30
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2456
Okunma
Ne zaman işte böyle kapkaranlık olsa yeryüzü, ne zaman bütün diller sussa, ne zaman yalnızlığı çağrıştıran ayrıntılar sivriliverse karanlığın geniş bağrında, ben ipince bir tüy gibi süzülürüm boşlukta. Yoldan geçen kamyonların sert ve korkunç frenleri, rüzgarda uçuşan kuru yapraklar, komşunun tıkırdayıp duran çanak anteni, çöpteki tavuk kemiklerini pay edemeyen aç kedilerin ince hırıltıları, saatin ölümü anımsatan tıkırtıları, bana gönüllü soyunan sonsuz bir yalnızlığın merhabası gibi gelir.
Ben çok yaşadım aslında. Hiçbir şey kursağımda kalmadı. İki bacağımı açıp kapılara tırmandım mesela. Bir çarpı işareti gibi durdum ışığa karşı. Herkes gibi. Benim annem de herkesin annesi gibi yıktı kaşlarını bu halimi görünce. Sırtıma okkalı bir terlik yediğim de oldu. Fakat geçti. Her şey gibi. Ağlaya ağlaya divanın altına girdim. Orası benim kendimi büyüttüğüm kuytuydu. Divanın paslı ve bozuk yaylarına bakarken tanımladım hayatı. Bir yandan annemi bekledim, beni öpüp koklayıp gizlendiğim yerden çıkartması için, bir yandan bir mezarlık sediri gibi yapayalnız uzayıp dik durmayı öğrendim. Kerrat cetvelini orada ezber ettim. Dokuzlar bir sene uğraştırdı beni. Gittikçe artan sayılarıma yama yapacak bir şeyler bulmakta zorlandım. Paslı yaylar, parmaklarımın yetemediği yerde koştu imdadıma. Her insanın bir on birinciye ihtiyacı olduğunu divanın altında öğrendim ben. Bir de büyümenin de, kerrat cetveli gibi ilerledikçe genişleyen ve eldekilerin yetersiz kaldığı bir çoğalış olduğunu. İşte o vakit, varlığımdan daha büyük bir varlığa ihtiyacım olduğunu anladım.
En güzel uykulara da orada daldım. Burun akıntısıyla ve yavaş yavaş sokulan ağırlık, her seferinde hiç şaşmadan gelip buldu gözlerimi. Pek çok düşüncenin ardından yorgun düşüp, öğle vakti yerde para bulmuşçasına coşkuyla sarıldım uykuya. Basamak basamak rüya havuzuna inerken, ölü diri kimim varsa el salladı ardımdan. Ben divan altı rüyalarımda hep büyümüş halimi gördüm. Üstünde çileli anaların oturduğu divanların altında, tatlı rüyalar uçuşur muydu hiç? Ya yolumu keserlerdi okul dönüşü, bağırmak ister sesimi çıkartamazdım. Ya gürz gibi bir tokat inerdi yüzüme, döne döne yere düşerken bir tay yelesi gibi dağılırdı odaya saçlarım. Düşerken, kenarlarına macun çekili camların titrediğini duyardım. Mutfakta demlik kaynıyor olurdu. Güllü bir havlu sallanırdı tezgahın yanında. Tam düştüğüm yerde küçük bir bebek çıngırağı olurdu ekseri. Kapı aralığından, sarı saçları düğüm olmuş, mavi gözlerini dünya kadar açmış küçük bir çocuğun baktığını görürdüm. Yalan yok; şekerli düşler de gördüm ben. Fakat bu düşler Ramazan Bayramları kadardı.
Bir perdeydi divan altı. Beni zamanın yaşayan parçasından sakınan, görünmez kılan, büyülü ve sırlı bir perde. Orası hayata dahil değildi. Kabul ediyorum, özgür bir alan da değildi paslı yayların altı. Egemenlik annemin çileli oturuşlarınındı ve ben hiçbir zaman ondan bağımsız ne ağladım ne güldüm. Hep tuhaf bir anne kırığı oldu içimde. Arabesk bir mızıka melodisine sarılmış, alnı güneşle parıldayan, yarım bir siluet, gizliden gizliye dolandı peşimde. An oldu, birbirimize karıştık. Zaman geldi derin uçurumların iki zıt yanında kaldık. Fakat hiç ayrılmadık.
