- 934 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Akıllı Vezir
Evvel zaman içine, kalbur saman içinde. Deve tellâl iken, pire berber iken. Daha anam eşikte, babam beşikte iken, var varanın, sür sürenin gücünün yettiği devirde… Aynı dili konuşsalar da, ayrı ayrı her bölge başına buyruk hanlar tarafından yönetilirmiş. Bu hanlarından birinin, öteki hanların da imrenip kıskandığı oldukça akıllı bir veziri varmış. Akıllı vezir, hesap kitap etmeden, diyeceklerini ölçüp tartmadan, hangi konuda olursa olsun, öyle paldır küldür karar vermezmiş. Onun bu huyunu bilen Han, o olmadan, ona danışmadan hiçbir karar almazmış. Ne zaman bir yere gidecek, oraları inceleyecekse, akıllı vezirini yanına alır, beraberinde götürürmüş.
Bu gezilerden birine çıkmadan önce, akıllı vezir, hanın huzuruna çıkmış;
- “Han’ım,” demiş, “Dilerseniz giysi değiştirelim. Dilenciler gibi giyinelim. Böyle yaparsak halkımız bizi tanımaz.”
- “İyi de, bu işten kazancımızı ne olacak?”
- “Kazancımız şu olur Han’ım: Onların hakkımızda düşündüklerini kısa yoldan öğrenmiş oluruz.”
- “Bak, bu güzel bir düşünce. Yolculuk için ne gerekiyorsa alınsın.”
Akıllı vezir, öteki vezirler aracılığıyla alınacakları aldırmış, hazırlıkları tamamlatmış. Hanla birlikte dilenciler gibi giyinmişler, kimselere haber vermeden yola çıkmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler. Akşama yakın tenha bir yere gelmişler, çevreyi incelemişler, az ötede gösterişsiz bir çadır görmüşler. Doğrulup o çadırın olduğu yere gitmişler. Çadır sahibi, gelenleri görmüş, çadırının önünde beklemiş. Gelenleri karşılamış, selamlaşmışlar.
Akıllı vezir, çadır sahibine sormuş:
- “Uzak yoldan geliyoruz. Üstelik çok da yorgunuz. Geceyi sizin çadırınızda geçirebilir miyiz?”
Adam, ikirciklenmiş. Hırlı mıdır, hırsız mıdır, ne olduğu belirsiz bu iki yoksulu içeri buyur etmek istememiş. Dışarıdaki konuşmaları duyan adamın karısı, elindeki kirmanını çevire çevire yanlarına çıkmış. Nerdeyse doğurdu doğuracak halde olan kadın, kirmanıyla doğacak yavrusu için yün eğiriyormuş. Adamına cesaret vermiş;
- “Herif, herif!” demiş. “Kapımıza gelen konukları geri çevirmek olmaz. Üstelik böylesi bize yakışmaz. Bırak, bu gece misafirimiz olsunlar!”
Hep birlikte çadıra girmişler. Çadır sahibinin karısı yemekleri hazırlarken, ötekiler laflamışlar. Dereden tepeden, ülkenin durumundan, halkın halinden laflamışlar. Oldukça hamarat olan kadın, kocasıyla birlikte, iki konuğunu kurduğu sofraya davet etmiş. Kendisi onlarla birlikte aynı sofraya oturmamış, bir şeye ihtiyaçları olur diye başuçlarında durmuş.
Han’la akıllı veziri, çadır hanımın sofraya koyduğu nefis yemekleri yemişler, kendileri için hazırlanan iç bölmeye çekilmişler. Yaşadıkları durum üzerine tartışmışlar. Derken, henüz yeni doğmuş bir bebeğin viyaklamasını duymuşlar.
- “Orada ne oluyor?” diye seslenmişler.
Çadır sahibi;
- “Ayağınız uğurlu geldi. Bir oğlumuz oldu!” demiş.
