- 1677 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Zernişan - VII
Gölün zümrüt yamacında Ferhat’ın acemi şansıyla makineye hapsettiği benzersiz sahne, stüdyoda fotoğrafçının ustalığıyla eşsiz bir resim olarak gün ışığına çıktı. Yirmi yıllık fotoğrafçının; resimdeki sahne derinliği, enstantane, netlik ve ışık uyumunun mükemmelliği karşısında gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Ertesi gün filmi sormaya gelen Ferhat’a:
-Yakmışsınız efendim! diyerek gülümsedi. Hem de ne yakmak... Siz kaç yıldır resim çekiyorsunuz? Korktuğunun başına geldiğini düşünen Ferhat sınavı geçemeyen bir öğrenci ezikliğiyle:
-Makineyi yeni almıştım efendim dedi. İlk kez denedim, olmamış demek, ne yapalım şansızlık işte... Gözlüğünün üstünden ’’Benden, inanmamı beklemiyorsun değil mi?’’ gibi bir ifadeyle Ferhat’a kuşkuyla bakan Fotoğrafçı:
-Marifetinizi gözlerinizle görünüz, işte çektiğiniz resim! diyerek masanın üzerindeki zarfı uzattı. Canı sıkkın bir halde, isteksizce zarfı açan Ferhat; büyülenmiş gibi resme bakakaldı! Dokunmaya cesaret edemediği perisine sarılmışcasına yüreği titredi, yüzünü ateş bastı!
Fotoğrafçı elindeki resimle canlı heykele dönen Ferhat’a:
-Ee... Çektiğiniz resim hakkında ne düşünüyorsunuz? diye sordu. Gözlerini resimden ayırmaya çalışan Ferhat:
-Bu resmi büyütmemiz mümkün olur mu efendim? sorusuyla aklında uzayıp giden hayallerin bir basamağına daha adım attı. Fotoğrafçı hoşnut bir ifadeyle:
-Neden olmasın dedi, aklınızdan geçen bir ebat var mı? Duvarlara asılı resimlere göz atan Ferhat eni üç boyu takriben dört karış uzunluğundaki bir resmi işaret ederek:
-Şu resim kadar olsun dedi. Bir müddet düşünen fotoğrafçı:
-Tamam diyerek Ferhat’ın isteğini onayladı. Yalnız izin verirseniz bu resme yakışacak çerçeveyi ben seçeyim. Kapalı çarşıda sedef işiyle uğraşan bir usta tanıyorum, güzel çerçeveler görmüştüm. İsterseniz resmi orada çerçeveleteyim.
-Siz benden daha iyi bilirsiniz diyen Ferhat; parasal yönden çekinmemesini söyleyerek, fotoğrafçıdan gönlüne sığmayan bir sevinçle ayrıldı.
Bir hafta içinde, Zernişan için hazırlanan odaya sihirli aynanın tam karşısına göz kamaştırıcı resim de asılmıştı. İlk günler Ferhat’ın yangındaki yüreğine bir nebze olsun su serpen resim, gün geçtikçe yakıcı bir özlemin sembolüne dönüştü.
Zernişan cismiyle dışarıda bulunsa da, resimle birlikte eve taşınan ruhuyla içerdeydi. Evde Ferhat’la birlikte dolanıp duruyordu. Özlemi dayanılmaz boyutlara ulaştığında soluğu odada alan âşık ya aynanın önünde kendisiyle ya da resmin önünde Zernişan’la konuşurdu.
Ferhat’ın evde olmadığı saatleri özellikle kollayan Leyla hanım aksatmadığı ziyaretleri esnasında Bilge hanım’a Zernişan’ın durumunu anlattı. Duyduklarıyla üzüntüsü bir kat daha artan Bilge hanım:
-Ferat’ım bunları duysacak olsa, sınavını beklemeden kızı kaçırır! dedi.
-Sakın ha! böyle bir delilik yapmasın, hem de bu dönemde... Düşünüyorum da fırtına öncesi sessizliği yaşıyoruz gibime geliyor.
Leyla hanım endişesinde haklıydı. Semih beyin sözde iş ortağı ve akıl hocası Kaya; bildiği en iyi yöntemle işi halletmek için yabancısı olmadığı adamın kapısını çaldı. Yaptığı işle tam bir tezzat teşkil eden, şık giyimli orta yaşlı adam Kaya’yı sabırla dinledikten sonra:
-Merak buyurmayınız efendim dedi, zamanı gelsin hallederiz! Ne zaman demiştiniz bu imtihan?
-Yirmi altı haziranda, pazar günü.
-İyi, biz bir gün öncesi gereken tedbiri alırız, içiniz rahat olsun. Adamlara söylerim o zamana kadar da gözlerimiz üzerinde olur, yerinden kıpırdatmayız!
Ferhat dönen dolaplardan habersiz başına kümelenen efkâr bulutuyla gün sayıyordu. Sınava iki hafta kala Leyla hanım, test kitapları ve teksirlerden kafasını kaldırmayan kızını biraz dinlenmesi için annesine gönderdi. Zernişan sohbetine doyamadığı Nurbanu hanımdan, sultan ve cariyelerin gün ışığına çıkmamış ilginç hikayelerini dinliyordu. Umutsuz bir aşkın pençesine düşen cariyenin yürek burkan hikayesi ile hüzünlenen Zernişan:
-Ölüm nasıl bir şey anneanne? diye sordu. Nurbanu hanım beklemediği bu soru üzerine uzun bir müddet düşündü. Sorusunun yanıtını sessizce bekleyen Zernişan’ın saçlarını okşarken:
-Ah, tatlım öyle bir sual sordun ki; cevabını yaşayan hiç kimse bilmez! Ölüler de konuşamayacağına göre sualinin cevabı havada kalır, şimdi ben sana ne söylesem bilmem ki... Zernişan’ın, her konuda bilgisine hayran olduğu yaşlı kadının yakasını bırakmaya niyeti yoktu:
-Sen her şeyi bilirsin anneanne... Hiç şüphem yok bunu da bilirsin haydi da anlat! diye ısrarını sürdürdü. Yaşlı kadın, ahretlik soruyla kendisini köşeye sıkıştıran torununa çıkışmış gibi göründü:
-Ner’den bileyim ben ölümün nasıl bir şey olduğunu; ölüp de geri dirilmedim ki! senin bu sualine ben değil hortlaklar cevap verir ancak...
-Hortlak mı? Gerçek olamaz... Haydi anneanne sen bilirsin, anlatmazsam küserim.
Nurbanu hanım, yakasını kurtaramayacağını anlamıştı. Bir müddet ne söylemesi gerektiğini düşündü. Elle tutulur, gözle görülür nitelikte anlatabileceği bir şey bulamıyordu. Yakasını kurtarmak için düşünürken aklından geçenleri anlatmaya başladı:
-Tatlım ölüp de dirilen olmadı ki; ölümün nasıl bir şey olduğunu gelip bize anlatsın. Giden bu dünyaya geri dönmüyor işte. Öbür dünya, ya çok güzel bir yer ki gidenler geri dönmek istemiyor; ya da çok korkunç bir yer ki bu dünyadakilerin ödü kopmasın diye gelip anlatmalarına izin verilmiyor! Belki de ikisinin arası bir şey... Doğrusunu Allah bilir. Benim büyük âlimlerden dinlediğim, ölümün insanın ameli ile sarih olduğudur. Sevabı ağır basanların işi kolay diye anlatırlar. Yalnız benim defalarca duyduğum, söylemeye dilim varmadığı bir şey var...
-Nedir anneanne?
-Ölen insanın; öldüğünden haberi olmazmış önce, sanırmış ki ölen başkası! Kendisini başka bir kılık kıyafet ile görürmüş. Sanırmış ki yaşıyor, tâ ki defnedilip talkın verilinceye kadar kendisi anlayamazmış! Ruh dolanıp dururmuş. Kendi bedenini görürmüş, sağ zannedermiş! Zernişan duyduklarıyla irkilmiş gibi geri çekildi. Yaşlı kadının yüzüne bakarak:
-Ne yani, şimdi ben ölmüş olsam kendimden haberim olmayacak mı? Nurbanu hanım anlattıklarına pişman olmuştu:
-Şükür ki sağsın tatlım, Allah gecinden versin, Ben hangi güne duruyorum. Tövbe, tövbe... Ağzından yel alsın! Ölüm yaşlıya, yakışır gence değil.