Bilmemem gereken şerleri de divan altında öğrendim.
Şayibe Abla çıktı geldi bir ikindi üzeri. Eteklerini toplayıp bacaklarının arasına sıkıştırdı. Divan eteğinin altından karanfilli patiklerini gördüm. Yine bir şey kırmışım, karşılığında kalbim kırılmış. Mübarek divan altı açmış bana müşfik bağrını. Kimseciklerin gizli sığınağımdan haberi yok. Kırıklığımın da son demlerindeyim. Az sonra mavi tülden elbisesiyle sokulacak gözlerime uyku meleği. Kendimi kadın göreceğim düşümde.
“Ablacığım gayri yetti benim çektiğim” diye başladı söze Şayibe Abla. Annem nasıl bir yüz ifadesiyle dinliyordu onu, ah bir görebilseydim. Bohça bohça açılırken mahrem sırlar, annemin rengi atmış mıydı? Isırmış mıydı nazikçe dudağını? Yere eğilmiş miydi kirpikleri?
Şayibe Ablanın kocası iki kadınlı. Bir gece ona uğrarmış bir gece öbür karısına. Bir de tutar öbür kadınla yaptıklarını anlatırmış Şayibe Ablaya. Zavallı kadın anlattıkça ağladı da iki gözünün yaşı sırılsıklam etti penyesinin yakasını. Annem hiç konuşmadı. Yattığım yerden gördüm; hiç kıpırdamadı topuk taşı kokulu ayakları. Öyle durdular yan yana. Bu onun içindeki yılgın sahranın yansımasıdır. Geniş, durgun, yakıcı ve ölüm kokulu bir çöl var annemin göğüs çatalında. İçindeki deli tayları dizginleyen, öfkesini boğan, cesaretini kıran, aydınlıktan tiksindiren bir çöl. Hayatın meşhur aheng-i reftarına yan çizecek olsa, kendi çölünün kumlarına batacak annem. Kendi kederinde boğulmaktan daha vahim ne var şu dünyada? O yüzden, hep sustu. Ya da duyulması hoşa gidecek şeyler söyledi konuşunca.
Akşam ezanına kadar oturdu Şayibe Abla. Sonra geldiğinden daha hafif bir kütleyle süzülüp gitti evine. Annemin ayakları kalınlaştı biraz daha. Kurak topraklara dönen topuklarına baka baka uyudum. O gün çok ayıp şeyler öğrendim velhasıl.
Hayat bu; mübarekle ayıp koyun koyuna. Yeryüzünün bir yanı necaset, bir yanı nimet. Ömür ise kalanlı bir bölme işlemi. Erdemin nefse bölünmesinden kalan yegane şey ayıplar. Yüz çevirdiğimiz, reddettiğimiz, kendimize bile itiraf edemediğimiz fakat hiçbir zaman terk etmediğimiz vazgeçilmezlerimiz ayıplar. Karanlık yorganımızla örteriz üzerlerini. En üryan anlarımızda gece gizler bizi. Rab, hiçbir zaman vurmaz yüzümüze ayıbımızı. Bilakis, saklar. Fakat biz iflah olmayız. Bunların hepsini divan altında düşündüm ben. Yaylara abanmış rutubet kokulu pamuk yatağın desenlerine baka baka.
Şimdi yok o divan. Abimin sünnetinde eskiciye sattılar onu. Yerine kanepe aldılar. Ben ve korkularım çırılçıplak ortada kaldık. Divanın güllü örtüsünün dürülüp yüklüğe kaldırıldığı, pamuk yatağının sökülüp bir çul üzerinde avluya serildiği, somyasının dar sofa kapısından zorla çıkartılıp eskici Nazım Efendinin kamyonetine yüklendiği gün, beni perdeleyecek, bana hayatı öğretecek başka eşyalar aradım. Hicret Takvimiyle tanışıklığım böyle başlamıştır.