Akıllı vezir görünürde hiçbir sebep yokken, birdenbire gülmeye başlamış. Han buna çok şaşırmış. Bu işin de bir hikmeti olmalı, diye düşünmüş. Hiç beklememiş, vezirine sormuş;
- “Ortada fol yok, yumurta yok. Ne oldu da böyle gülüyorsun? Bana bunu açıklar mısın?” demiş.
Akıllı vezir gülmesini kesmiş, söylemiş:
- “ Han’ım, bu doğan çocuk var ya, ileride hem sizin damadınız hem de benim Han’ım olabilir diye düşündüm. Böyle düşündüm diye de kendimi gülmekten alamadım. Ah, bu yaşadığımız şu dünya, ne kadar garip bir dünya.” demiş.
Han, yerinden göğe doğru zıplamış, haykırmış:
- “Olmaz, işte bu, asla olamaz! Düşünsene, böyle yoksul birinin oğluna, kızımı nasıl veririm?”
Akıllı vezir, kendisine sorulanın altında kalmamış, hemen cevabını yapıştırmış:
- “Hayatta olmadık şey var mı, Han’ım? Akşamla sabahın arasında başımıza neler geleceğini bilemeyiz değil mi?”
Doğru söze ne denir? İnsan, han bile olsa, doğrular karşısında apışıp kalır[1] .
Han, son duyduğu sözlerden huzursuz olur. Sabaha kadar uyumaz, yatağında sağa sola döner durur. Han, ne yapıp etmeli, böyle bir şeyin önüne şimdiden geçmeliydi. Şafakla bir, aradığını buldu. Güneş yeniden doğmasa, karınlıklar yırtılır, aydınlık sabaha ulaşılır mıydı? Yapılacak iş, basitti. Bu çocuğun yaşamasını engelledin mi, o ne Han’ın damadı, ne de akıllı vezirin Han’ı olabilirdi. Para, her kapıyı açan sihirli bir anahtar değil mi? Parayı avuç avuç dökmek, bebeği ailesinden satın alıp öldürmek en kestirme çareydi. Böyle olunca sular başından bağlanır, çaylar dilediğince akmaz, Han da kızını bir yoksula vermekten kurtulurdu.
Sabah olunca Han’la akıllı veziri yola çıkmak için hazırlanmış, çadır sahibinin uyanmasını beklemişler. Çadır sahibi, konuklarına uyandığını belli etmek için, yalancıktan öksürmüş. Berikiler, onu duyunca, iç odadan çıkmışlar, çadır sahibinin yanına varmışlar. Helalleşmişler. Tam çekip gidecekleri sırada Han, çadır sahibine gösterdikleri konukseverlik nedeniyle çok teşekkür etmiş ve sanki şimdi hatırlamış gibi olduğu yerde durmuş:
- “Size iyi bir teklifim olacak. Akşam doğan oğlunuzu bana verirseniz, hem onun geleceğini kurtarırsınız, hem de torba torba altın kazanırsınız.” demiş.
Çadır sahibi üstü başı perişan, dilenci kılıklı Han’ın dediklerine şaşmış, sonra “Demek parayla iman kimde vardır, bilinmez.” diye düşünmüş.
- “Bana azıcık izin verin!” demiş. “Bu konuda tek başıma karar veremem. O çocuğu doğuran, anası. İlkin onun düşüncesini sorup almalıyım.”
Akıllı vezir;
- “Bu gerçekten de alkışlanacak bir tutum.” demiş. “Var, düşündüğünü işle.”
Çadır sahibi, karısının yanına girecekken, karısı içeriden seslenmiş:
- “Onlar, iyi dediler.” demiş. “Nasıl olsa ileride bizim daha başka çocuklarımız olur. Ama onların sayesinde bu oğlumuz, hem zengin bir ailenin yanında yetişir, hem de bakarsın daha sonra kardeşlerine de faydası dokunur.”
Kucağında mavi kundağına belediği çocukla dışarı çıkmış. Onu son bir defa göğsüne bastırıp, öpüp koklamış ve akıllı vezirin kucağına bırakmış.
