- 520 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ESKİ ŞUBAT
Şubat...
İçende, buğulanmış camların arkasında görülen yüzler, yüksek sesteki müziğin gürültüsünde, boğulmuş gibi bakışsız ve soğuktular, dışarıdaki soğuktan daha soğuk. Kentin ve ülkenin büyük camisi, kurulduğu tepeye rağmen, heybetsiz ve ihtişamsız ve hatta kışın ortasında soğuktan üşümüş gibi duruyordu. Ezan seslen kesildi. Çok soğuktu.
- Hava karardı, dedi kız. Siyah saçlarını geceye katarak ve sırf suskunluk olmasından korkmuş gibi ve susmaktan korkarak. Biraz pişman. Artık anlamların evreninde her şeyin değiştiğini bilerek. Adam onaylar gibi baktı. Aslında adam değildi. Bir gençliğin veya ömrün kıyısındaydı sadece. Kıyıdaki her insan gibi açıklarda olanlardan habersiz. Açıklar için acemi. Açıklar ve derinler için bilemeyeceği kadar güçsüz. Sözsüz.
Karanlıktı. Çok karanlıktı. Kızın yüzü, sanki bayılacakmış gibi sarı ve dolgun dudakları küskün ama yüzüne inat canlı ve kendi başına. Dayandıkları alçak duvar bir binanın yanında ve sokaktan daha karanlık.
Şubattı. Susulmalıydı. Anlaşılmayacak ve anlatılmayacak bir şeyler yaşamış olmaktan zor değildi; karanlıkta bir duvara dayanmak, ellerini soğuktan ve kızın ellerinden saklamak. Oysa son bir şeyler söylenmeliydi. Böyle zor zamanlarda konuşmak hep adamın işi olurdu. Yapılması gerekenin bu olduğunu anlatmalıydı. Ya da ağlatmalıydı kızı. Kendisinin yerine. Bir lanet gibi bir şeydi kendisi ağlayamazdı. Olanın ve oluşun yerine kız ağlarsa belki kabul edilir olacaktı. Her şey bir zamanlama sorunuydu. Bütün sorun buydu. Anlatmalı ve ağlatmalıydı. Tanrı’nın tasarımında, periyotlarını anlayamadıkları olaylara kader, yazgı ve daha çok rastlantı demek durumundaydı ikisi de. En azından bir isim bulabilmiş olmak adına. Karşılaşma zamanları bir rastlantı olmalıydı.
Ağlarsa, belki hırçın istekleri soğur belki yanakları tuzlanır ve denize benzerdi. Deniz gibi durulurdu belki kız. Nasıl oluyorsa denize benziyordu. Gözlerindeki gece koyuluğu mu, saçları mı? Bir şeyler denizi anımsatıyordu. Tenindeki unutulması olanaksız tuz mu? Gözlerinden taşan suların serin bolluğu mu?
Aşkın, bir yüreğe çok geldiği bir iklimde, birini severken öbürünü de en az onun kadar sevmek, böylesi bir zamana uymazdı. Olmazdı. Kim anlardı? Dostları, cellâtları ne derdi? “Öteki” ler buna çok bozulurlardı. İtebilirlerdi onları. İyice yalnız bırakabilirlerdi.
Adam, aceleden çıkıp bu duvarın yanına geldiğinden beri daha konuşmamış, konuşup olanları yalanlamamıştı. Daha yapamamıştı bunu. Hiçbir zaman yapamayacaktı da aslında.
Kız elini saçlarına götürüp küçük bir demet yakaladı. Parmakları uzundu, güzeldi. Parmakları dokunmayı nereden öğrenmişlerdi. Parmak uçları pembeydi. Onlar bir demet saç taşıdılar tarihler öncesinden boynuna, göğüslerinin üzerine. Bu saçlara bir süre önce dokunabiliyordu. Oysa şimdi. Dokunamıyordu. Dokunamayacaktı. Ama unutamayacağını daha o andan başlayarak biliyordu. Bilmek de bir kutlu lanet miydi? O saçlar, aynı saçlar, üzerinden bir gün geçmediği halde yabancı ve uzak. Ama yıllar sonra bile ilk gün güzelliğinde. Eskimeden. Zamansız.
