6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1480
Okunma
“Dök kızım dök.”
Banyonun her yerinde buharlar tütüyordu, ecza dolabının aynalı kapağını, çatlak fayansları buğu kaplamıştı. Beyaz köpükler, betonun üstüne bulut gibi yayılmıştı.
“Yeter babaanne, bak kıpkırmızı oldun, çıkalım artık!”
“Bir daha dök de, bu son kızım”
Kaçıncı son! Banyoya girdiklerinden beri kaçıncı son deyişiydi yaşlı kadının. Yedi defa yıkanmadan çıkmazdı hiç, yine yedi defa yıkanmadan çıkmayacaktı babaanne. Seyrek saçlar ıslanıp birbirine yapıştıkça, kaynar suyun altında ciğer gibi kızarmış kafa derisi büsbütün beliriyordu. Her tasta nefesi daha da daralıyor, yanaklarındaki kılcallardan kan fışkıracak gibi oluyordu. Banyo kazanında çıtırdayan odunların yakıcı kokusu ile yeşil sabunun kokusu birbirine karışmıştı. Nem bunaltıcıydı.
Yedi tamamdı nihayet. Kız havluya uzandı.
“Tamam, bitti, hadi bir kova daha doldur da abdest alıvereyim”
Çare yoktu, biliyordu ki babaannenin içi rahat etmez. Beyaz kovayı tekrar çalkaladı. Kazanın musluğunu açtı. İğne batmayan şey murdar tutmazdı. Aslında zorlansa naylon kovaya iğne batırılabilirdi. Bunları düşünüyordu kız, ama söylemedi. Babaannenin aklını büsbütün karıştırmanın âlemi yoktu, hiç çıkamazlardı yoksa. Su sıcak mı diye bakması lazımdı ama kovaya elini sokamazdı, abdest suyuna el sokulmazdı. Hamamtasına biraz alıp babaannenin ellerine döktü. “İyi” dedi babaanne. Abdest faslı başladı. Euzu besmele çekti babaanne. Ağzını çalkalayıp tükürürken dualar devam etti. “gargara, mazmaza…” Babaanne sonrasında fısır fısır anlaşılmaz bir şeyler söylerdi. Ne demekti acaba? Kız merak ederdi ama soramazdı.
Babaanne çiçekli havlusuna kurulanırken kız da banyonun yerlerini sildi. Yün fanilayı askıdan aldı. Babaanne fanilanın tersine yüzüne çevire çevire okudu üfledi. Kızın da yardımıyla giyindi. Torununun kolunda banyodan çıktı.
“Geç kaldık gelin kızım” diyordu babaanne. Geç kaldıkları yoktu. Ev gezmesine öğleden sonra gidilir. Daha vakit vardı. Günlerdir telaşına düşmüştü. Giyeceklerini üç gün önceden ütületmiş, askıya asmıştı. Dün “askı izi olmuş” diye bir daha ütületmişti. Bir saattir giyinik oturuyordu. Oturuyor da denmez ona, eteği buruşmasın diye koltuğa oturmamış, tahta sandalyenin ucuna ilişmişti sadece. Kahverengi ipekli başörtüyü kâh bağlıyor kâh çözüyordu. Ellerini üç defa kremlemiş, mekik yüzüğünü bir sağ bir sol elinde defalarca denemişti. Ölümlük dirimlik dediği üç burması kolundaydı. Bir ara eğildi, yüzünü buruşturdu. Üstündeki kazak nahoş kokuyor gibi geldi. Büfeden limon kolonyasını alıp ellerine döktü, kazağına doğru serpti hafifçe. Dibinden kestiği tırnakları sızladı.