Şüpheli gözlerle etrafı gözden geçiren Zernişan’ın bulanıklaşan aklına; Ferhat’ın: ’’ Ömrümde yaşayacağım bir tek günüm kaldıysa onu da seninle birlikte geçirmek istiyorum peri!’’ cümlesi takılınca verdiği anlık kararla Nurbanu hanımın kucağından ayrıldı. Telefonun ahizesini kaldırarak tereddütsüz bir tavırla numaraları çevirdi. Ferhat’ın sesini algıladığında, her zamanki gibi ’’Alo...’’ sözcüğüyle giriş yapmadan:
-Siz daha eve gitmediniz mi? diye sordu.
Zernişan’ın beklenmedik telefonuyla, saç diplerinin dağlandığı hissine kapılan Ferhat:
-İyi ki gitmemişim peri dedi. Ferhat’ın Şirin’e kavuşması gibi, bu ne güzel bir sürpriz böyle...
-Yarın beni gezmeye götürmek için vaktiniz var diye soracaktım?
-Seni gezmeye götürmek mi? İnanamıyorum. Nasıl olmaz peri, benim bütün ömrümün her saniyesi senin değil mi... Emrin olur, nereye istersin?
-Yarın söylerim. Sabah dokuzda aynı yerde sizi bekleyeceğim efendim.
-Sabahı iple çekeceğim, sabah olur mu şimdi, Sevincimden uyuyamam bu gece...
-Bence iyi bir uyku çekseniz daha iyi olur. Uykusuz araba kullanmanızı istemem. Belki uzak bir yerlere gideriz.
-Sultan sen, ferman sen... Emret peri. Nereye istersen... Ferhat’ın kâlbini gece yarısı sevince boğan Zernişan:
-Sabah söylerim. Fazla geç olmadan uyumaya baksanız iyi edersiniz. İyi geceler efendim. diyerek telefonu kapattı.
Şaşkınlığını üzerinde kısa sürede atan Nurbanu hanım:
-Sen kendi başına ne dümen çeviriyorsun böyle; kiminle bulaşacaksın, annenin haberi var mı? diye çıkıştı. Zernişan kendin emin bir halde:
-Benim, dümenlerle bir işim olmaz anneanne dedi. Sen gönlünü ferah tut. Yarın doktor Ferhat’la biraz gezmeye çıkacağız hepsi bu... Annem için de merak etme, hemen şimdi arar haber veririm.
Nurbanu hanımın evinden gece yarısı açılan telefonla tasarlanan, Ferhat ve Zernişan için unutulmaz olan gün Leyla hanımın izniyle gerçekleşti.
Ferhat, hayatının dönüm noktası olacak güne heyecanla başlarken arabanın arka koltuğuna geçen Zernişan’a dönerek:
-Sabah hiç olmayacak sandım peri dedi. Uyursam, uyandığımda teklifinin bir rüya olacağı korkusuna kapıldım! Zernişan sitemli bir ses tonuyla:
-Sakın, gece uyuyamadım demeyesin! endişesini dile getirdi, şimdi rabadan inerim.
Gerçeği söylese, Zernişan’ın gezmekten vazgeçeceği paniğine kapılan Ferhat genç kızın sorusunu yanıtlamaya yanaşmadan:
-Sevgili perim nasıl ferman buyurdu? diye sordu. Nereyi gezmek ister, bu kez hangi şanslı toprak parçasıdır ki; büyülü perinin ayak izlerini kıyamete kadar sinesinde saklasın. Ferhat’ın önceden tasarladığı sözlerle yüzünde bir tebessüm dolaşan Zernişan:
-Bu sefer kararı size bırakıyorum efendim dedi. Sizin istediğiniz yere gidelim. Gözlerini Zernişan’dan ayıramayan Ferhat:
-Yıldız dağları dedi, Yıldız dağları yıldızına kavuşsun. Demirköy, İğneada... Daha önce görmüş müydün?
-Görmedim, inşallah gideceğimiz yer de Abant gölü kadar güzeldir.
-Sen bulunduğun her yeri Cennet bahçelerine çevirirsin peri! diyerek arabayı çalıştırdı. Gidelim de varlığın ile oraların ne kadar güzelleşeceğine kendi gözlerinle tanık ol.
Trakya’nın zümrüt düzlükleri sona erdiğinde Ferhat hâlâ kendini bir rüyada gibi hissediyordu. Bodur meşeliklerin arasında kıvrılıp giden yol Yıldız dağlarına ulaştıktan sonra çam ağaçlarıyla da buluştu. İnsanda başka bir dünyadaymış hissi uyandıran ormanın keskin dönemeçlerine varmadan, yüksekçe bir tepenin önündeki birkaç ağacın gölgesine arabayı bırakan Ferhat; gözleriyle soldaki çeşmeyi işaret etti:
-Burada biraz dinlenelim mi? diye sordu. Arabadan inen Zernişan yolun karşısına geçip, oluğunun üst tarafına ’’Güzellik suyu’’ yazısı kazınmış çeşmeye ellerini uzatmıştı ki; Ferhat’ın uyarısıyla duraksadı:
-Sakın ha peri, yüzünü yıkamak istemeyesin!
Suya uzattığı ellerini geri çeken Zernişan geri dönerek:
-Niçin? diye sordu. Ferhat gülerek:
-Kendin okumadın mı? Bak, mermerin üzerinde ne yazıyor? Güzellik suyu diyor! Güzel olmayanlar bu suyla yıkasın yüzünü; dünyada bu suya ihtiyacı olmayan tek kişi sensin. Bu su insanoğlu için, perilere göre değil.
-Ben sizin gözünüze güzel mi görünüyorum, iyi o zaman çirkinleşeyim de görünüz! diyen Zernişan ellerini birleştirip çeşmenin oluğuna uzatıp, avuç avuç suyla yüzünü yıkamaya başladı. Islak kirpikleri ve çenesinden süzülen su damlacıklarıyla yüzünü Ferhat’a çevirdiğinde: Sıra sizde efendim, buyurunuz lütfen diyerek kenara çekildi.
Ferhat isteksizce ellerini suya uzatırken, Zernişan çeşmenin üst tarafına doğru kekik ve mor renkli, küçük taç yapraklı kır çiçeklerinin süslediği yamaca doğru tırmanışa geçti. Ellerindeki su damlacıklarını çırparak perisinin yanına gelen Ferhat; şakaklarına ıslak saçları yapışmış, güneşten gözlerini kırpıştıran perisinin inanılmaz güzelliğiyle damla damla erimekte olduğu hissine kapıldı.
-Yakıcısın peri dedi, yanımdayken bile seni özlüyorum! Sevdanın zor olduğu söylenir, yazılır çizilirdi de bu boyutta olabileceğini hiç düşünemiştim. Her an, düşüp kırılacakmış korkusuyla elde taşınan billûr bir küre düşün peri! Yalnızken ruhumda oluşuna akıl erdiremediğim gibi, yanımdayken de benden bir yıldız kadar uzak kalışına akıl erdiremiyorum. Nasıl bir şey bu, her seven böyle mi hissediyor acaba?
Elini alnına siper ederek uzaktaki tepeleri süzen Zernişan:
-Herkes hissettiklerini en iyi kendisi bilir efendim dedi. Kim bilir belki de daha fazlasını hissedip tek kelime edemeyenler vardır, olamaz mı?
Zernişan’ın örtülü itirafıyla; Ferhat, perisine sarılmak için içinde kopan fırtınaya rağmen o anda kolunu kaldıracak cesareti yine kendisinde bulamadı. Mor taç yapraklı küçük çiçekleri okşamak için yere eğilen Zernişan:
-Ne kadar şirin şeyler bunlar, daha önce hiç görmedim.
-Endemik olmalılar diyen Ferhat, çiçeklerin arasından kopardığı kekik dalını Zernişan’a uzattı:
-Koklasana dedi, kekik bu.
Zernişan yamaçtan inerken elinde tuttuğu kekik dalını cebine koyarak arabaya bindi. Gök mavisinin enginliğine baş uzatan kayın ve gürgen ağaçlarının arasında keskin kıvrımlarla dolanan yol insanda büyülü bir dünyaya yolculuk yapıyormuş hissini uyandırıyordu. Yolun bir an için kıvrımlardan kurtulduğu hafif düzlükte Zernişan sesini yükselterek:
-Biraz durabilir miyiz? diye sordu. Arabayı mümkün olduğunca sağa çekerek durduran Ferhat, korkmadan ormanın derinliklerine yürüyen Zernişan’ın peşine takıldı.
