü küçük bahçelerin içinde tek katlı evleri ve sokaklarda yalınayak oynayan, saçları yapağılaşmış çocuklarıyla, daha çok köyü andırırdı. Gece saat on ikiye yaklaştığında, apar topar anneannemle vedalaşır, soğuktan titreye titreye, babamın süt beyazı Anadol’una doluşurduk. Saat on ikiden sonra sokakta dolaşmak yasaktı.
“Hadi babaaa, yak şu kaloriferi!”...
Şirinyer, en soğuk semtlerinden biriydi İzmir’in. Hatta bazı kışlar kar yağdığı bile olmuş, hayatında neredeyse hiç kar görmemiş koca koca insanlara kar topu heyecanı yaşatmıştı. Anlamazdık kızaktan kayaktan. Eldivenimiz bile yoktu bizim. Yıllar sonra, İstanbul’da, üniversite kampüsünde hemşehrilerimi şıp diye nasıl tanıdığımı sanıyorsunuz? Kar yağdığında zıp zıp zıplayan, çocuklar gibi ağzını havaya açıp kar yutmaya çalışan bir tek İzmir’lilerdi! Tabii gevreği unutmamak gerek. İstanbul simitçilerine “bir gevrek versene” deyip, zavallı simitçinin aval aval bakması karşısında, aymayıp, “bir tane gevrekk!” diye üstüne basa basa tekrarlayan da yalnızca İzmirli olabilirdi. Küçücük dünyamızda, simit diye birşey yoktu bizim için. Benim de İstanbul’a ilk geldiğimde en zorlandığım şeylerden biriydi dilimi gevrekten simite çevirmek...
Anneannemden döndüğümüz o akşamlar, abimle durmadan saatlerimize bakar, “hadi baba çabuk, iki dakika kaldı” diyerek babamı uyarmada biribirimizle yarışırdık. Vakit ne kadar darsa, eğlence o denli büyüktü. Anneannemin daracık sokağınının sonunda, tam köşede, mahalle kavgalarına ev sahipliği yapıp, anneannemin babasız büyütmek zorunda kaldığı üç oğlundan birinin orada olması ihtimali ile her zaman yüreğini ağzına getiren mahalle kahvesinin hemen yanından sağa kıvrılır, Karşıyaka yönüne doğru yola koyulurduk. Şimdi, nasıl yaptıklarına hala akıl sır erdiremediğim ve İzmir’in Kemalistliğinin en önemli göstergesi olan, devasa Atatürk büstünün bulunduğu Yeşildere yolundan geçerken, artık yolun epey aşağısında kalan ve her bir evin ancak titrek birer ışık halinde göründüğü fakir mahalleye tekrar bakar, artık göremediğimiz anneannemize son bir kez daha el sallar, annemin bir zamanlar üzerinde oynadıklarını gözleri parlayarak defalarca anlattığı tarihi kemerin altından geçer, İzmir’i Karşıyaka’ya bağlayan Altınyol’a çıkardık. Altınyol, o zamanlar, İzmir’in belki de tek çevre yoluydu. Üç şeritlik yolda trafik hızlı akar, saat itibariyle zaten iyiden iyiye tenhalaşmış yolda, babam Anadol’umuzun izin verdiği ölçüde, istediği kadar hız yapabilirdi. Biz de arabanın arka koltuğunda zıp zıp zıplar, polis gördüğümüzde yüreğimiz ağzımızda, “acaba bizi durdururlar mı” diye heyecanlanırdık. Eğlenirdik eğlenmesine de annemin ve babamın endişeleri her hallerinden belli olduğu için, yakalanırsak başımıza kötü bir şey geleceğini hissederdik. Yine de oyunlarımızdan geri durmaz, Altınyol girişindeki Salhane nedeniyle İzmir’in nam salmış körfez kokusunu yutmamak için nefesimizi tutardık. “Yuttuun yuttunn!” Buradan geçerken ağzımız açık olmamalıydı. Ağzı açı olan bok yutmuş sayılır ve alayı hakederdi. Yıllar sonra, bu kokunun bile burnumda tüteceğinden haberim yoktu, o zamanlar.