Han’la akıllı veziri bebeği içine koyacakları, daha doğrusu onu içinde sağlayacakları bir sandık aradılar. Sayılı marangozları gezdiler. Bunlardan birinde bebeğe uygun işlemeli bir sandık buldular. Bebeği sandığın içine yerleştirdiler, onu taşıyacak bir çay aradılar. Çok geçmeden aradıkları çayı buldular. Koyu ağaçların altında akıp giden çaya, yanlarındaki sandığı fırlattılar. Taşıdıkları yükün ağırlığından kurtuldukları için ama daha çok da Han, sevindikçe sevindi. Nedense akıllı veziri, onun sevincine eşlik edemedi.
Gel gelelim, ara sıra kabaran çay suyuna bırakılan sandık, çayın iki kıyısını ağlarla germiş olan balıkçıların ağlarına takılmış. Akşam bereketidir diye gerdikleri ağları yoklamak, takılan balıkları toplamak için çaya gelen balıkçı, ağlarının geçit vermediği sandığı görmüş. Bin bir merak içinde, suları yara yara sandığın bulunduğu noktaya ulaşmış. Yakaladığı sandığı kucaklayıp kıyıya dönmüş. Sandıktaki bebeği görünce, kaderine sevinsin mi, dövünsün mü anlayamamış. Şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözülmüş. Ne yapayım diye şaşkın şakın sağa sola bakarken, kıyı boyunca kendisine yardıma gelen karısını görmüş. Kötü kaderine için için ağlamış.
- “Sekiz çocuğumun yanına, dokuzuncusu geldi. Zaten zor durumdayım. Bir de buna nasıl bakarım?” diye düşünürken, sızım sızım gözyaşı dökmüş. Olanı biteni, balıkçının yanına gelince öğrenen karısı, onun kötü şeyler düşündüğünü anlamış. Kocasını, düşündüklerini yapmaktan alıkoymak için konuşmuş:
- “Kötü şeyleri sil hemen kafandan. Kaderin karşımıza çıkardığı bu küçük bebeği, gerisin geriye çaya bırakmak hiç doğru olmaz.”demiş.
Balıkçı, yerden göğe kadar karısına hak vermiş ve sandık içinde üşüyen bebeği, ona uzatmış. Kadıncağız onu almış, analık duygusu kabarmış olacak, hemen emzirmeye başlamış. Karı koca bu işe sevinmişler, o günden sonra dokuz çocuklu bir aile oluvermişler.
Günler geceleri kovalamış. Haftalar, aylar derken, yıllar su gibi akıp geçmiş.
Bir gün Han ile akıllı veziri, yeniden halkın arasına karışmışlar. Yine ülkelerini dolaşmaya başlamışlar. Susayan atlarını suvarmak[2] için bir çeşme önündeki dağara yaklaşmışlar. Bu giyim kuşamları yerinde, zengin görünüşlü adamlar; balıkçının çocuklarının dikkatini çekmiş. Toplanmışlar, gelenlerin etraflarını sarıvermişler. Akıllı vezir, çocukları görür görmez yine kahkahalarla gülmeye başlamış.
Eski günlerini hatırlayan Han’ın tepesi atmış.
- “Ne oldu da yine gülüyorsun?” diye sormuş.
- “Şuradaki çocuklara bir baksanıza Han’ım. Üstelik aralarındaki şu pırıl pırıl yakışıklı çocuk var ya?..”
Han, önünü arkasını hiç düşünmeden:
- “Ne olmuş o çocuğa “diye merakla sormuş.
- “İşte o çocuk sizin damadınız, benim de Han’ım olacak.”
- “Kim demiş?”