Baktı. Gözleriyle dokundu, gözleriyle tutundu. Ne yapması nasıl davranması gerektiğini bilmeden. Acemileşti sanki gözleri. Bakmayı beceremedi. Böyle düşündü adam. Soğuktu, üşüyorlardı. Kız üşüyordu. Hep üşürdü. Zaman yoktu. Bu an bitmeli, bu siyah gözleri ağlatarak ya da yalan söyleyerek göndermeliydi. Olmuyordu. Kimse anlamazdı.
-Üşüdün, dedi kız, bunu laf olsun diye veya sessizlik bitsin diye söylememişti. O, böyleydi. Her an korumaya her şeyi yapmaya hazır, tutku ve aşk dolu. Bir Moğol gibi. Ölürken ve öldürürken şehvetli ve ama şefkatli de.
Kalın paltosundan ellerini çıkarıp oğlanın omzuna koydu. Bu ellerden, görünmesi imkânsız bir güç, adamın omuzlarından bütün bedenine aktı. Getirdi saçların kokusunu. Getirdi uzakta olmayan ve bir gün öncede kalan bütün büyüleri, sihirleri, sırları, açmazları, saklıları, asla olamayacakları. Ve anlatılmayanları.
“Ah bu anaçlığı diye geçti adamın içinden. Kendini unutup sevdiğini düşünmesi. Böyle teklifsiz ama incecik dokunuşları.” Şimdi beraber çıkıp eve gitseler. Bu kenti terk etseler. Sonuç değişecek miydi? Yazgı aynı değil miydi? Olmakta olandan kaçılmıyordu bu kesindi. Hiç bir şey öğrenmemişlerse de bunu öğrenebilmişlerdi en azından. Ama yine de son defa ellerinde ve terinde erimek, kaybolmak. Sonu olmayan her şey sonu olmayan acılar bırakıyordu. Yok olmak gibi bilerek ölmeyi istemek. Oysa yasaktı. Oysa Şubattı. Ve artık tenleri birbirine dokunmamalıydı. Artık terleri karışmamalı, saçları takılmamalıydı birbirlerine. Adamın omzundaki bu el yakışıyordu boynuna. Yasak kadar kolaydı her şey ve omuzdaki o el. O ellerden başlamıştı bütün günah. O ellerden uzak durmazsa onları tutabilir ve her şeye karşı durabilirdi. Oysa olanlar, olağan değildi. Olağan olamayacak kadar güzeldi. Ve o ellerin öğrettiği şarkıyı, bildiği her şeyden fazla seviyordu. Bir düzen vardı, o düzen bozulmamalıydı. Düzen kaçınılmazdı. Onun elleri bütün düzenleri çarçabuk bozan yıkan, duvarları aşan…
Dayandıkları alçak duvar ve çevresi. Karanlık birikiyordu. Bekledikçe acılaşan
bir tat. Omuzdaki el ne yapacağını bilemeden şaşkın bir gözyaşı gibi, utanarak
durdu kaldı. Kızın yüzünün gerisinde bir şeyler kırıldı ve soldu. Az sonra da adamın boynuna dokundu. Ürkek parmakları, korkak, tez canlı.
İkisinin de gözleri kalemin, kanını bilerek dökeceği kâğıt kadar boş, anlamsız mıydı? Kendi zamanından taşan her şey gibi yönsüz ve son-suz muydu? Kız "Bugün olmasaydı bari" dedi bir, sonra sustu. "Bugün, olmasaydı. "
Adam, “suçluyum” diye geçirdi içinden. Suçundan habersiz. Belki de tamamen haberli ama kesinlikle bu konuda kararsız. Ve terk edendi. El, boyuna değer değmez irkildi, ürperdi adam. Bir, ilk öpüş geldi aklına, gitmedi. Bir kere gelmişti el. Kız, bir an yeniden ışıdığını düşündü adamın gözlerinin. Belki her şeyden vazgeçerdi. Kaçmak ve her şeyi, bu kenti, işini, sevdiğini terk ederdi… Her şeye rağmen bir karış ötede duran bu adam, sanki yıllar sonrasındaymış gibi uzak ve yarınsızdı artık. Kızın değildi. Ama ışımıştı gözleri. Bir ışığı andırmıştı.