Önünde aşamayacağı dereye kadar yürüyen Zernişan, kolunu ucu görünmeyen ulu bir kayın ağacının gövdesine dolamış gözlerini kapatarak ormanı dinliyordu. Yanına Ferhat’ın geldiğini anlayınca:
-Siz de duyuyor musunuz efendim? diye sordu.
Zernişan’ın önünde durduğu, berrak akan dereye bakarak içinden şükreden Ferhat:
-Başını aldın, korkmadan ormanın içine daldın peri, diye sitem etti. Kaybolacağını düşünmedin mi? Bak bakalım etrafında ağaçtan başka bir şey görebilecek misin, in-cin top atıyor! Zernişan gözleri kapalı bir halde:
-Korkmak mı... Bu güzelliklerden ha?... Siz de gözlerinizi kapatıp ormanı bir dinlesenize, bakalım orman size ne söyleyecek!
Gözlerini fazla kapalı tutamayan Ferhat, Zernişan’a bir adım daha yaklaşarak:
-Orman bana: Bu güne kadar görmediğim güzellikte bir peri indi bağrıma diyor! Haydi geri dönelim.
-Doğruyu söylemiyorsunuz efendim, şu anda gözlerinizin kapalı olmadığına da eminim. Kapatsaydınız benim duyduklarımı orman size de söylerdi.
Gözlerini bir müddet kapalı tutan Ferhat:
-Aynı şeyi söylüyor dedi, fikrini değiştirmiyor.
-Benim dinlediklerimi siz duyamadınız demek ki... Kapatın gözlerinizi, gönülden dinleyiniz... Şu uzaklardan gelen kuş sesleri...
-Ha, o sesler mi! Bülbül sesleri onlar.
-Önce üç kez içli bir ıslık çalıp ardından figan ediyorlar. Bülbüllerin veryansın edişlerini ömrümde ilk kez dinliyorum. Bülbüller gerçekten güle âşık mıdırlar?
-Bülbüllerin güle ne kadar âşık olduklarını bilemem ancak, bildiğimden emin olduğum bir şey varsa; dünya bir kez daha kurulsa milyarlarca insan gelse yeryüzüne benim sana olan aşkım gibi bir tutku, bir daha yaşanmaz! Ben bunu bilir, bunu söylerim. Geri dönelim peri.
-Rica etsem kalmama biraz daha izin verir miydiniz? İçimden gelen bir ses sanki bir daha bu bülbül seslerini duyamayacağımı söylüyor! Ne bileyim, sanki ilk ve son kez dinliyormuşum hissine kapıldım da...
Zernişan’ın benliğini ormanın sesini teslim ettiği çeyrek saat boyunca Ferhat; yüzüne doyamadığı perisini izlerken içinden: ’’Bu periyle bir ömür geçirmek! Onunla konuşabilmek, billûr sesini her gün duyabilmek, elini tutabilmek... İmkânsız bir şey! Böyle bir şey Cenneti dünyada yaşamak olur!’’ diye geçiriyordu.
Zernişan ormanın sesine kapanan gözleri, yanağından süzülen gözyaşlarıyla aralandı. Perisinin neye hüzünlendiğini kestiremeyen Ferhat, hüznün bile bir kat daha güzelleştirdiği yüze bakarak:
-Sen ağlıyorsun peri! dedi. Neye duygulandın böyle, bülbül sesleri midir seni ağlatan?
Zernişan kendisine daha da yaklaşmak isteyen Ferhat’a doğru elini uzatıp ’’Dur!’’ işareti yaparak :
-Lütfen efendim yaklaşmayın dedi. Sizi üzdüğüm için özür dilerim. Tamam şimdi gidebiliriz. Perisinin neye duygulandığını kestiremeyen Ferhat arabayı buluncaya kadar peşinden gelen Perisinin birşeyler söylemesini sabırla bekledi.
Zernişan arabaya bindikten sonra:
-Her insanın duygulandığı anlar olur, geçti şimdi gidebiliriz.
Demirköy’e doğru tırmanan yol, İğneada’ya tatlı bir inişle ulaşıyordu. İğneada, Zernişan’ı pembe zakkum kümeleriyle karşıladı. İlçede verilen kısa bir molanın ardından sahil boyunca uzanan yolu geçen Ferhat; deniz ve yerleşim birimine manzaralı, seyrek bodur ağaçlarla kaplı yüksek düzlükte durup başını geriye çevirdi:
-Nasıl, burayı beğendin mi? diye sordu.
-Gerçekten çok güzel! diyerek arabadan inen Zernişan, denizin gökle buluştuğu ufkun sisli tülünü süzerken Ferhat, annesinin gece hazırladığı sepeti çıkardı. Arabanın yanına serdiği örtünün üzerine yuvarlak börek tepsisini çıkardı:
-Sevgili perim de acıkmış olmalı, buyur dedi.
Anne yüreği, kendi eliyle hazırladığı böreğe oğlundan önce el sürdürmemişti.
Su böreğinin ilk lokmasından sonra Zernişan:
-Anneniz kendisi yapmış dedi. Elindeki çatalı ağzına götürmeden geri indiren Ferhat şaşkınlıkla:
-Evet, annem gece yarısı kendi eliyle yaptı; peki bunu sen nasıl anladın?
-Daha önce de annenizin yaptığı su böreğinden yemiştim dedi. Yalnız üzüldüm: Baksanıza bize pişirdiği tepsiden kendisi bir dilim bile tatmamış. Tepsiyi olduğu gibi sunmuş.
-Annem melek gibidir, tanıdığınızda çok seveceksiniz.
-Bundan hiç şüphem yok. Bütün anneler bire melek değil midir?
-Haklısın, bütün anneler birer melektir, diyen Ferhat meyva suyu şisesini açarak Zernişan’a uzattı.
Zaman yine insafsız kanatlarını takmış bu kez de İğneada’nın ufkundan süzülerek akıp gidiyordu. Sahile indiklerinde doyulmaz günü yarılamışlardı. Ferhat’la yan yana bir saat kadar sahilde dolaşan Zernişan:
-Çok geç olmadan geri dönsek dedi.
Ferhat çaresiz bir halde istemeyerek arbaya doğru yürümek zorunda kaldı. Dönüş yolunda konuşmaya gönülsüz davranan Zernişan’ın, Demirköy’ün çıkışından sonraki kayalara bakındığını gören Ferhat, perisinin gönlünden geçenleri okumuş gibi yolun kenarına yanaşarak arabayı durdurdu:
-Buranın manzarası çok güzel değil mi? diye sordu.
-Sanki içimi okudunuz diyen Zernişan gülerek arabadan indi. Bir insan boyuna yaklaşan eğik bir kayaya doğru seğirtti. Kayaya tırmanarak kuş gibi tüneyen sevgilisine bakakalan Ferhat:
-İmkansız bir şey, ben Bu’nsuz yapamam! Şimdiye kadar sensiz nasıl yaşamışım peri? diye kendi kendisine sordu. Biraz düşündükten sonra yanıtını da kendisinden aldı: Sen şimdiye kadar hiç yaşadın mı ki oğlum. Sihirli aynadaki göz temasıyla bedenine ruh üflendi. İşte ruhun karşında yuvasını arayan bir kuş gibi kayalığa tünemiş. Bedenim ruhundan ayrı kalmasın! diyerek arbadan indi.
Çenesini avuçlarına gömmüş olarak tünediği kayadan her an düşecekmiş gibi bir izlenim veren Zernişan’ın yanına gelen Ferhat, genç kızın ikindi güneşiyle yanan saçlarından gözlerini alamadı:
-Bu kayanın yerinde olmak isterdim peri dedi. Seni ömrümce sırtımda taşımak isterdim. Sadece şu ipek ışıltılı saçlarını okşamak istediğim zamanlar sırtımdan indirip dizlerime yatırırdım.