“Anne neden hiçbir şey yemedin? Börek ne güzeldi, sarmalar da tuzlu değildi. İki lokmacık yeseydin. Hem aç kaldın, hem de ev sahibine ayıp oldu.” Oda kapısının yanında dikiliyordu gelin. Kayınvalidesinin, kazağını, yetim bir çocuk başı gibi okşaya okşaya katlamasını seyrediyordu. “Dokunuyor gelin kızım” dedi. Siyah eteği çıkarmış, üstünde kıl tüy kalmıştır diye defalarca çırpmış sonra da ceviz gardıroba asmıştı. “İçine sinmedi biliyorum ben. Vallahi çok temiz kadındı anne. Mutfağını gördüm çiçek gibiydi inan” Elindeki kazakla bir müddet daha oyalandı babaanne, gelinin gitmesini bekliyordu. Böyle zamanlarda seyredilmekten hiç hoşlanmazdı. Zihni birçok endişeyle doluyken, katlanacak, silinecek, çırpılacak onca şey beklerken. Omzunu silkip gitti gelin. “Sen bilirsin” diyordu içinden, “Ahir ömründe kendine de bize de eziyet ediyorsun. Titizliğin meşhurdu, herkes bilir, ama bu kadarı da çok oldu artık. Ellerin yaşlıları gibi hanım hanım otursan ne var? Temizlik de temizlik. Sanki senden başka herkes pis.”
Yalnız kaldı odada babaanne. Burmaları çıkardı önce. Her birine üç kulüvalla bir elem okudu, Tek tek sildi yazma eskisiyle. Işığa doğru tutup parlaklıklarına baktı. Sonra nakışlı bir beze bohçalayıp çekmecenin en gerisine koydu. Öne de açılmamış öğretmen çorabı kutularını, pazen geceliğini, bir iki parça çamaşırını yerleştirdi güzelce. Hepsini beyaz tülbentle örttü. Kapattı çekmeceyi. Mekik yüzüğü sildi sonra. Sonra gözlüğünü çıkarıp camlarını, çerçevesini sildi. Kahverengi ipekli başörtüyü çıkarıp silkeledi. Her silkeleyişte içindeki kaygının dökülüp gideceğini umuyordu ama olmuyordu. “Son defa silkeleyeyim de” diyordu, ama yeterince temiz olmuş muydu, bilemiyordu işte. İçinde, yarım bir halka gibi ruhunu yırta yırta dönen bunak bir köpek vardı sanki, kendi kuyruğunu kovalıyordu. Yine, yine, yine… Başörtüyü iyice yüzüne yaklaştırıp baktı. Üzerinde kıl mı vardı ne? Bir daha silkeledi, bir daha. Ağzının içinde bir şey hissetti. Yoksa ağzına mı gelmişti geberesice kıl! Dilini çıkardı, dişlerinin arasından geçirdi. Damağını yokladı parmağıyla. Neredeydi bu kıl! Öksürdü bir iki defa. Boğazına mı kaçmıştı yoksa! Banyoya gitti. Musluğu açtı sonuna kadar. Sıçrayan sulardan üstü başı ıslandı. Takma dişleri çıkarıp kenara koydu çabucak. Sabun…Sabun lazımdı. Köpükleri doldurdu ağzına, sabun acısından dili buruldu, içi bulandı. Çalkaladı defalarca, “gargara, mazmaza…”
Güneş doğalı bir saat olmuştu. “Anne ne olursun kalk artık şu seccadeden, bu saate namaz mı kalır? Allahım kabul etmiştir, ezandan beri kaç rekât kıldın kim bilir. Bak çay da demlendi, hadi kahvaltımızı yapalım güzel güzel, hadi anne.” Kaçıncı yalvarışıydı gelinin. Uyanmış, odanın yanan ışığını görmüştü. Her zamanki gibi babaanne sabah namazındaydı herhalde. Tekrar dalar gibi olmuş ama banyodan gelen seslerle bir daha uyanmıştı. Kalkıp baktığında ne olduğunu anlamadı önce. “Affet Ya Rabbi diye mırıldanıyordu babaanne abdest alırken. “Estauzubilllah, estauzubillah…” Beklemişti gelin. İhtiyar kadın, odaya gidiyor, tekrar niyet ediyor, tekbir alıyor, daha bir rekât bitmeden iki yana selam verip banyoya koşuyor, bir daha abdest alıyordu. Uyku sersemi olan biteni anlamaya çalışmıştı, “Ne oluyor?” demişti yeniden banyo kapısına gelen babaanneye. Gözleri bir tuhaf bakıyordu babaannenin. “Abdestim kaçtı, abdestim…” demişti boşluğa doğru. “Estauzubillah…” Git geller bir saate yakın sürmüştü. Babaannenin çenesinden, kollarından, ayaklarından damlayan sular, banyo ile odanın arasında küçük bir göl oluşturmuştu. Gelin yerleri silmeye yetişemiyordu. “Biraz yalnız bıraksam, iyi mi olur” diye mutfağa gidip oyalanıyor ama geri döndüğünde babaanneyi ya seccadesinde ya da banyoda buluyordu. Dualar birbirine karışmıştı, birinin başı öbürünün sonuna ekleniyordu. Babaanne kâh açıktan, kâh içinden okuyordu. Ayetler ip gibi uzayarak iniyorlardı dudaklarının arasından, sonra kelimeler ayrılıyordu, harfler bir bir dökülüyorlardı seccadenin üstüne. Karınca sürüsüydüler sanki. Yürümeye başlıyorlardı Kâbe resminin kenarından yukarı doğru. Sonra onlar geliyordu, pis sözler, ayıp sözler, küfürler… Balçık gibi yayılıyor, boğuyorlardı karıncaları. Can pazarı yaşanıyordu, kelimeler kopuyordu, dağılıyordu harfler, Cesetler seriliyordu yerlere… Sarsılıyordu babaanne. Hızla selam veriyordu sağa sola; “esselamü aleyküm..” Koşarak yine banyoya gidiyordu. “Abdestim kaçtı, estauzubillah..”