Han, bu son sorusunu üstüne basa basa çok sert bir şekilde söylemiş, söylemiş ama sinirini yenememiş. Çok sevdiği vezirini kırmadan, incitmeden iğnelemeye çalışmış:
- “Vezirim, bakıyorum da sen, gördüğün her yoksul oğlanı, bana damat olarak gösteriyorsun. Öteki çocukların köküne kıran mı girdi? Kaçıncı defadır söylüyorum: Ölsem de kızımı böylelerine vermem, anlıyor musun? “diye hafif yollu çıkışmış.
Akıllı vezir, durur mu? Kendisine sorulanın altında kalmamış, hemen cevabını yapıştırmış:
- “Hayatta olmadık şey var mı, Han’ım? Akşamla sabahın arasında başımıza neler geleceğini bilemeyiz değil mi? Üstelik kadere yön vermek, bizim elimizde değil…” demiş.
Han, gücenmiş, huzursuz olmuş ama vezirinin dediklerinin de doğru şeyler olduğunu düşünmüş. Belki de yürek yangınını söndürmek için az ilerdeki balıkçıyı yanına çağırmış;
- “Kim bu çocuk?” diye sormuş.
Balıkçı, çocuğun macerasını baştan sona anlatmaya başlamış:
- “O, şimdi beni babası biliyor ama, aslında ben onu seneler önce ağıma takılmış bir sandık içinde buldum. Onu gerisin geriye, yeniden çaya bırakacaktım ki, karım bana destek oldu. Sekiz boğaza bakan, dokuzuncudan mı korkar gibi bir şeyler söyledi. Beni yüreklendirdi. İkimiz birlikte ona kıyamadık, öteki oğullarımızın arasına kattık.”
Han için konu, aydınlanmaya başlamıştır. Bu çocuk, mutlaka o çadırda doğan bebek olmalı diye düşünmüş. Korkunun atlıları göğsünü sıkıştırmaya başlar başlamaz;
- “Bu çocuğu ağırlığınca altın karşılığında bana sat.” demiş balıkçıya.
Dokuz çocuk babası balıkçı için muhteşem bir teklif bu. Hiç düşünmemiş, çil çil altın karşılığında bu çocuğu Han’a vermiş. Han, planını uygulamak için, “Bu mektubu getiren çocuğu hemen öldürtün!” diye altında imzası ve hanlık mührü bulunan bir mektup yazmış. Mektubu dürüp büküp, at kılıyla bağlamış. Çocuğu yanına çağırmış, yazdığı mektubu onun eline tutuşturmuş derhal saraya giderek ikinci vezirine götürüp vermesini sıkı sıkı söylemiş.
Hile, düzen, tuzak nedir bilmeyen çocuk, Han’ın kendisine ısmarladığı mektubu ikinci vezire götürmüş. İkinci vezir, kendisine uzatılan mektubu okumuş okumasına, ancak o çok yufka yürekli biriymiş. Yakışıklı mı yakışıklı bu çocuğu öldürtmeye kıyamamış ve onu kendi evinde saklayıp büyütmüş.
Aradan üç yıl mı desem, beş yıl mı desem; onca yıllar geçmiş. Çocuk, herkesin görünce parmak ısırdığı oldukça yakışıklı bir genç olmuş. Çarşıya tek başına çıkıyor, sokak sokak dolaşıyormuş. Nasılsa bir gün Han, böyle bir zamanında onu görmüş, hemen tanımış. Hiddetinden küplere binmiş, azgın boğalar gibi kudurmuş. Bütün hıncını ikinci vezirinden almak için, onu yanına çağırtmış.
- “Sana mektup getiren o çocuğu buyruğuma uyup neden öldürtmedin?” diye sormuş.
İkinci vezir, o gün yaptığının bir hata olduğunu belirtmiş, Han’ın önünde diz çökmüş, af dilemiş:
- “Beni bağışlayın Han’ım. Akıllı ve yakışıklı bir gencin canına kıymak, ikimizin şanına uymazdı. Bu yüzden onu buyruğunuza rağmen öldürtmedim. Buyruk sizin, cezam neyse çekmeye hazırım.” demiş.