Avuçlarına sakladığı yüzünü gülerek Ferhat’a çeviren Zernişan tanışmalarına vesile olan büyülü aynada yarım kalan eylemi tamamladı: Efsunlu bakışlarını, ruhunu okurcasına Ferhat’ın göz bebeklerine tuttu. Göğsünden kürarizan uçlu okla vurulmuş gibi nefesi kesilen Ferhat bedenindeki güç ve gözlerindeki ferrin geçen her saniyeyle birlikte akıp gitmekte olduğunu hissetti. Özlemini saklı tutan bedenlerin yapamadığını, birbirini yakalamışken bırakmaya niyetleri olmayan gözler başarıyordu. O gözler ki saniyeler içinde dillerin bir ömür anlatmakta âciz kalacağı, ifade etmek için kelimelerin tükeneceği hisleri saniyeler içinde birbirine kusursuzca aktarmayı başardılar. Ferhat’ın ayakta duracak mecali kalmamıştı. Destek için Zernişan’ın tünediği kayaya elini uzatırken perisi çevik bir hamleyle yere atladı. Ferhat’a iyice sokularak:
-Ben nişan’lıyım biliyor musunuz? diye sordu. Ferhat, üzerindeki tütsüyü dağıtırcasına soğuk bir rüzgâr gibi esen sözlerle sarsıldı:
-Nişanlı mısın! diye şaşkınlıkla kızın sözlerini tekrarladı. Zernişan gülümsüyordu:
-Bu benim sırrım işte! Gerçi anneannem: ’’ Kimseye söyleme, uğursuzluk getirir!’’ dedi ama size söyledim işte: Ben nişan’lıyım!
Ferhat, sırtını dayadığı umut dağının bir anda yıkılmasıyla uçuruma yuvarlarlanırken tutunacak bir dal bulamamanın çaresizliğine düşmüştü. Yüzü sarardı. Bir anda dili kurudu, zorlukla:
-Bilmiyordum!... dedi. Bunu şimdi mi söylüyorsun? sitem cümlesiyle birlikte ayakta duramayacağını anlayıp kayanın dibine çöktü. Sırtını dayadığı kayadan aldığı destekle oturabildi ayaklarını uzattı, kolları iki yana düşmüştü. Gözleri uzaktaki dağın zirvesine takılı kaldı. Hüzünle çarpan kalbi ve aldığı nefes dışında hiçbir yaşam belirtisi göstermeden put kesildi.
Ferhat’ın acınacak durumu karşısında Zernişan yüzündeki tatlı gülümseme de uçup gitti. Önüne geçilmez bir merhamet duygusu ile Ferhat’ın yanına oturdu. Diline bir türlü taşıyamadığı gönlündeki saklı sevgisi acıma duygusuyla bütünleşince; hiçbir zaman başaramayacağı eyleme geçtiğinin farkında olamadı. Başını Ferhat’ın kucağına uzattı.
Zernişan’ın temasıyla gözlerini dağın zirvesinden alabilen Ferhat, bir kez dokunmanın diyetine canını vermeye razı olduğu kucağındaki ipek yığınına el uzatamadı. Ferhat’ın kıpırdayamadığını gören Zernişan elini ensesine götürerek saçlarını öne döktü:
-Enseme bakar mısınız diye sordu, ne görüyorsunuz? Ferhat düş kırıklığına uğramanın sitemli ve soğuk ses tonuyla:
-Bir şey görmüyorum dedi!
-Lütfen efendim, dikkatli bakar mısınız? diyen Zernişan ısrarını sürdürdü. Enseme, saç dibine doğru dikkatli bakar mısınız, nişanımı görmediniz mi?
İsteksiz bir tavırla Zernişan’ın ensesindeki saçları aralayan Ferhat saç diplerine gizlenmiş nohut büyüklüğünde gül motifli doğum lekesini görünce:
-İnanılmaz bir şey dedi. Çok doğum lekesi gördüm ancak şekli de güle benzeyen ve saç içine gizlenen doğum gülünü ilk kez görüyorum.
-Sırrımı siz de biliyorsunuz şimdi. Benim nişanım bu işte. Nişanlıyım derken bunu kasdettim, siz ne anladınız efendim?
Kaybını geri bulmanın sevinciyle omuzlarından ağır bir yük kalkmış gibi hafiflediğini hisseden Ferhat:
-Peri, sen bunun için mi nişanlıyım dedin? diye sordu. Ferhat’ın kucağından kalkmaya niyetlenen Zernişan:
-Peki siz ne anladınız efendim? diye sordu. Yoksa siz de mi başkasıyla nişanlı olduğumu mu düşündünüz? Çift vurgulu sorusu yanıtsız kalan Zernişan doğrulmak isterken, narin omuzlarını kavrayan Ferhat buna izin vermedi. Uçuruma kayarken bileklerine yapışan kurtarıcıya duyulan minnet ve önüne geçilmez bir arzuyla, perisinin zarif boynuna ihtirasla dudaklarını yapıştırdı!
Ömründe ilk kez sevgilisinin ateşli dudaklarını teninde hissetmenin hazzını, boynunu aslana kaptıran ceylanın çaresizliğinde tadan Zernişan; bedenine yayılan ateşle mum gibi eriyeceği hissine kapılarak kesilmekte olan son gücüyle çırpınarak Ferhat’ın elinden sıyrıldı. Pembeleşen yüzünü saklamaya çalışarak doğruldu:
-Bunu bana yapmayacaktınız efendim! dedi. Anneannemin söylememi bile yasakladığı boynumdaki sırrı öptünüz, inşallah bize bir uğursuzluk getirmez!
-Sen nişanlıyım deyince ömrümden on yıl birden gitti peri! diyen Ferhat çöktüğü kayanın dibinden kalktı. Ayakta tir tir titreyen perisinin bileğine yapıştı: Sana adadığım ömürden bir anda uçup giden on yılın diyeti olsun bu! İnan ki kendim de farkında olamadım.
-Bileğimi bırakır mısınız efendim? Lütfen, kendimi iyi hissetmiyorum. Zernişan’ın bileğini bırakan Ferhat:
-Peri ne oldu sana? diye sordu. Yemin ederim bir ardniyetim yoktu! İçinden gelen titremeye engel olamayan Zernişan:
-Lütfen gidelim! diyebildi.
Dönüş yolunda güzellik suyu çeşmesinde dinlenmeyi düşünen Ferhat, dikiz aynasından Zernişan’ın soğuktan büzüşmüş gibi halini görünce Manyetik Alan’daki çeşmeye kadar mola vermedi. Çevredeki köylülerin Manyetik Alan ismini taktıkları yer; televizyon programlarına da konu olan, çeşmeden tepeye doğru uzanan yolun yokuş yukarı çıkılıyormuş izlenimini veren bölümüydü. Çeşmenin az ilerisinde duran Ferhat başını geriye çevirerek:
-Yüzünü yıkamak ister misin peri? diye sordu. Titremesi hâlâ geçmeyen Zernişan kesin bir ifadeyle:
-İstemem dedi, bir an önce gitsek daha iyi olacak!
Ferhat’ın arabayı çalıştırmak yerine vitesi boşa alıp beklemesine bir anlam vermeyen Zernişan tedirgin bir sesle:
-Ne oluyoruz diye sordu, niçin durduk? Ferhat sakin bir sesle:
-Biraz bekle peri dedi. Olacakları kendi gözlerinle gör! Endişesi artan genç kız arabadan dışarı bakarken:
-Hareket ediyoruz diye şaşkınlığı dile getirdi! Araba çalışmadan nasıl yokuş yukarı çıkıyor böyle? Zernişan’ın aksine yüzünde şaşkınlık ifadesi bulunmayan Ferhat:
-Manyetik Alan dedikleri yer işte burası dedi. Televizyon haberlerinde hiç izlemedin mi? Arabanın camını açarak dışarıya bakan Zernişan:
-İzlemedim dedi, burası büyülü müdür nedir, çalışmayan araba kendiliğinden yokuş yukarı nasıl tırmansın?
Gittikçe hızlanan araba dönemece varmadan yavaşlayıp kendiliğinden durunca, camı kapatan Zernişan’ın yüzüne hafiften yansıyan tebessümü gören Ferhat:
-Bak peri, sana ne söyleyeceğim: diye söze başladı. Dünyada sana zarar vermeyi düşünemeyecek tek kişi kalsa o da ben olurdum. Sana sevgimden başka beslediğim hiçbir duygu yok, bunun bilmeli isterim. Seni üzmek istemediğimden emin olmalısın.