“Belki"nin güzelliği başlamıştı yasağın önündeki eliyle. -Ne olacaksa olsun- zamanıydı. “Belki” kuralsızdı. “Belki” o an, dünyanın en güzel bağlacıydı. En güzel ayracıydı. Masalların sözüydü. Karşı durur, yeni olasılıklar yaratırdı. “Belki” kadar güzeldi kızın gözünde adam. “Belki” kadar ve hatta belki ondan bile güzeldi o an, adamın gözünde kız. Ve ama yazıktı ki kendi güzelliğinin bu kadar olduğunu bilmiyordu. Belki de hiç bilmeyecekti. “Belki”, hüzün veriyordu şimdi. Şiirler getiren bir keder.
Bu bir karışı geçerse yıllar sonrasına geçebilirdi sanki. Eli, boynunu yavaşça okşarken ürkek parmaklarıyla yüzleri karşı karşıya kaldı. Kız şimdi o "yıllar sonrası"ndaydı. "Üşüdün" dedi yine, sesi dünkü gibi, o hiçbir şeyin olmadığı, yalnızca adamın olduğu, dünkü gibiydi. Rahat ve mutlu. Biteceğini bilerek. Adam, sakladığı ellerini çıkarıp ortaya koydu. Güzeldi elleri. Büyüktü. Becerikliydi. Hangi işi yakalasa canını alırdı, kız böyle düşünüyordu. Yani böyle düşündüğünü o an fark etti, o zamana kadar düşündüğü halde söylemediği ne çok güzellik vardı bu adamda. Bunca zamandır söylemediğine üzüldü. Artık çok geçti bunları söylemek için herhalde. Şimdi diye bir zamandalardı artık. “Şimdi”lerde masallar yaşayamazdı. Masallar belirsiz bir geniş zamanı sever ve ama geçmiş zamanı anlatırlardı. Bütün büyü masallardaydı.
Şimdi karanlık, yağmur serpiyor ve her ikisini saklıyordu sanki onları anlamayacak olanlardan. Kaldı ki anlatmamışlardı. Anlatamazlardı. Bu gece, bir sır olarak kalmalıydı. Öyle de kalacaktı. Her gün biraz daha ağırlaşarak, zorlaşarak.
Paylaşılmayacaktı. Bir aynanın karşısında kendi yüzleri dışında.
"Tüm bu olanlar utandırmadan... " dedi adam. "Utanacağız nasılsa" dedi kız. Ama kız sustu. Dudakları bir kişilik kazandı ansızın. Dudakları özne olmayı göze aldılar ve göze aldıklarını hakkıyla yaptılar.
Adam ellerini, kızı itmek için beline koydu. Yaklaştırmayacaktı. Ama "Utanmak" sözü, bir anda ikisini yaklaştırmıştı. Beraber bir sırla savaşacaklarını, beraber bir sır saklayacaklarını ve beraber utanacaklarını, hatırlatmış ve biri şimdi’ de beklerken biri yıllar sonrasında kalan bu iki kişiyi zamanın içinde değil ötelerinde bir yere atmıştı, aynı ilk günkü gibi.
"Utanmayız, utanmayacağız zaten" dedi. Çocukçaydı söyledikleri. Ne yazıktı ki yalandı. Aynı ilk günkü gibi. Yalandı. Masaldı. Yılların ardında bekleyen o olduğu halde, çocuk olan yine ve hep oydu. Az önce uzaklaştıran, uzaklaştıracak olan eller, kızın belini bırakıp boynuna dokundu ve dokunduğunu kavradı. Ve şiirlere konu olan parmak uçları kızın. Onlar da bu ellere dokundu ve sonra bütün geçmişine adamın. Ve o çok önemsediği dizelerine. Onu bir biçimde sürekli anımsayacağı geleceğine. Yapacağı gizemli göndermelerine. Saklılarına ve gizlilerine. Şiirseldi olanlar. Acı verecekti. Kızın soluğu kesildi, ürperdi. Yüzünün katılığı kayboldu.
