TEKERLEKLİ SANDALYEDE BİR YİĞİT!.. (2)
Kürşat, Hakan’ın üç metre ilerisine düştü. İki büklüm olmuştu. Derin derin soluk alıyordu. Kanlar içinde kalmış, elini böğrüne dayamıştı. Şoför Mustafa’nın omuzundan kan geliyordu ama o hareketliydi. Silah seslerini duyar duymaz kendini metal çöp bidonunun arkasına çevik bir hareketle atmıştı. Sadece omuzunu kurşun sıyırmıştı. Yerde yatan arkadaşlarını gören İlbey alabildiğince haykırıyordu;
-Allahsız köpekler, sizler ancak kahpelikle insan vurursunuz! Amerika’nın, Rusya’nın, Çin’in uşakları hepinizin canını cehenneme tek başıma göndereceğim alçaklaaarrrr, derken karşı guruba saldırıyordu.
Eline geçirdiği taş parçalarını onlara atıyor, hem de üzerilerine koşuyordu. Aklında ne vurulma, ne de ölüm korkusu vardı. Kendilerine geldiğini gören marksist gençleri bir telaş almış;
-Kaçııınnn, bu faşist bizi öldüreceeekkk! Kesin silahlıdır bu köpek! Gideliiimmmm !.. dedi içlerinden sakallı bir genç.
İçlerinden biri müdahale ederek,
-Biz yurtsever devrimcileriz, bir faşistten korkulur mu be?! Geleceği varsa, göreceğide var! Silahlı müfrezelerimiz gerekeni yapar, derken üç el silah sesi duyuldu. İlbey, sendeledi ve düştü.Ayakta kalmayı denesede başaramadı. Olduğu yerde kaldı. Dizlerinden yaralanmıştı. Kurşunlar pantolunu parçalayıp diz kapağını paramparça etmişti. Olduğu yer kana boyanmıştı. Yerde sürünerek geri dönmeye çalıştı. Sürüne sürüne yerde cansız yatan arkadaşlarına doğru yöneldi. Sağ eliyle dizini bastırıyor, daha fazla kan akmaması için çaba harcasada fayda etmiyordu.
Masum insanlar dövüldükten, vurulduktan sonra çevik kuvvet olay mahalline gelmişti. marksist gençlerin olduğu alanı çember içine almışlardı. Takviye kuvveti olarakta komando birliğinden askerler getirilmişti. İnsanların güvenliğini sağlayacakların gelişleri her nedense gecikiyordu. Kaldırımda kanlar içinde yatanları acilen hastahaneye götürecek ilkyardım ekipleri henüz gelmemişti. Sanki yangın varmışcasına iki itfaiye aracı gelmişti. Vurulan gençlerin kanlarını su ile temizlemek için mi gönderilmişti bunlar? Ülkenin çarpık zihniyetinin bir göstergesi olarak gösterilebilinirdi bu durum. Kendi öz yurtlarında, memleketin kalbi Ankara’nın ortasında garipti memleket çocukları. Allah’tan başka kimseleri yok gibiydi ülkede...
İlbey, sürüne sürüne yerde yatan arkadaşlarına ancak varabildi. Dizini kurşun öyle parçalamıştı ki, sancısından dişlerini sıkıyor, hainlere karşı ’of’ bile demiyordu. Önce Kürşat’ın yanına vardı. Yüzükoyun yatan yüzünü çevirdi. Kürşat’ın gül cemali gülümsüyordu adeta. Nurlar endamından cennet kokuları etrafa yayılıyordu. İlbey, atar damarına elini götürdü, atmıyordu. bedeni sımsıcaktı. Üzerine abanarak bağırdı;
-Gardaşııımmmmm, uyaaannnn! seninle daha çok işler başaracaktık ülkemiz, davamız adına, kalkkk! derken gözlerine inen yaşlar sel oluyordu Kürşat’ın üstüne..
Onun yüzünü öpüp okşadıktan sonra üç metre ileriye düşmüş Hakanîn yanına uzandı. O yan yatmıştı, hafif dokunarak sırtüstü yatırdı. Gözleri açıktı. masmavi gözlerinden bembeyaz güvercinler cennet bahçesinin şehitlik alanlarına doğru uçuşuyorlardı. Hakan’ın yüzünde tebessüm hakimdi. Renk renk çiçekler açmıştı yüzünde! İlbey, beklemeden onun da atardamarını yokladı. Atmıyordu! Her iki yiğit de vatan toprağında Çanakkale, Dumlupınar, Sakarya Mehmetçikleri gibi şehit düşmüşlerdi. Dünün kafirleri askerlerimizi kahpe tuzaklarla katlederken, bugün de onların idealleri adına gönülleri köleleşmişlerin kurşunlarına ’Türk’üm, kahrolsun emperyalizm’ diyenler hedef oluyordu. Ne büyük bir yanılgı içindeydiler Yarabbi... Memleketin cennet kokulu nurlu evlatları acımasızca öldürülüyordu.