Bayraklı’yı geçip, semtimizin bize göz kırptığı Alaybey girişinden Karşıyaka’ya sapardık. O zamanlar da hiç sevmezdim Bayraklı’yı. Belki de birkaç yıl sonra, Başbakan Özal’ın büyük bir gövde gösterisi ile buraya gelip, tek tek her gecekonduya tapu dağıtacağını ve İzmir’in betonlaşmasının ve çirkinleşmesinin yolunu açacağını hissederdim çocuk aklımla. O garip günün davullu zurnalı fotoğrafı hala taptaze durur hafızamda. Bu çirkinlik abidesi beton yığınının, Karşıyaka’mın hemen girişinde oluşundan o zaman da hiç hoşlanmazdım.
Alaybey’i de Karşıyaka’dan saymazdık pek. Görevi sadece, Karşıyaka’yı diğer semtlerden ayırmak, güvenli alana geçiş için bir tünel oluşturmaktı. Yine de, Karşıyaka’ya varmış olma huzurunu ilk tattıran semt olması nedeniyle özeldi bizim için. Asıl Karşıyaka, vapur iskelesi ve hemen karşısındaki cıvıl cıvıl Çarşı’nın hizasından başlardı. Alaybey’den itibaren, sahil boyunca, daracık ilerleyen yol, buraya geldiğimizde birden genişler, aydınlanır, içimizi ferahlatırdı.
Sonra palmiyeler... Sahil şeridi boyunca uzanan koca koca palmiyeler, “evinize hoşgeldiniz” derdi sanki. Bütün bir sene, durdukları yerde öylece durur, yaz sonları onlar da çocuklaşır, oyunlarımıza katılırlardı. Tohumları, mahalle savaşlarımızın en sağlam cephanesi olurdu. Yazın sonlarına doğru, budanan koca koca palmiye dalları ve yaprakları yüzünden kaldırımlar yürünmez hale gelir, dalların üzerinde, üzüm salkımına benzeyen tohumları bizi çağırırdı. Bir şekilde ele geçirdiğimiz televizyon antenleri ve palmiye tohumları bir araya geldiğinde en güçlü silahımız, “tüftümüz” olurdu. Salkımı bir elinle sapından tutup, diğer elinle aşağıya doğru sıvazlarsın. Tohumlar avucuna dolar. Hoop ağzına doldurursun hepsini. İncecik anten borusunu ağzına dayayıp, seri halde üflemeye başlarsın borunun içine. Tüf tüf tüf! Çıplak bacağa geldi mi ne acıtır namussuz! Bütün çocuklar, pantolon kemerimize sıkıştırdığımız koca koca salkımlarla gezerdik bu yüzden. Bugün, insanlar, dünyanın parasını verip, “Paintball” denen o garip oyunu oynarken,bizim tüftüften aldığımız zevki alıyorlar mı diye, hep merak ederim.
Etrafımız, günlümüzce oynayabildiğimiz, ağaçlarına tırmanabildiğimiz, bacaklarımızı ısırganların insafına bırakabildiğimiz boş arsalarla doluydu. O zamanlar ısırgan, yalnızca bacakları kızartıp kaşındıran yabani bir ottu; kimse, derdime çare olur, diye kaynatıp suyunu içmeyi düşünmezdi. Bazı yaşlı teyzeler hariç; onlar her şeyi bilirdi.
Annem, o zamanlar hanım hanımcık bir kız çocuğu olmadığım için üzülür müydü bilmem, ama benim en sevdiğim bir diğer oyun, inşaatların ikinci katına çıkıp hemen altındaki kum yığınına atlamaktı. Her yeni yapılanan semt gibi, bizim semtimiz de şantiye gibiydi elbet. Bir zamanlar, birilerine sayfiye hizmeti görmüş bahçeli müstakil evler, yerlerini beş katlı apartmanlara bırakıyordu. Bostanlı’nın bazı sokaklarında tek tük kalmış, “gelişim”e direnen evlerse, Hıdırellez akşamlarının davetsiz misafirlerini ağırlamaya devam ederdi. O akşamlar, annelerimizin en önemli görevi, bu evlerin bahçelerindeki gül ağaçlarına, kendi hayallerindeki karneleri asmaktı. Nedense, hepsinin bahçesinde mutlaka bir gül ağacı bulunurdu.