-Bundan kuşkum yok, sınavdan sonra sizi ararım efendim. O zaman konuşacağımız çok şey olacak! diyerek ilerisi için düşüncesinin ipucunu verdi.
-Sınav gününü iple çekeceğim peri! diyen Ferhat arabayı çalıştırdı.
Zernişan’ı anneannesine bırakan Ferhat, muayenehanesine döndü. Ömrünün en güzel günleri sayfasında kayda geçen doyumsuz günün her ayrıntısını gözlerini kapatarak düşünürken telefon çaldı. Arayan Zernişan’dı:
-İstemeyerek sizi üzecek bir davranışım olduysa özür dilemek için aramıştım dedi. Çok güzel bir gündü. Gözlerimin önünde mor çiçekler, kulaklarımda bülbül sesleri var.
-Emret, sana ormanın içinde fildişinden saray kurayım. Her sabah bülbül sesleriyle uyan, büyülü yamaçlarda mor çiçekleri topla...
-Hayali bile güzel!
-Sensiz olmaya dayanamıyorum peri, arabadan indiğin andan beri yine gözümde tüter oldun. Bunun bir çaresi olmalı.
-Bul o zaman!...
-Ne dedin, doğru mu algıladım ben?
-Yanlış duymadınız, izninizle telefonu kapatıyorum; galiba babam geldi. Çaresi ne’yse düşünseniz iyi edersiniz. Sizi yine ararım iyi geceler efendim.
Zernişan’ın telefonuyla sevinçten yerinde duramayan Ferhat, alelacele muayenehaneyi kapatarak eve döndü. Rüya gibi geçirdiği günü ve Zernişan’dan gelen telefonun sevincini annesiyle paylaştı. Akşam yemeği niyetine içtiği bir bardak sütten sonra; uykusuz geçirdiği gecenin ardından yaşadığı unutulmaz günün anılarıyla erkenden yatağına uzandı. Perinin boynunu kondurduğu öpücüğün dudaklarına yaydığı mutluluk tebessümüyle deliksiz bir uykuya daldı.
Sabah uykuya kanmış ve dinç olarak uyanıp erkenden kahvaltı ederek muayenehanesine şevkle koşan Ferhat’ı acı bir sürpriz bekliyordu! İşini tamlayıp dışarı çıkmak üzere olan temizlikçi kadın, kapıda karşılaştığı doktora:
-Sizi bir adam soruyordu dedi. Aklına hastadan başka bir şey gelmeyen Ferhat:
-Hastadır dedi.
-Bana pek öyle gelmedi; gözleri fıldır fıldır dönen bir adamdı, yerinde duramıyordu! diyen kadın kuşkusunu belirtti. Ferhat önceki günün mutluluğuyla aydınlamış yüzüyle:
-Belki de acil bir hastası vardır, onun için sormuştur dedi.
-İnşallah öyledir diyen kadın caddenin kalabalığına karıştıktan beş dakika sonra gözlerinden kıvılcım saçan asık suratlı dört kişi muayenehaneden içeriye dalıverdi! Ne olduğunu anlamaya çalışan Ferhat’ın suratına dik dik bakan, kırçıl bıyıklı, dar alınlı ve fırıldak gözlü adam; Pardösüsünün yakaları kulaklarına kadar kaldırarak:
-Doktor Ferhat’ı arıyorum! dedi. Adamın hayra alamet olmayan tavrına anlam veremeyen Ferhat:
-Benim efendim dedi, sorun nedir? Gözlerindeki hışımla masallardaki ifriti akla getiren adam kaba bir hareketle Ferhat’ı göğsünden geriye doğru itti:
-Sorun sensin doktor! diye bağırdı. Yerine geç de ifadeni alalım!
Adamlardan uzun boylu ve kuru yüzlü olanı geri dönerek içeriye kimseyi bırakmamak için muayenehanenin giriş kapısına yöneldi. Ferhat’ın yerine geçmeyişine sinirlenen adam tehditkâr sesini yükseltti:
-Seninle adam gibi konuşmaya geldim doktor. Geç ve adam gibi otur yerine, yoksa ben oturtmasını bilirim! Çeresiz bir halde yerine geçen Ferhat:
-Bakın, bir yanlışlık yapıyorsunuz dedi, benim sizinle ne işim olur ki... Dar alnı iki derin çizgiyle karışan adam:
-Yanlışlığı sen yaptın doktor, biz değil! dedi. Şimdi öt bakalım, dün bütün gün ner’deydin ve kiminle beraberdin?
-Bundan size ne? Sevgilimle beraberdim, size hesap mı vereceğim?
-Tam üstüne bastın, ben de onu soruyorum zaten... Ne zamandan beri sözlü kızlar doktorlara sevgili oluyor ulan!
-Ne sözlüsü ya? Kimin sözlüsü... diyen Ferhat’ın telefona göz attığını gören adam; ahizeyi kaldırarak sert bir hareketle masaya vurdu:
-Ben sözlü diyorsam, o kız sözlüdür anlaşıldı mı? O kızdan uzak duracaksın! Hâlâ bir yanlışlık olduğunu düşünen Ferhat kontrolünü kaybetmek üzereydi:
-Beyefendi kendinize geliniz... Benim kimsenin sözlüsünde gözüm yok. Siz kimden bahsediyorsunuz.
-Lafı uzatmayı sevmen. Zernişan denen kızdan bahsediyorum, anladın mı?
-Zernişan’ın sözlü olduğunu da kim söyledi size? diye direten Ferhat’a tahammül edemeyen kırmızı kaşkollu iri yapılı genç, elini montunun cebine atarak söze karıştı:
-Abi, bu adamın laftan anlayacağı yok dedi; hazır gelmişken şunun ayaklarına sıkalım gitsin! Tekrar gelmemize gerek... Elini havaya kaldırarak gencin sözlerini yarım bıraktıran adam, Ferhat’a sert bir sesle:
-Kulaklarını aç ve iyi dinle doktor dedi: O kızdan uzak duracaksın. Ben adamı iki kere ikaz etmem. Bir kere ikaz eder, ikinciye gelmek zorunda kalırsam; nallar giderim! Gözümüz senin üzerinde, aynı yanlışlığı ikinci kez yapayım deme!
Bulut hışmıyla içeriye dalan adamların fazla konuşmaya ve konuşturmaya niyetleri yoktu. Öfkelerini kustuktan sonra kendilerinden emin adımlarla arkalarına dönüp bakmadan çekip gittiler.
Ferhat’ın; sevgi, saygı, ve iyilik üzerine kurduğu dünyası bir anda alt üst olmuştu. Sanki, bir gün önce felekten çalınan günün, yirmi dört saat içinde diyeti ödeniyordu. Aldığı hışımlı darbeye rağmen bozulmayan telefonun ahizesini yerine bırakarak, hastalarına yardımcı olamayacağı düşüncesiyle tehditle oturtulduğu masadan kalktı. Kapıya işyerinin kapalı olduğunu belirten bir yazı asmaya bile erinerek kapıyı kilitleyip sokağa çıktı. O güne kadar güven içinde yürüdüğü sokak, düşmanlığını gizleyen maskeli suratların geçit alanına dönmüştü. Tedirgin adımlarla eve geri döndü.
Evde bulamadığı annesinin alış verişe çıktığını düşünen Ferhat salonda oturduğu koltukta derin düşüncelere daldı:
Zernişan’ın, gelen adamlardan haberi olmadığına kâlben emindi. Genç kızın yüz vermediği birileri tarafından korkutularak devre dışı bırakılmak isteniyordu. Her ne kadar sindirmeye gönelik bir baskın olsa da karanlık adamların şakaya gelir yanı yoktu. İçine çekilmek istendiği bataklıkta bu meçhul adamlarla mücadele etmesi mümkün değildi. Aklın ön plânda olmadığı her eylemin aleyhine dönmesi kaçınılmaz görünüyordu. Çok iyi düşünüp en kısa zamanda ve en kısa yoldan Zernişan’a kavuşmalıydı. Uğradığı baskından hiç kimseye bahsetmemek, sadece işiyle ilgileniyor görüntüsü vermek ve zamanı gelince de Zernişan’ı alıp sırra kadem basmak izlenecek en akıllıca yoldu. Aylarca sonra evlenmiş olarak geri döndüklerinde kimsenin söyleyecek bir sözü kalmazdı. Zernişan’ı alır almaz süratle İstanbul’u terkedip Anadolu’ya geçmeliydi. Ankara’ya varır varmaz nikah işini tamamlayıp en kısa zamanda yurt dışına çıkmalıydı. Aklına, Hint Okyanusu’nun koynundaki Maldiv Adaları gelince yüzündeki hüzün çizgileri silindi, gülümsedi. Sesli olarak: Göreceğiz bakalım Cehennem zebanisi sen kimi nallıyorsun? Bin ikiyüz adanın içinde bizi ararsın artık, tabi Maldiv Adaların’ın haritadaki yerini biliyorsan eğer! diyerek kararını vermiş olarak ayağa kalktı. Muayenehaneye gidip Zernişan’ın telefon etmesini beklemeliydi.