Şubattı... Karanlıktı...
Kız kesilen soluğunun arasında "utanacağız" diyebildi yeniden. "Bu aşk utandıracak bizi" dedi sonra. Az sonra, biri buğulu camların arkasına gidecek ve dışarıda üşüdüğünden daha fazla üşüyecekti bilmeden.
Kız karanlığa gidecek ve bir daha kimseyi sevmeyeceğini düşünecek sonra susacaktı. Ağlayacaktı. Yıllarca belki de kim bilir... Boynunu yakalayan eller alevlenmiş gibiydi ve soluksuz bırakıyordu kızı.
-Birazdan gideceğim, dedi. Sen burada kalacaksın. Seni bir daha hiç görmeyeceğim. Beni bir daha hiç görmeyeceksin. Ne sen öleceksin ne de ben öleceğim. Ama görmeyeceğiz işte birbirimizi. Bu olmayacak. Nedense olmayacak. Bensiz kalacaksın. Oysa sen beni nasıl da seversin. Durdu. Sevmez misin? Bu bir soru gibi değildi. Bu sözler bilinmez bir ses madeninden yapılmıştı. Bu madenin biçiminin hiç önemi yoktu. Sen bensiz nasıl yaparsın, yaptığın onca işi? Durdu.
Durdu yağmur. Hava durdu. Aceleyle evlerine yürüyen adamlar, ıslanmaktan nedense kaçınan kadınlar, yaşamakta olmanın büyüsünü bir kez olsun düşünmeyenler, bir gün ölüneceği gerçeğini bilen ve bundan ürkenler, ölümün hep başkalarına ait olduğunu zannedenler, durdular o an. Aklını dolaşan kimya, bedenini taşıyan güç, yaşlanmakta olan ruh durdu. Evrenin gizemli döngüsüyle beraber kentin bilinen nehri durdu. O durma anını Tanrı dahi fark etti.
Sonra her şeyi yeniden başlattı kadın. Zaman yeniden, esrarlı bir kararlılıkla öldürmeye başladı insanları eskisi gibi. Kimse pek farkında değildi bu öldürme eyleminin, öldürülme gerçeğinin. Yavaş olduğunda, her şeye alışılıyordu. Sonra her şeyi yeniden başlattı kadın. Söyledi.
- Ben, sensiz nasıl yaparım? Cümledeki bütün vurgu “ben” sözü üzerindeydi. Bu söz dudaklarından çıkarken, biçimi bozuldu. Ezilmiş bir metal kutu gibi oldu. Bu sözler, madeni kesikler açtı sanki bir yerlerine adamın. Söyledi. Söyledi. Sonra ince ince, taşmadan ve sızlatmadan ağladı. Adam taş oldu. Adam öldüğünde bile ayakta kalan bir ağaç oldu. Ve o ağaçlar kadar yoruldu. Çok bildiğini zannettiği aklı sustu. Hiçbir şey bilmediğini sakladığını anladı. Adam bu acının bu aşka değdiğine inandı o an. Bu aşkın bu acıyı hak ettiğine inandı hemen sonra. İnandığını anladı. Yaşadıklarından hiç pişman olmayacağını anladı. Yıllar sonra yine böyle, yaşadıklarından acı bir mutluluk alacağını anladı. Her geçen gün bu acıyla güzelleşeceğini, inceleceğini anladı. Anladı. Ayrılmak isterken, gizlerin içine saklamıştı kızı. Yaşadığı sürece ve belki sonrasında bu gizler onun bir şeylerinde hep kalacaktı.