Ah Hıdırellez! Benzerini başka hiç bir yerde görmediğim Hıdırellez kutlamaları, Karşıyaka’yı narin, kırılgan ve duru bir genç kızdan, vamp bir kadına dönüştüren en güzel akşamlardı. Kaldırımlarında içki standlarının kurulduğu, insanların kostümler giyerek eğlendiği müthiş bir karnaval! Annelerimiz, Bostanlı sokaklarında gül ağacı sırası bekleyedursun, bizler ateşle uğraşmaktan yüzlerimiz al al, kan ter içinde koştururduk sokaklarda.
“Çocuklar koşun, yan sokağın ateşi daha büyük, görmeniz lazım!”
“Hadi hadi, şu tahtaları da atalım bir an önce, görsünler kimin ateşi daha büyükmüş!”
Hıdırellez telaşı sabahtan başlardı. Her 5 Mayıs sabahı, ateşe malzeme toplamak için görev dağılımı yapar, kimimiz çevreden çalı çırpı toplar, kimimiz kapı kapı dolaşıp eski gazete dilenir, daha cesaretli olanlarımız da inşaatlardan kalas aşırırdı.
İzmir’in kuzey bölümünde yer alan Karşıyaka, o zamanlar, daha da öteye, bir dönemin balıkçı kasabası olan Bostanlı yönüne doğru büyüyor, biz ise Karşıyaka ve Bostanlı arasında, ikisini birbirine bağlayan -gönlüm elvermiyor ama, belki de ayıran- bir şerit gibi, tam ortada boylu boyunca uzanan Girne Caddesi’nin, denize paralel ilk sokağında, yeni nesil beş katlı apartmanlardan birinde oturuyorduk. Evimiz, ön sıradaki iki-üç katlı binalardan daha yüksekte olduğundan ve yine öndeki apartmanlar arasında, şimdilerde nimet sayılabilecek, boş arsalardan bolca bulunduğundan, denizi bile görebilirdik balkonumuzdan. Ah bir de yüzebileseydik! Apartmanımızın çocuklarıyla toplaşıp, havlular ellerimizde, iki adım yürüyüp cup diye suya dalma hayalleri kurardım çokça. Körfezin yüzülebilecek kadar temiz olduğu, babamın çocukluk anılarına özenirdim. Yine de deniz hayat demekti hepimiz için. Deniz sonsuzluk demekti; uçsuz bucaksız hayaller kurabilmek demekti. Canın sıkıldığında, kıyısında çiğdem çitleyip, imbatında ferahlayabilmek demekti. Buram buram yesemin kokuları taşırdı imbat sokaklarımıza. Lodos estiği zamanlarsa pencerelerimizi kapatırdık. Abimle “yuttun” oyunlarımız evde devam ederdi. Bu yüzden, denizi olmayan şehirleri hiç sevmem ben. Bu şehirlere gittiğimde, küçücük bir kutunun içinde hapsedilmiş hissine kapılır, huzursuz olurum.
Bugünün vızır vızır işleyen Girne Caddesi, o zamanlar yarısı beton, yarısı toprak, geniş ama bir o kadar da ilkel bir yoldu. Beton kısım, denizden itibaren başlar ve üç-beş sokak sonra toprakla buluşurdu. Girne Caddesi’nin, tamamlandığında, semtin en büyük bulvarlarından biri olacağı bilinir, ama kimse bir gün Yamanlar Dağı’na kadar ulaşabileceğini, hatta Girne Caddesi’nin sona erdiği yerden, başka bir bulvarın, Yeni Girne’nin başlayacağını tahmin edemezdi. Gerçi, etse de pek bir şey değişmezdi. Naifti Karşıyakalı, gözü toktu ; kimse, toprak yolun etrafında arazi kapatmayı aklının ucundan geçirmezdi. Bu naifliklerinin hala sürdüğünü görmek ne güzel!
Vapur iskelesi ile Girne Caddesi’nin arası uzaktı, o zamanlar. İkisi arasında hala çalışan dolmuşlara şaşıyorum şimdi oysa. İki adımlık yolu tarif ederken “tee ötede, dolmuşa binersen daha iyi edersin” demeleri boğazımı düğümlüyor bir yandan. Karşıyaka’nın, hala Karşıyaka olması içimi ısıtıyor.