Ferhat gece yarısına kadar sabırla gelecek telefonu bekledi. Umudunu kesmiş bir halde eve dönmek için muayenehaneden ayrılmak üzereyken acı acı çalan telefon ziliyle geri döndü. Heyecanla ahizeyi kaldırıp kendisini tanıttı. Beklediği billûr ses yerine kaba alaycı bir ses:
-Aferin doktor! dedi. Böyle uslu dur. Unutma yirmi dört saat gözlerimiz üzerinde. Ee... Bacaklarını sana bağışladığımıza göre evine gidebilirsin. Korkma böyle uslu durursan bizden sana bir zarar gelmez. Haydi muayenehaneni kapat da annenin yanına git, ne de olsa ana yüreği oğlunu özlemiştir! Ha... O kızdan da boşuna telefon melefon bekleme, aramaz! Haydi koçum tıpış tıpış evine git, boşuna bekleme!
Ferhat donup kalmıştı, adamların kendisinden sonra Zernişan’a da gözdağı vermiş olmaları ihtimali aklında ısrarlı bir girdapla dönüyordu. bütün plânlarının suya düştüğü, elinden bir şey gelmeyeceği hissiyle ayaklarını sürükleyerek eve geldi.
Bir gece öncesi coşkulu ve sınır tanımaz hayallerin uçuştuğu ev, mâtem havası havasına bürünmüştü. Bilge hanım olup bitenleri oğlundan dinledikten sonra:
-Bu gün üç kez gittim, Leyla hanımlar evde yoklar dedi. Komşularına sordum kimse bir şey bilmiyor!
Kuşkularını perçinleyen annesinin bu sözleri üzerine ayağa kalkan Ferhat:
-Şimdi işin aslını öğrenirim dedi. Zernişan’ın anneannesi her şeyi biliyordur. Bilge hanım engel olmak istediyse de Ferhat’a söz geçiremedi.
Gece yarısından sonra kapısına dayanan adamın Ferhat olduğunu yaşlı bahçıvanından uykulu gözlerle dinleyen Nurbanu hanım Ferhat’ı eve almakta sakınca görmedi. Yaşlı kadının elini öperek özür diliyen Ferhat, Zernişan’ın nerde olduğunu sordu. Nefes darlığı çeken kadın, hüzünlü sesiyle tane tane konuştu:
-Damadım olacak hayırsızı tanıyamamışım meğer dedi. Karayel gibi esti buraya! Silip süpürdü. Zernişan gitmek istemedi ama yavrumun tutunacak dalı yoktu! Topladı hepsini tıktı arabanın içine alıp götürdü. Yusuf’umu da götürdü. Bu gece ölecek olsam bahçıvanımdan başka kimsenin haberi olmayacak!
-Nereye gittiler peki?
-Nereye gittiklerini sordum, söyler mi mendebur! Bir şey demedi. Allah bilir nereye götürdü çocuklarımı...
-Sizin aklınıza gelen bir yer var mı? Sizce nereye giymiş olabilirler.
-Oğlum bak beni dinle: Anladım ki benim bu damat ketumlar ocağının içine düşmüş. Yaptığı işlerden şeytanın bile haberi olmaz. Benim melek yavrumu bu şeytanların eline bırakma oğlum. Zernişan’ımın seni sevdiğini anladım. Sevmese, sadece benim bildiğim sırrını seninle paylaşır mıydı? Yavrumu imtihan gününden sonra olup bittiye getirecekler. Kızın rızası olmadan baş göz edecekler. Leyla’m olmasa babası imtihan gününü de beklemesine beklemeyecek ya... Git; ara, bul yavrumu! Gördüğün yerden al uzaklara götür, altı ay bir sene buralara uğrama! Gittiğin yeri de kimseye söyleme... Nurbanu hanımın söylecek sözü kalmamıştı. Minnetle yaşlı kadının ellerine sarılan Ferhat:
-Söylediklerinizi unutmam dedi. Söz: Bulduğum yerde Zernişan’ı alıp gideceğim buralardan. Yeter ki o fırsat bir kez daha elime geçsin!
Ertesi gün de Zernişan’dan hiçbir haber alınamadı. Bilge hanım:
-Oğlum hasta bakmasan da muayenehanenda oturup bekle; belli mi olur, belki bir fırsatını bulur da kızcağızın seni araması tutar! uyarısıyla muayenehaneye gelip saatlerce Zernişan’dan gelecek telefonu beklerken; o ketum ses yine aradı:
-Sen doktor olmasaydın çoktan nallamıştım seni. Hastalarının duasına bu son şansın: Ulan... sen gece yarılarından sonra yaşlı kadına da mı musallat oldun? O kızın izini mi sürüyorsan lan... Bir adım daha atarsan, bir daha adım atamazsın! Bundan sonra sana telefon etmem, kendim gelirim. Şimdi defol evine git. Gelip de muayenehaneni o kalın kafana geçirmemeyim!...
Ketum sesin bu son telefonu, Ferhat’ın herkese kuşkuyla bakmasını da beraberinde getirdi. Takip edildiğinden şüphesi kalmamıştı. Muayenehanenin dinleniyor olma ihtimalini de hesaba katarak saatlerce köşe bucak gizli mikrofon aradı, bulamadı.
Günlerin yıllar kadar uzadığı bir dönem yaşıyordu. Ev ile muayenehane arasında mekik dokusa da her iki yerde de huzur bulamıyordu. Ruhu kararmış, paranoyak düşünceler arasında bocalayıp duruyordu. Zernişan’ın istenmeden götürüldüğü anlaşılmıştı ancak, nereye ve kime?... Ferhat, içini kemiren kuşkunun, bu sorunun yanıtı olması ihtimaliyle dehşete düşüyordu. Zernişan’ın, daha önce telefonda hayırsız olarak bahsettiği Bora adlı çocuğa gönül rızası ile: ’’Evet!’’ demeyeceğinden emindi. Geriye, baskı ve ’’Ferhat’ın yaşamasını istiyorsan, Bora’ya evet dersin!’’ şeklinde, genç kızın bir ikilemde bırakılması kalıyordu ki; bu ihtimali düşündükçe tüyleri diken diken oluyordu! Daha sonraki günler; sanki aralarında uzlaşmaya varmışlar gibi, ne Zernişan’dan ne de ketum adamlardan telefon gelmez olmuştu. Her çalışında umutla uzandığı telefonda duyduğu sesler: Randevu talep eden veya kendisini muayenehanede bulamayan hastaların sitemkâr cümleleriydi.
Zernişan’ın odasında resmiyle bir saate yakın konuştuğu gün, yüreğinde püsküren sevda volkanı; şahikanın buzulunu eritmiş, lâvları akacağı vadiyi arıyordu. Zernişan’ın; saçları rüzgârla dalgalanan, ufukları süzen ve başı buluta yaslanan resmi, yüzündeki peri gülümsemesiyle ilham kapılarını ardına kadar açmış ve beklenti içine girmişti. Aşk, tutku ve hasretin eserini istiyordu. Yaşadığı dünyaya yabancılaşan Ferhat gönlündeki ateşin ifadesini bulacağı bir arayışa girişti.