En sonunda yaşlı kadının gücü tükenmişti, banyodan sallanarak çıkmış, odaya kendini zor atmıştı. Şimdi ıslak ayaklarını kıvırmış, gövdesinin ağırlığını mor ellerine bırakmış, son tahiyyatta öylece oturuyordu. Dizleri balçığa batmıştı. Dakikalardır kıble tarafına, ceviz gardıroba doğru bakıyordu. Muharebeden kurtulmayı başaran harfler o tarafa doğru kaçmışlardı. Vav kapağın kulpuna tutunmuştu, nun en tepede beşik ayağı gibi sallanıyordu, noktası bir sağa bir sola savruluyordu, cim şişman gövdesini kaldırıp yukarı tırmanamamıştı, gardırobun ayağına yaslanmıştı, soluk soluğaydı. “Şın”ın kuyruğu kopmuştu kaçarken, “re”nin alnı kanıyordu, şeddesi başına düşmüştü herhalde. Babaanne onca pisliğin içinde kıpırtısız kalakalmıştı.
Ev halkı ayaktaydı. Gece yarısı uzun yoldan gelen baba, yarı uyur halde kenarda dikiliyordu. Olanlardan bir şey anlamamıştı. Gelinin yalvarması yakarması boşaydı. Babaanne onu duymuyordu bile. Kız odaya girememiş, çatalı daha takılı duran sabah sesiyle kapı eşiğinde ağlamaya başlamıştı. Gelinin şaşkınlığı geçmiş yerine korku gelmişti, ama kızı yanına sokulunca titremesini zapt etmek zorunda kalmıştı. “Ağlama kızım, topla kendini. Hadi git Fatma teyzenin ziline bas, onun kızı hemşire, gelsin baksın. Babaannenin hali hal değil çünkü.” dedi gelin.
İki hafta süren tahlil ve filmlerden sonra, bir müsekkin reçetesiyle taburcu ettiler babaanneyi hastaneden. Oğlu kollarından, taksici bacaklarından kavrayıp, eve çıkardılar, yatırdılar yatağına. “Hızlı seyirli bir nörodejeneratif hastalık” demişti doktor. Çaresiz kalınca bu karmaşık isimlerin arkasına gizlenirlerdi onlar hep. Uzun isim, kısa ömür demekti. Kısanın ne olduğu meçhuldü. “Kaç gün, kaç ay? “Bilemem” demişti doktor. “Allah bilir onu”
*
Bütün akrabalar gelmişti. Bir kadın yatağın başında Yasin okuyordu. Kız ağlıyordu kapının eşiğinde. Bunak köpek yarım halka gibi büzülüp yatmıştı. Babaannenin tarumar olmuş ruhunu seyrediyordu. Yırtıkları, onlardan sarkan ipleri. Üzerine bir ağırlık çökmüştü nedense. Tembel tembel kaldırdı başını, ön ayaklarındaki sarı tüyleri yaladı tırtıklı diliyle. Çok halsizdi bunak köpek. Bir daha uyanamayacak gibi uyuyası vardı. Son bir gayretle oynattı kuyruğunu. Dilini dışarı çıkarttı babaanne, tükürür gibi yaptı, duyulmadı mırıldandıkları “gargara, mazmaza...”