Karşıyaka’yı Kadıköy’e benzetirim ben aslında. Bunu ancak her ikisini de yaşamış kişiler anlar harhalde. Tıpkı Kadıköy gibi, şehrin geri kalanından ayrı, oralı olmayanın pek gitmediği, dolayısıyla pek tanımadığı... Tıpkı Kadıköy’lü gibi, mecbur kalmadıkça semtinin dışına çıkmaya pek hevesli olmayan, çıkması gerektiğinde de “İzmir’e gidiyorum” diyen, bu yüzden otuzbeş buçuk olarak yaftalanıp, bundan da gizli bir gurur duyan semt sakini...İzmir’in geri kalanınından bile daha sakin, daha yavaş akan bir hayat... Tıpkı İstanbul’un Kadıköy’ü gibi...
Tıpkı Kadıköy’ün tadını almış birinin, Avrupa yakasına asla dönmek istemeyeceği gibi, Karşıyaka’lılar da asla körfezin diğer yakasında yaşamak istemez. Karşıyaka’da doğar, Karşıyaka’da yaşar ve Karşıyaka’da ölür, benim gibi başka şehir esiri olanlar dışında...
Belki Kadıköy’e olan bağlılığım bu yüzden. Kendimi biraz özlem duyduğum Karşıyaka’mda hissettirdiği için. Otuz beş buçukluğun yanında, otuz dört buçukluğu da yaşattığı için.
Anneannemden eve doğru olan yolculuğumuza ne mi olurdu? Hiç! Her seferinde, yakalanmadan ulaşırdık evimize...
YORUMLAR
Siz izmir karşıyakayı anlattınız, İstanbul kadıköyü. Ben karadenize yolculuk ettim. Bir başkası doğuya. Doğduğu büyüdüğü kokusunu hala içerisinde hissettiği toprağına olan özlemini hatırladı.
Güzel olan neydi biliyor musunuz? Sağ ve sol fikriyatını sizin kadar hoş anlatan olmadı . Hep bir kınama olur dillerde diğer tarafa, sizin dilinizden dostluk dökülüyor.Ben böyle hissettim. Tanımam sizi belki de ilk okuyorum, Ama çok zevk alarak okudum.
Sevgiler.
Bu arada yeni fark ettim yeni katılmışsınız aramıza hoşgeldiniz.
Nilgün Akçay tarafından 12/14/2011 11:56:32 PM zamanında düzenlenmiştir.
Öyle sürükleyici bir anlatım var ki yazınızda, bir solukta okudum beğeniyle...
Ama cımbızla çekip aldığım bir duygu var içinde...
O ihtilal ve karışık dönemlerde daha 5 -6 yaşında bir çocuk olarak bende hep polislerden korkutuldum, çok sordum anne ve babama sağcı-solcu ne demek diye ama hiç cevap alamamıştım...
Ne gariptir ki karşıt görüşlere sahip insanların sürtüşmelerini halkın bu sürtüşmeye dahil olmayan kısmından ayırmak ve huzuru, refahı için sonlandırmak pek tabi gerektiğinde zor kullanmak zorunda olan (yer yer bunu dozunu kaçıranlar olsa da, tıpkı narkozun dozunu kaçırıp taksir ile birinin hayatının son bulmasına sebep olan bir hekim gibi) polis'i kötü tanımışız biz çocukluğumuzdan itibaren...
Halbu ki; büyüdükçe anlamıyor muyuz her meslek grubundan insanın mutlaka birgün meslek etiğiyle bağdaşmayan hatalar yapabileceğini...
Güne gelişinizi tebrik etmek istiyorum ve sizi güne getiren Seçki Kurulunu...
Saygılar...
İnanılmaz şekilde kendime yakın bulduğum bir paylaşımdı.
.Babamın mandolinle
ağlamak yok gülmek var
yarınlarda yarınlarda
mutlu günler var şarkısını çaldığı çocukluğuma gittim
Büyük abiler beni duvara dayayıp senin baban sağcımı solcumu diye sorduğunda
terliklerime yine mi ters giydim diye baktığım günlere gittim.
Babamın içerden çıkıp o kapkara saçlarının ve bıyığının olmadan döndüğünde şok geçirdiğim günlere gittim.
Sonra izmire kar yağdığında çoluk çocuk nasıl delirdiğimiz bu günlere geldim.
Ben göztepeliyim göztepeliler ve karşıyakalılar pek sevişmezler ama vapurla karşıya geçtim
martılara gevrek attım.Karşıyakanın sahilinde kumrumu yedim çayımı içtim..
Güzel bir sabahtı..
Tebrik ve teşekkürlerimle