Han, açık sözlü vezirini affetmiş. Ama akıllı vezirin sözleri, üstesine üstlük gülüşü, bir türlü aklından çıkmıyormuş. Her ne pahasına olursa olsun, genci astıracak, sonunda ondan kurtulacakmış. Bir bahanenin kulpuna yapışıp genç adamı yanına getirtmiş. İşte ne olduysa, o sırada olmuş. Habercilerden birisi dörtnala gelerek, Han’ın katına çıkar. Düşman askerlerinin ülkenin güney sınırlarından içeri girdiklerini, hiçbir direniş görmediklerini, etrafı yıkıp yakarak ilerlediklerini bildirir. Zaman, Han için durulacak zaman değil. Gencin eline hemen bir buyruk vermiş, bunu da vezirlerine yetiştirmesini sıkı sıkı tembihlemiş, hiç durmamış, askerleriyle birlikte güney sınırlarına doğru yola çıkmış.
Genç adam Han’ın verdiği buyruğu koynuna sokup yola düşmüş. Yorulmuş, yolunun üstündeki bir bahçeye girmiş, koyu gölgeli bir ağacın altına yatmış, derin bir uyku çekmiş. Meğer o bahçe, Han’ın bahçesiymiş. Han’ın kızı, dillere destan bahçelerinde arkadaşlarıyla dolaşıyormuş. Bağırış çağırış o ağaç senin, bu ağaç benim diye köşe kapmaca oynayan kızlardan biri, oyunda kendisine düşen ağacın altında uyuyan yakışıklı genci görünce, Han kızına haberci gönderip, onu yanına çağırmış. Han’ın kızı, yakışıklı oğlanı görür görmez büyülenmiş ve ilk görüşte delikanlıya âşık olmuş. Alnına konduracağı bir öpücükle onu uyandırmayı düşünmüş. Eğilmiş, oğlanın koynundaki buyruğu görmüş. O buyruk neyin nesidir diye, açıp okumuş. Aman Allah’ım, Han kızı, babasının yazısını tanımış ve buyrukta genç adamın ölüm emrinin bulunduğunu görmüş. Buyruğu yırtmış, oğlanın koynuna yeni bir buyruk sokmuş. İçine şunları yazmış: “Buyruğu getiren genci kendime damat seçtim. Savaş var diye de bu işin uzamasını istemedim. Ben yokken kızımla bu genci çok bekletmeyin ve âlemlere şan olacak bir düğünle hemen evlendirin.” diye yazmış. Onu uyandırmadan arkadaşlarıyla birlikte bahçeden çıkmışlar ve sarayın iç avlusuna geçmişler.
Genç adam uyanır uyanmaz hemen yolu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Belki de altı ay, bir güz gitmiş, sonunda vezirlerin katına çıkmış, Han’ın buyruğunu onlara iletmiş. Vezirler, Han’ın buyruğunu emir bildiklerinden, derhal kendilerinden istenileni yerine getirmişler, yıllar geçse de unutulmayacak olan dillere destan bir düğün kurmuşlar. Kırk gün, kır gece, yiyip içmişler, çalıp oynamışlar.
Savaşa giden Han, hemen geriye dönememiş. Çünkü düşmanlarıyla giriştiği savaş, tam üç yıl sürmüş. Han’ın kızı, nur topu gibi iki erkek çocuk doğurmuş. Çocuklardan ilki kendi başına yürüyemeye başlamış. Sonunda savaşın bittiği haberi gelmiş. Han’ın ordusunun tutuştukları bu savaşı büyük bir zaferle kazandığı duyurulmuş.
Han, yakında ordusuyla birlikte taht şehrine dönecekmiş. Han’ın kızı, bunu duyunca telaşlanmış ve kocasına, kendisinin sebep olduğu gerçeği açıklamış:
- “Babam acımasız bir insan. Torunlarını görünce yumuşayacağını da ummuyorum. Ama yine de onu karşılamaya, oğullarımızı da götürelim” demiş.
Oğlan;
- “Doğrusu da bu!” demiş.