Resme biraz yatkınlığı vardı ancak karşısında durduğu büyütülmüş fotoğrafın benzerini boyalarla tuvale yansıtmasının mümkün olmadığını hissediyordu. İçli bir melodi yakalamalıydı, aklına ormanda Zernişan’a gözlerini yumduran bülbül nağmeleri gelir gelmez bu düşüncesinden de vaz geçti. Mitolojik heykelleri düşündü bir ara; mermer bir bloğa, Zernişan’ın kudretten biçimlenmiş kusursuz yapısını yansıtmak mümkün müydü? Onu da aklı kesmedi. Ne yapabileceğini düşünürken aklına şiir yazmak geldi. İlkokuldan beri şiire karşı bir ilgisi vardı. Büyük şairlerin uzun şiirleri hâlâ ezberinde duruyordu. Kararını verdi: Evet bir şiir yazmalıydı. Sevgi, özlem ve arayışını dile getiren bir şiir yazmalıydı. Resme biraz daha yaklaştı:
-Beni ne hale düşürdün ey peri? dedi. Kim bilir şimdi neredesin. Beni bir duysan, ufukları süzen büyülü gözlerin bir an için bu odanın içinde gezinse halimi göreceksin. Ey sevgili nerdesin?... Buldum! Şiir böyle başlamalı: Ey sevgili nerdesin? Yedi hecelik bu soru cümlesini dilinden düşürmeden salona koşturdu. Defter ve kalemle odaya geri dönüp resmin önüne geçti:
-Ey sevgili nerdesin? yazacağım bu şiirden haberin olacak mı bilemem ama, bütün gücüm, kelime haznem ve senin verdiğin ilhamla sana lâyık bir şiir yazacağım. İlhamını esirgeme olur mu?
Yatağın kenarına oturarak sorgulu ithafını ve düşüne düşüne şiirin ilk bendini yazdı:
....................................Ey sevgili nerdesin?
Posta güverciniyle haber uçurdum sana,
Başımda bulutlanan efkâra yeter desin
Bilemezsin kaç yıldır hasrettir yurdum sana
Bahtıma hicran düştü ölümden beter desin
Tılsımlı lambaların azatlık her ciniyle
Haber uçurdum sana posta güverciniyle
Fildişi kulelere yansıyan kaderdesin
Yazdığı bendi defalarca okudu. Anlam, duygu yükü ve vurgu olarak beğendiği bendin uçurdum ve yurdum uyakları gönlüne sinmese de daha sonra tekrar gözden geçireceğini düşünerek, ilhamının uçup gitmemesi için şiiri yazmaya devam etti. Beş gün boyunca şiirle yatıp şiirle kalktı. Bilge hanım, oğlu için ilk günler endişelense de: ’’Evde olduğu sürece başına bir şey gelmez!’’ düşüncesiyle teselli buldu.
Beşinci günün sonunda on bendlik şiir tamamlanmıştı. Giriş bendini yeniden gözden geçirdi:
Gök kubbenin koynuna, sırça köşklü saraya
Saklı haber uçurdum; zindana yeter desin.
Vuslatı düğümleyen yıllar girdi araya,
Bahtıma hicran düştü ölümden beter desin!
Gözyaşıyla yükledim vebalimi boynuna;
Sırça köşklü saraya gök kubbenin koynuna,
Posta güverciniyle saldığım haberdesin.
Kafiye düzeni sağlam gibi görünüyordu ancak anlayamadığı bir eksiklik hissediyordu. Altıncı gün giriş bendini tekrar düzenledi:
Haber uçurdum saklı sırça köşklü saraya,
Başıma bulutlanan efkâra yeter desin!
Vuslatı düğümleyen yollar girdi araya,
Bahtıma hicran düştü ölümden beter desin!
Gök kubbeye yaslanan namı pembe şafaklı,
Sırça köşklü saraya haber uçurdum saklı
Posta güverciniyle saldığım haberdesin.
Bu kez de bendin daha da bozulduğuna hükmetti. Olmuyordu! Peri dokuz bende yüklediği ilhamını giriş bendinden esirgiyordu. Kalemi, Zernişan’ın resmine uzatarak bağırdı:
-Nedir senin bu bentten esirgediğin peri? Her seferinde ruhsuz kaldığını hissediyorum. Bendin ruhu olan o saklı kelimeler neyse kalemin ucundan sayfaya dökmelisin!
Yeni bir sayfaya ilk bendi yeniden yazıp birkaç kez sesli okudu. Giriş bendinin yeniden düzenlenmesi ve bitim bendinin ortasındaki mısranın yarısından başlığına kavuşan şiir, yedinci günde tamalanmıştı:
Güneşin Tutsak Günü
..........................................Ey Sevgili Nerdesin
Gök kubbenin koynuna, sırça köşklü saraya
Saklı haber uçurdum; hasretlik yeter desin.
Vuslat yolu düğümlü, yıllar girdi araya;
Bahtıma hicran düştü ölümden beter desin!
Gözyaşıyla yükledim vebalini boynuna;
Sırça köşklü saraya gök kubbenin koynuna
Posta güverciniyle saldığım haberdesin.
Gözlerime değil de, feleğin insafıyla
Hicran aynalarına zamanı yayan sırsın.
Ben el-pençe dururken sen kimlerin safıyla
Sağda güneş, solda ay ışığıyla yansırsın!
Yönüme zincirlenen şu dağlara ’’Eğil!’’ de;
Ufkunda buğulanan gözlerime değil de
Fildişi kulelere yansıyan kaderdesin!
Güneşin hüzmesini ışıksız pencereme
Düşüresin diyerek şafağa haber saldım.
Aşk uğruna kaldı mı çekmediğim cereme?
Ayrılığın kurumuş insafından ders aldım!
Kim ister ki ruhunun bedeni üzmesini?
Işıksız pencereme güneşin hüzmesini,
Bekleyen gözlerimin yitirdiği ferdesin!
Keşifsiz bir kesim mi sabırsız beklentide,
Sanatçının kâlbini aşkla külleyen yalım.
İlhamın perileri lütufkâr eklentide...
Henüz uçup gitmeden gel adını koyalım.
Edebiyat, musiki, heykel ya da resim mi;
Sabırsız beklentide keşifsiz bir kesim mi,
Güzel sanat dilinde sen hangi eserdesin?
Hicrana bestelense yüreğimin sürgünü,
İsmin geçiyor diye yasaklanır nakarat.
Düşlediğim vuslatın ömre bedel bir günü,
Mücevhere dökülse pırlantası kaç karat?
Yalnızlık şarkısına dertlerim destelense,
Yüreğimin sürgünü hicrana bestelense
Seslendiren dillerin yandığı ezberdesin!
Ateşten süzülse de tunç örgülü kafiye,
Gurbetin ayazına salınır satırlarım.
Üşüyen bir bestedir peşimdeki hafiye,
Nasıl titrediğimi ritminden hatırlarım.
Gözü yaşlı kalemim ne kadar üzülse de,
Tunç örgülü kafiye ateşten süzülse de;
Sitemkâr mısraların üşüdüğü yerdesin!
Çekiç alsam ezkaza umutlanıp elime;
Mermer, silüetinin tılsımına bürünür.
Yüreğimden sökülür birkaç ahlı kelime,
Heykel biçim almadan keski yerde sürünür!
Gözlerimin önünde mermer döner enkaza;
Umutlanıp elime çekiç alsam ezkaza
Heykeli kendisine kırdıran kederdesin!
Kan damlatır tuvale elime değen fırça,
Fildişi kuleleri süzerken uzun uzun.
Sana tahsis edilen saray billûr, köşk sırça;
Ebedî yasak bana, sonu var mı sonsuzun?
Zihnimde saklı resme yüreğimden havale
Elime değen fırça, kan damlatır tuvale;
Boya tütsüsü değil, sen miski amberdesin!
Kıyamet sahilinde med ve cezir vurgun’u
Düşte yelken açtığım gecikmeli limanlar!
Hangi filme çeksinler felek senin kurgunu,
Öksüz yıldızlar kayan senaryoyu kim anlar?
Haber uçurdum sana her imkân dahilinde:
Med ve cezir vurgun’u kıyamet sahilinde,
Gündüz güneş gece ay tutulurken nerdesin?
Umutsuzca süzdüğüm, çığlığıma duyarsız
Alevlenen yeryüzü islenen gök kubbedir.
Aşkımız kadar masum hicranı kadar arsız
Güneşin tutsak günü, geceye mahcup bedir.
Hıçkırık nöbetinde boğazımda yüz düğüm;
Çığlığıma duyarsız umutsuzca süzdüğüm,
Ufukların tülünde gözlerime perdesin!