Fakat bu daha derin ve daha ağrılı bir hikayedir. Belki herkesin yaşadığı, belki kimsenin önemsemediği, ya da unutmaya ant içtiği bir hikaye. Çocukluktan adamlığa geçişin hikayesi. Oyuncaklarımızı, küçük elbiselerimizi ve annemizin ninnilerini Şehriyar’ın develerine yükleyip, onların aksi istikametinde bir yola revan olduğumuz çağların hikayesi. Sancılı, çıplak ve korkak. Bir dal çıtırtısıyla havalanan serçeler kadar ürkek. Bütün acizliğimizi hırçın bir rüzgara sarıp gizlediğimiz, kalabalıkta esip gürlediğimiz, tenhalarda koca dünya gibi sular altında kaldığımız bir Sırat hikayesi. Bize yalnızlığımızı anlatan bir uçurum başı hikayesi.
Ben yazamam bu hikayeyi. Acıtır beni. Ağlamaktan ölürüz hepimiz. Geriye bizi okuyacak kimse kalmaz.
İnsan hüzündür. Hüznü faniliğinden gelir. İnsanı yazan ağıt yazar o yüzden. Size nasıl anlatırım çok ağlayacağımızı? Ezilip yoğrulacağımızı. Derimizin günden güne eskiyip acıyacağını…Nasıl anlatırım, sarılıp tutunduğumuz ne varsa çürüyüp toz olacağını ve bir gün; mandaldan kurtulan çamaşırlar gibi savrulacağını ruhlarımızın. Candan türettiklerimizin, veda dakikamızı bekleyeceklerini, sımsıcak düştüğümüz memleketlerden buz gibi çekip gideceğimizi…Kafa kağıtlarımızın tozlu çekmecelerde hükümsüz, mahzun ve mahpus kalacağını. Ayakkabılarımızın buruşup sertleşeceğini, entarilerimizin minder yüzü olacağını…
İşte yine gece…Koşup koşup aniden durduğumuz an. Bütün meşgalelerimizin, yarenlerimizin ve gölgelerimizin birer bilardo topu gibi deliklere doluştuğu vakit. Yalnızız biz. O kadar sessiz ki ortalık, göğüs kafesimizi tekmeleyen kalbimizin sesi çınlıyor kulaklarımızda.
Annem avuçlarını yıkadı da yattı şimdi. Sağ yanına döndü hayır rüya görmek için. Babam yorgun bir leylek artık. Yavru taşımayı çoktan bırakmış. Çekmiş koca kanatlarını karnına, artık şen sesler tütmeyen bacamıza tünemiş. O yüzden hastalık kokuyor evin içi. Nenemin kına kokulu ruhu dönüp duruyor odaları. Aralık bulsa uçup gidecek İdris Sadi Beyin yanına.
Mahalleye sis çökmüş. Yağmur yağacak sabaha. Bizim işportacı İlhan şemsiyeden parayı kıracak yine. Dükkan saçağının altına doluşan işçilere garezle bakacak Bakkal Saliha. Kedi Gorbaçov rugan çizmelerini yalayacak küçük okul çocuklarının. Ben bütün bu ağır cümleleri unutacağım sabah çayının buğusuyla. Annem oyası yırtık yaşmağını dolayacak yine başına. Çökelek süzecek. Sobayı yakacak. Sabah namazından sonra uykuyu haram edecek bana. Çanak çömlek sesi saracak benliğimi. Bir yerde gürültü varsa, o yerde hayat da vardır diye düşünüp teselli bulacağım. Annemin ezanla açtığı pencerelerden serin rüzgarlar girecek ciğerlerime. Unutacağım bu gecenin karanlık simasını. Sofanın orta yerine kuracağız soframızı. Babam inecek bacadan. Sabah haberlerini izleyecek söylene söylene. Belki o ara nenemin ruhu sıyrılır da çıkar bacadan. Az ferahlar hanemiz. Belki Şayibe Abla da gelir. Kocası öldü onun. Yüzü gülüyor. Bir de ayıp şeyler anlatmıyor artık.
Ben eşref saatlerini divan altında tüketen kafası geniş bir çocuğum. O yüzden biraz örümceklidir cümlelerim. Biraz rutubetli ve biraz modası geçkin. Siz kusuruma bakmayın benim. İnsanlık hakkında ne söylediysem hepsi yalan. Hicret Takviminden okudum onları size. Aslında biz hiç ölmeyeceğiz.
...ENGİNDENİZ...