Adam öleceğini düşündü. Sanki ondan ayrılınca ölecekti kız. Bir insanı bir daha ne olursa olsun göremeyeceğini bilmenin korkunçluğu oturdu adamın içine. Ne olursa olsun. Bir daha göremeyecekti onu. O ölecekti. Kız zamanın içinde bir yerde ölecekti. Bir geçmiş zamanda, çiçekli bir geçmiş zamanda kalacaktı kız. Papatyalı bir zamanda.
-Ruhum üşüyecek, dedi adam. "Ruhun üşüyecek". Tüm bu söylenenler karşılıklı dimdik duran bu iki gövdeyi çökertecekti. İkisi de devrilecekti. Ayakta ölünmezdi.
-Bari bugün olmasaydı, dedi kız yeniden.
Birbirlerine yaklaşan yüzleri artık görünmüyordu. Yalnızca adamın kavuran soluğu ısıtıyordu kızın yüzünü. Ve kız bu soluğu, öldüresiye seviyordu.
Yağmur hızlandı. Kızın saçları ıslandı ve alnından sarkan kısa bir demetten küçük bir su, damladı, damlayacaktı. Adam dudaklarıyla yakaladı suyu. Artık sokaktan geçen kalmamıştı. Son geçenler şemsiyelerini üzerlerine örterek koşup gitmişti. Utanılacak hiç kimse kalmamıştı kendilerinden başka. Adam kızın beyaz olduğunu bildiği boynunu kavrayıp kendine çekti. Beyaz olmadığını yıllar sonra fark edecekti. Önce solukları dokundu birbirine. Kız bedenini adamın bedenine serdi. Birbirlerini son kez öptüklerini bilerek, dişleriyle birbirlerini kanatmak isteyerek.
"Büyük ve çağıltılı iki nehrin uçurumundan korkusuzca dökülmesi gibi bir şey " diye düşündü adam. Ama düştükleri yerde yatakları ayrılıyor ve bir daha yan yana gelmiyordu. Bu yaşın coğrafyası böyleydi. Ama döküldükleri yerde kaçınılmaz olarak karışmışlardı. Bundan sonra onun içinde benden bir şeyler hep yaşayacak diye akıl etti sanki hafifledi ağrısı.
Kız yalnızca dudaklarını değil, her yerini öpüyordu sanki adamın. Sırtındaki pürüzsüz beyazlığı, ellerindeki var eden ve iyi eden gücü, geniş omuzlarını, güçlü kollarını ve bütün bedenini. Ellerini sırtından adamın omzuna kilitlemiş, bir daha hiç bırakmayacak gibi sıkmıştı. İkisi de soluk almayı unuttu. İkisinin de zamanı durdu, kalpleri yavaşladı bir daha eski hızını bulacağı yere kadar.
Zaman yeniden başladığında, soluk alıyorlardı derin derin. Utancın soğuk sularından çıkmışlardı. En güzel yasağın bilinmeyen kuytusundan. En soylu günahın açmazından. Artık çok az şey eskisi kadar kolaydı. Cennetten kovulmuşlardı. Yine de mağrurlardı.
Adam gözlerini alamamıştı kızdan hâlâ. Ya da doymamıştı.
Ağzında kızın dudaklarının tadı kalmıştı. Bir parça toprak gibi sanki bir parça vatan gibi. Ama bu tat, bu toprak, bu vatan öldürücüydü belki de. Sanki kızın vücudundan bir parça koparıp ağzına saklamıştı. Bu parça hep kalacaktı. Hep saklayacaktı. Şimdi utanmanın sırasıydı. Şimdi bu sırrı saklamanın zamanıydı. Bağıracak bir kuyu da yoktu.
Her şey ilk halini aldı. Elleri koptu yeniden. Adam yere bakarak, gözlerini sakınarak, "Buraya kadar" dedi. Demeliydi.
-Bak, utanmaya başladın bile, gözlerini saklayacak kadar, dedi kız. Adam yalanlar gibi, yalanlamak ister gibi, gözlerine baktı kızın. Ama ışıltı yoktu gözlerinde.
Kız elinin içiyle dokundu adamın yüzüne. Ellerinin en yumuşak, en anne ve en sevgili içiyle, okşadı, “Kendine dikkat et”, demek geldi içinden.