Han’ın dönüş günü, torunlarını görsün diye, onlarla birlikte karşıcıların arasına katılmışlar. Han olanları öğrenmiş, öfke küplerine binmiş. Torunlarının yüzüne bile bakmamış. Nasıl cesaret edip de izni olmadan bu yoksul gençle evlendiği için kızına bağırmış, çağırmış, halkın huzurunda onları bir güzel azarlamış.
Akşam olunca bu evlenme işini ateşleyen vezirini yanına çağırmış:
- “Fırıncıya git, söyle. Sabah fırın açılır açılmaz ilk kim gelirse, tutsun, gözünün yaşına bakmadan o adamı yaksın. Gelen kim olursa olsun, buyruğumu yerine getirsin. Yoksa ikinizin de boynunu vurdurturum.” diye, emirlerini sıralamış.
Veziri, bir korkudur almış. Fırın ateşinin kokusunu alır almaz, henüz gecenin köründe, korka korka fırıncıya koşmuş. Han’ın, kendisine verdiği buyruğu ona da söylemiş, bunu yapmazsa ikisinin de boynunu vurduracağını eklemiş.
Onlar böyle karar keserken, Han da damadını yanına çağırmış:
- “Bu, böyle olmayacak. Devlet çarkının nasıl döndüğünü öğrenmelisin. Ben ülkemdeki fırıncıların nasıl çalıştığını, buyruklarıma uyup uymadıklarını çok merak ediyorum. Bu merakımı, ancak sen giderebilirsin. Sabah, gün doğmadan fırına git, açılmasını bekle. Fırına ilk giren sen ol. Etrafı iyice gözle. Sonra gel, bütün gördüklerini bana anlat.” demiş.
Oğlan;
- “Han’ım! Emir, demiri keser.” demiş.
Sabah serinliğinde gün ağarmaya başlar başlamaz Han’ın damadı, fırının yolunu tutmuş. Gül bahçesinden geçerken sabah bülbüllerinin seslerini duymuş. Oturmuş, dem tutan bülbülleri dinlemeye başlamış. Büyülenmiş, sihirli bir dünyanın öte yakasına geçmiş. Han’ın buyruğunu o saat unutmuş.
Sabah güneşiyle birlikte Han da, durumu incelemeye çıkmış.
- “Damadım nasıl yanıyor? Görmeliyim.” diyerek, heyecanla fırına gitmiş.
Kader; kime ne örerse, aynasında onu gösterirmiş.
Fırıncıyla çırakları, fırına ilk giren adamdır diye Han’ı yakaladıkları gibi fırına atmışlar.
Gül bahçesinde bülbüllerin sesleri kesilmiş. Damadı, Han’ın buyruğunu hatırlamış, geciktim diye telaşla fırına koşmuş.
Saf damat, içeri girer girmez hemen fırıncıya, kim olduğunu söylemiş:
- “Beni sana, Han gönderdi. Buyruklarına uyup uymadığını denetlemeliyim!”
- “Buyrun!” demiş fırıncı. “Han’ın emirlerine uymamak olur mu? Sabah, kapıdan ilk giren adamı yakaladık, buyurduğu gibi de yaka paça fırına attık. Yandı, bitti, kül oldu bile.”
Kötü haber, tez duyulur. Han’ın yanarak öldüğünü cümle âlem duymuş.
Son sözü akıllı vezir söylemiş:
- “Han’ımız öldü! Şimdi kendimize yeni bir han seçmeliyiz. İçimizde Han olmayı hak eden, damadıdır. Elbirliğiyle onu seçelim.” diye teklifte bulunmuş.
Böylece genç adam, çok önceden beri akıllı vezirin dediği gibi, hem Han’ın damadı, hem de onun Han’ı olmuş. Yıllarca ülkesini barış içinde yönetmiş…
Ne denir? Yazı bozulmaz ki!
[1] Şaşırır kalır, afallar.
[2]Sulamak.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.