Salona geçen Ferhat, tamamlanan şiir metnini çizgisiz bir kağıda sığdırdı. Kalemi bıraktığında Bilge hanım:
-Günlerce emek verdin oğlum dedi, inşallah istediğin gibi olmuştur. Şiiri annesine uzatan Ferhat:
-Muayenehaneye bir gideyim. Gecikmeden dönerim dedi. Yolda yürürken bir haftalık emekle gün ışığına çıkan eserini Zernişan’ın resminin asılı olduğu duvara da yazmayı düşündü. Muayenehaneye uğramadan gerekli boya, fırça, kalem ve uzunca bir tahta cetvel satın alarak eve döndüğünde annesini ağlarken yakaladı. Islak kirpiklerini Ferhat’a çeviren Bilge hanım:
-Oğlum bütün bunlar senin aklına nasıl geldi? diye sordu. Ferhat günlerden sonra dudaklarına yayılan hafif bir tebessümle:
-Boşuna dememişler: ’’Tıp fakültesinden her şey çıkar, arada bir de doktor çıkar!’’ diye...
On gün sonra yüzü tekrar gülümsemeyle buluşan Bilge hanım, gözleriyle Ferhat’ın elindekileri işaret ederek:
-Onlar ne öyle? diye sordu. Eserini tamamlanın huzuruna kavuşan Ferhat:
-Zernişan’ın resmini şiiriyle buluşturacağım dedi, boya ve fırça aldım. Bilge hanım itiraz etmedi:
-Kolay gelsin oğlum dedi. Resim şiirine, sen de Zernişan’ına kavuşursun inşallah, sizler için dua edeceğim.
Ferhat, saten boyalı duvara asılı resmin sağ ve solundaki alanları ölçtü. Duvarın ortasına asılan resim şans eseri işini kolaylaştırmış, yeri değiştirilmeden bentlerin yazılmasına imkân tanıyacaktı. Mısra sayıları ve bentler için verilecek alanları hesapladıktan sonra kurşun kalem ve cetvel yardımıyla çizgileri çizdi. Düşündüğünden de kolay olan hazırlıktan sonra resmin solunu ilk iki bentle kapattı. resmin sağında yedinci ve sekizinci bentler yer aldı. Resmin altına şans eseri yer alan:
Hicrana bestelense yüreğimin sürgünü,
İsmin geçiyor diye yasaklanır nakarat.
Düşlediğim vuslatın ömre bedel bir günü,
Mücevhere dökülse pırlantası kaç karat?
Yalnızlık şarkısına dertlerim destelense,
Yüreğimin sürgünü hicrana bestelense
Seslendiren dillerin yandığı ezberdesin!
Beşinci bent resimle mükemmel bir uyum sağlamıştı. Şiirin duvardaki resimle buluşmasını tamamlayan Ferhat, geri çekilerek bir haftalık emekle yeniden şekillenen duvara ve Zernişan’ın resmine baktı. Peri, kendisi için harcanan emek borcunu, şiire verdiği ilhamla fazlasıyla ödemiş olmanın huzuruyla tebessüm ediyordu. Çalıştığı sürece açık tuttuğu pencereyi kapatan Ferhat, yemek hazırlamakla uğraşan annesine:
-Tamamladım dedi, boya kokusu sanki başımı döndürdü biraz hava alıp geleyim.
Bir haftadır hasta bakılmayan muayenehanenin duvarlarına hüzün sindiği hissine kapılarak yerine oturdu. Yazdığı şiiri düşündü. İçinden: İnşallah perime sevdamı nakşettiğin duvarı görmek nasip olur! diye geçirdi. Şiirin ilk bendini ezberden okuduktan sonra:
-Güneşin tutsak günü dedi. Ruhumda güneş tutuldu peri! Günlerdir ışıksız kalan ruhumu yeniden aydınlatmaya başla ki; özgürlük müjdesi taşlı yüzük manzarasını parmağına nişan olarak takayım!
Umutsuz gözlerle baktığı telefon çalınca irkildi. Açıp açmamak konusunda tereddüte düşse de ahizeyi alıp kulağına götürdü, isteksiz bir sesle:
-Efendim... diyerek dinledi:
-Meraktan öldürdünüz beni, hasta mısınız? sesiniz iyi gelmiyor! Kulaklarına inanamayan Ferhat:
-Peri! diye haykırdı. Ner’desin sen?
-Önce siz hesap veriniz bakalım, günlerdir arıyorum, arıyorum... Niçin telefonu açmıyorsunuz. Siz nerelerdesiniz? Bu cezayı hakkedecek ne yaptım ben? On gündür nerelerdeydiniz? Yoksa hasta mı oldunuz?
-Ben iyiyim, seni merak ettim. Ner’desin?
-Nerede miyim? Babamın bizi apar topar Fethiye’deki yazlığa getireceği tuttu. Fethiye’deyiz.
-Ben de sandım ki...
-Ne sandınız?
-Seni zorla kaçırıp, istemediğin biriyle baş-göz ediyorlar sandım!
-Ne münasebet, kim beni zorla istemediğim birisiyle baş göz edebilir ki, ölürüm daha iyi. Siz hesap veriniz bakalım niçin muayenehanenizde yoksunuz? Bir müddet düşünen Ferhat:
-Senin için şiir yazdım peri dedi, şiirle uğraştım.
-Ne şiiri? Ben burada ölüp ölüp dirilirken siz orada şiirle uğraşın! Bakalım, bana çektirdiğiniz bu acının günahını nasıl ödeyeceksiniz.
-Canım sana feda olsun peri bunu biliyorsun. Ne zaman döneceksiniz?
-Bir kaç güne kadar döneriz. Unuttun mu pazar günü sınavım var. Anneniz nasıl?
-Seni düşünmekten başka derdi yok.
-İyi olduğuna sevindim. Gelince sizi ararım. Tabi sizi muayenehanenizde bulabilirsem.
-Sitem etmeyi bırak Zernişan beni çok iyi dinle: Sınavın ertesi günü sabah saat sekizde seni aldığım yerde ol. Çekip buralardan gideceğiz! Uzun bir seyahate çıkacağız. Tekrar söylüyorum pazartesi günü sabah saat sekizde aynı yerde seni alacağım. Yanına kimliğini mutlaka al!
-Ben yokken neler oldu orada?
-Bir şey sorma! Dediğimi iyice anladın mı? Tekrar ediyorum: Pazartesi günü saat sekizde kimliğin yanında olsun. Aynı yerde seni alıp uzaklara gideceğiz! anladın mı?
-Anladım.
-Gelecek misin?
-Evet, geleceğim.
-Bu telefonla son konuşmamız olsun! beni bir daha arama. Tekrar söylüyorum: Kimliğinle birlikte, sınavdan sonraki gün pazartesi günü saat sekizde her zamanki yerde...
-Ben yokken orada bir şeyler olmuş! Anladım. Geleceğim efendim. Görüşmek üzere...Kapatıyorum.
Zernişan, vuslat ufuklarına kümelenen kara bulutları yerinde zamanında ve cesaretle verdiği kararla dağıtmıştı. Yerinde duramayan Ferhat uçarcasına eve döndü. Zernişan’ın sözünü tutacağından emindi. Tek sorun yakalanmadan Ankara’ya ulaşmaktı.
Yirmi yedi haziran pazartesi günü için, yalnız Ferhat’la Zernişan’ın değil, pusudaki ifritlerin de hesabı vardı. Aşk, kahramanlarını seçerken, felek de boş durmamış kurbanlarını belirlemişti. Hesaplaşma gününe varmadan, Zernişan’ın sınava girdiği yirmi altı haziran pazar günü akıllara durgunluk veren bir gelişme herkesin hesaplarını alt üst etti!
(Yedinci bölümün sonu...?
YORUMLAR
Müstesna İnsan saygıdeğer İrfan YILMAZ hocam Rabbimiz sizden razı olsun,o ummanı derya gönlünüzden kudretli kaleminizden büyük emekle yazılmış gelecek nesillere ışık tutacak harika üstü eserinizi ilgi ile özenle okudum o hayran olduğum gerçek aşk ehli güzel yüreğinizi edip kaleminizi yürekten kutlarım ,örnek paylaşımınız için sonsuz teşekkür ederim Rabbim her zaman nasiplendiğimiz o bilge ışığınızı daim eylesin harikasınız hocam
nice böyle güzel kalıcı eserlere imza koymanız dileğimle
kalbi selam ve saygılarımla hürmetlerimi sunarım Rabbimize emanet olun duam ile