Kimseyle tersleşme, başını belaya sokma ya da ne olur sigarayı az iç, demeliydi. İçki içme de demeliydi mesela. Veya iç ama az iç. Sarhoş olmuyorsun işte biliyorsun. O koskocaman gözlerin kan çanak olur. Ağlayacaksın sanırım sonra. Ağlayacaksın diye korkarım. O kocaman gözlerin bilmez zaten, ağlamayı beceremez. Çok acır kirpiklerin sonra çok acır bildiklerin ve bilmediklerin ve asla bilemeyeceklerin. Benim de acır içimde bir yerler ve bir şeyler, yanında olmasam bile. Sezerim ve ansızın ağlarım uzağındayken. Kimse nedenini anlayamaz. Ağlarım ben.
Ya bir şey olur da ağlarsan… Hıçkırırsın. Sen ağlarken, parça parça sökersin içimi ben de ağlarım. Boynun yine kırmızı kırmızı döker. Ölürsün diye korkarım. Öpsem de geçmez. “Öpünce geçer” derdin ya.
Ama bir yararı yok diye düşündü ve vazgeçti söylemekten. Bu sözler, düşünceler aklında sıkışıp kaldı. Kaldıkları yerde taşlaştı. Eli yüzündeydi hâlâ adamın. Gözleri koca koca açılmıştı. Onlara baktı. Her şey hatırlanabilirdi şimdi. Korkak da baksalar bu gözlerden hatırlanabilirdi her şey. Şimdiye kadar, bir kere kızdığında, birisiyle tartışırken böyle kan çanağı olmuştu gözleri, o zaman korkutucuydu. Bir de rakı içtikten sonra olurdu hep. Böyle olunca korkutucu da olurdu. Belki bu yüzden, hep ağlamak gelirdi kızın içinden bu gözleri görünce. Bu çocuk gözlerinin öfkesini istemeden hayal eder, ürkerdi sabaha karşı, ezandan önce, adam uyurken, işe gitmeden biraz önce.
Elinin içi adamın yanağında sımsıcak olmuştu. Teni sıcaktı. Ateş gibiydi. Üşümezdi adam. İçinde sönmeyen bir sıcaklık vardı. Son bir şeyler söylemek istiyordu. Adam söylemezdi. Susardı. İstemeden "çok içme olur mu" dedi. Sesi kocaman, açılmaz bir düğüm oldu. Bunu söylemeye karar bile vermemişti oysa henüz. Sesi değişmiş, boğulur gibi çıkmıştı.
Sustu hemen. Yoksa ağlayacaktı. Sessizce "bir şey olmaz" dedi adam. Ya olursa diye düşündü kız. "Ya olursa, ya ölürsen. Kırmızı kırmızı kabarırsa yine boynun. Öpsem bile geçmezse, öyle kalırsa, ya o zaman o kocaman gözlerine başka biri bakarsa, bir başkası ağlarsa onlara bakıp, gizliden başkası, içten içe korkarsa onlardan." Bir yerden düşüyormuş gibi oldu. Toparlanmaya çalıştı. İstemeden söylemişti. Bu kadar olsun istememişti. Ayrılık zamanıydı.
-Bari bu gün olmasaydı, dedi kız yeniden.
-Edirne’ ye bir daha gelecek misin, diye sordu adam.
-Sen gittiğin zaman, dedi kız. Ama olsun senin içinde de benden bir şeyler kalacak ve sen yaşadıkça, o kalanlar yaşayacak, benliğine karışacak.
Adam "Hoşça kal" dedi. İkisi iki ayrı yöne gidiyorlardı. Bir sırrı saklayacaklardı ayrı kentlerde ama beraber. Ve kız ölmemişti. Ve adam ölmemişti. Belki gençlikleri azdan aza bitmişti. Adam kızın son söylediğini hatırlayıp şaşırdı, peşinden koşacak oldu. Ama ayrılık zamanı başlamıştı. Gençlikti. Gitti kız, gitti adam. Ve aynı yavaşlıkta öldürmeye devam etti zaman.