YENİDEN
Geldiğimde babam karşıladı. Yüzünde aydınlık bir gülümseme. Daisy yanındaydı. Kuyruksuz poposunu salladı önce. Sonra boynuma atladı kocaman patileriyle. Islak bir öpücük kondurdu yüzüme.
"Hoş geldin" dedi babam. Tatillerde İstanbul’dan döndüğüm zamanlar beni garajda karşıladığı günlerdeki gibi biraz çekingen, biraz uzak ama her zamanki inceliğiyle yanaklarımdan öptü.
-Nasılsın?
-Yorgun değilim, tıpkı sen ve Daisy’nin geldiği gibi geldim, çabuk ve kararlı. Ne kadar şanslıyız biz baba.
Gülümsedi, başını salladı. Taparcasına sevdiği rengarenk ekose gömleği ve kumaş ev pantolonu üzerindeydi. Hep kumaş pantolon giyerdi babam. Abimle pijamalarımızı çıkarmamakta ısrar ettiğimiz nadiren evde geçirilen hafta sonu tembelliklerinde bile o her zaman derli toplu görünürdü. Ekose gömlek belki otuz yıllık vardı. Yıllarca giyilmekten incelmiş, elek gibi olmuştu da annem artık çok eskidi diye çöpe atmıştı bir gün. Babamsa sinirlendiğinde hep yaptığı gibi çenesini sımsıkı kapatıp dişlerinin arasından söylenmişti anneme: "Atamazsın! Giyeceğim ben onu!" Sokağa fırlayıp, bidonun içine kolunu sokmuş ve çekip kurtarmıştı gömleğini. Bizse gülmüştük. "Öğ iğrenç, nasıl giyeceksin bir daha o gömleği baba?" Ciddiyetini hiç bozmamış, "Giyerim ben!" demişti sadece. Giymişti de… Hep giydi, bizi bırakıp gidene kadar.
Uçsuz bucaksız görünen düzlüğe doğru hiç konuşmadan yürüdük bir süre. Az ilerideki alçak duvara yanyana oturduğumuzda soluklanmam için süre tanıdı. Canım acımıyordu artık. Zaten kısa süren ağrılarım tamamen dinmişti. Kuş değil, kanadındaki tüy gibiydi hafifliğim. Hani neredeyse uçup gidiverecektim. "Uzun zamandır bu kadar iyi hissetmemiştim" dedim.
"Annen çok üzülüyordur ama" dedi. "Bilemez ki, dedim. Biz de sana çok üzülmüştük. Sonra Daisy’e. Ama biliyor musun baba, Daisy’nin seni bulacağından emindim. Bizi görüyor muydun baba?" Her zamanki bilgeliğiyle başını salladı. Görmesine gerek yoktu, anladım.
Ellerini iki yana açıp "Ne düşünüyorsun?" dedi. Konuyu değiştirmek ister gibiydi. Etrafıma bakındım. Yemyeşil bir düzlük. Biraz uzakta tek tük, daha da ileride sıklaşan ağaçları gördüm. Dupduru hava Mayıs’ı andırıyordu. Çürük kokusu yoktu. Tam tersi, tazeydi kokular, capcanlı. Akasya gibi. Taze pişmiş çörek gibi. “Güzel, dedim belirsizce, akşam oluyor mu burada?"
-Oluyor tabii, nasıl baktığına bağlı.
-Nasıl bakmam gerekiyor?
Sustu. Başını yukarı çevirdi. Bir süre düşündükten sonra ellerini açtı. Üstelemedim. Her şeyin bir zamanı olduğunu öğrenmiştim.
Yıllar önce, öğrenciyken, bana ders çalıştırmasını istediğimde itiraz etmez, elindeki kitabı bırakıp peşimden mutfağa gelirdi. O kocaman masada yayıla yayıla çalışmayı her zaman daha çok sevmiştim.
Mutfak masasının uzun kenarına yan yana otururduk babamla. "Ver bakayım kitabını". Bu sözün üzerine birkaç saat hiç konuşmayacağımızı, onun sabırla bütün kitabı incelemesini kolumu bacağımı sallayarak, havalara bakarak, hayaller kurarak bekleyeceğimi bilirdim. Hazır olduğunda en çok yarım saat konuşurdu. Şıp diye bir damla daha düşerdi zihnime. Babamdan bana. Aynı yerleri defalarca okumama rağmen nasıl olup da anlayamadığıma şaşardım.
O gittikten sonra yaşadıklarımızı anlatmaya başladım bir bir. Sanki hiç ayrılmamıştık. Sanki o değil de ben gitmiştim bir süreliğine. Evde annem börekler açmış beni bekliyordu. "O günden sonra oraya hiç gitmedim baba, aslında orada olmadığını bildiğim için gitmedim. Sen öyle söylerdin ya". Sustum birden.
Ölümden sonra yaşama inanmazdı babam. "Ölüm sondur, derdi. Tıpkı uyur gibi. Bir gün gözlerimizi kapatacağız ve bir daha açmayacağız. Hepsi bu."
-Evet, dedi iç geçirerek, biliyorum
Başı önündeydi şimdi. Ayağımla eşelediğim toprağa kilitli kaldı gözleri. Bir süre sustuk.
-Annemse hiç görmedi...
-Hep yanında olduğum hissini kaybetmemek için.
-Ama çok yıkıldı annem baba! Sen gittikten sonra kolsuz kanatsız kaldı. Ne yapacağını bilemedi. Senin ona nasıl bir güç verdiğini o zaman anlayabildik. Bizse güçlü olanın annem olduğunu sanıyorduk.
-Güçlüdür o, dedi.
Sesindeki aşk içimi yaktı. Yine annemi savunacaktı biliyordum. Yüzüne baktım. Az önce ertelemeye çalıştığı hüzün şimdi galip gelmişti.
-Ama abim… Abim her fırsatta gitti o mermer taşın başına. Mermeri kitap şeklinde yaptırmayı en çok o istemişti, ama çok pahalıymış, yapamadık. İçin sızladı mı baba? Hani hep denir ya…
Güldü bu sefer. Kocaman kocaman güldü:
-Kemiklerim sızlamadı merak etme.
Ben de güldüm.
-Seni ziyaret etmeye hiç engel tanımadı o. Karda kışta, soğuğa çamura aldırmadan her özel günde gitti sana…
-O da inandığını yapıyor. İnandığını yapmak huzur verir. Zaten önemli olan da bu, kızım
Kızım deyişi içimi ısıttı.
Abimden konuştuk sonra bir süre. İki kardeş ne kadar farklı olduğumuzu, yaptığı yanlış tercihlerin bir zamanlar annemle ikisini nasıl endişelendirdiğini...
Konuşmamızı o ana kadar sabırla sıranın kendisine gelmesini bekleyen Daisy’nin sessiz havlaması böldü. Havlıyormuş gibi yapıp, ses çıkarmadan ağzını açıp kapamasını ne kadar özlediğimi fark ettim. Sarılıp öptüm güzel kızımı. Uzun tüylerinin yağlı kokusu genzime doldu. "Hep inanmıştım, dedim. Hep inanmıştım ikinizin burada beni bekliyor olacağınıza".
Elimden tuttu babam. Yeniden küçük kızı oldum.