Memleket idaresinin başında otuzüç derece ile mühürlenmiş bir mason vardı. Umrunda bile değildi memleketin ahvali. Halk açlık ve sefalet içinde kıvranırken o, vurdumduymaz tavırları ile kan gölüne dönen ülkenin hala başında bulunmasına Ülkücüler bir anlam veremiyorlardı. Fakirliğin en fakiri olan ülkücüler, halkın yanında yer almalarına rağmen onları ne zenginlerin, ne de sosyalizim yalanlarına kanan insanlar anlıyordu. Halkı istismar eden marksistlerin şehirleri yaşanmaz hale getiren taşkınlıkları, kanunsuz başkaldırıları, askerleri, polisleri, masum ülkücüleri şehit etmelerini gören siyasilerin ve devletin tepesindeki zevatın halkla dalgasını geçercesine ’yollar yürümekle aşınmaz’ diyordu. Ülkücüler, sağada, solada ve emperyalizmin her türlüsüne karşı geldiklerinden olsa gerek, sağcısıda, solcusuda, dinciside onları sevmiyorlardı. Davaları özdendi, yürektendi. O nedenle vatanın fakir evlatları imkansızlıklarına rağmen bıkmadan, usanmadan Allah davasını anlatıyorlardı yurt sathında...
İlbey, kendini Hakan’ın yanıbaşına attı. Yaradan’a;
-Ulu Allah’ım, nedir başımıza gelen bu belalar! Yardım et. Bizler senin İlahi Kelamıtullah’ını, emirlerini yaşatmak için varız. Ne olur bizi namertlere bırakma! derken ambülans sirenleri duyulmaya başlamıştı...
Kalabalıkları yara yara üç ambulans geldi. Sıhhıyeciler iner inmez tekerlekli sedyeleri indirip açtılar. Her ambülansta bir doktor görevlendirilmişti. Onlarda ellerindeki çantaları ile koşarak yerde kanlar içinde yatanlara gittiler. Kürşat’ın Hakan’ın kalbini dinleyen doktorlar, ’yapacak bir şey yok! Ölmüşler’ dediler kısık sesle. Şoför Mustafa’nın kanayan omuzunu açtılar. Kurşun omuzuna saplanmamış, sıyırıp geçmişti. Gerekli pansumanı yapıldıktan sonra yarası sarıldı. Emekçi fırıncılardan iki gencin başlarından ve kollarından aldıkları darbeler nedeni ile perişandılar. Kafaları parçalanmış, o simsiyah saçları kızıla boyanmıştı kanla. Kollarında kırıklar vardı. Acilen tedavileri yapıldı ve Fırıncı gençleri ambulansın birine bindirerek hastahanenin yolunu tuttular. Diğer ambulanslarda Kürşat’ı, Hakan’ı alıp morga götürdüler. İlbey’in tedavisini yapan doktor;
-Hastahaneye haber verin derhal bir ambülans daha gelsin. Bu gencin diz kapağı paramparça olmuş. Acilen bir şeyler yapmalıyız. Hemşire Ülkü, ağrı iğnesi yapar mısın gence?
-Derhal doktorum, dedi hemşire Ülkü.
Doktor ve hemşire İlbey’le ilgilenirken, kalabalık daha da çoğalmıştı. Marksist gençleri çembere alan jandarma ve toplum polisleri onları kaçırmamaya çalışıyordu. Silah seslerinin geldiği gurubun tamamına yakın polis minibüslerine doldurup karakollara götürüyorlardı. Direnmelerine rağmen, jandarmaların kararlı tutumlarına dirençleri kırılıyordu. Aralarında olan katil veya katilleri kaçırmamak için uğraşıyorlardı.
Karşı sokaktan üç taksi hızla alana girmek isterken polisler set gerdi önlerine. ’Durun, yoksa ateş ederiz!’ dedi içlerinden bir polis.
Üç takside durdu. En öndeki taksiden uzun boylu, ince, kaytan bıyıklı bir genç indi. Polislere sertce bağırdı;
-Arkadaşlarımız burada katlediliyor, siz bizim onlara varmamızı engelliyorsunuz! Siz nasıl güvenlik görevlisiniz? Alçakça saldırı karşısında burada olmanıza rağmen neden engel olmadınız?
Polis gencin sert çıkışına şaşırdı. Bir gençten azar işitircesine sözler duyacağını tahmin etmiyordu. Sustu, onun gözlerinin içine baka kaldı. Yanındaki meslekdaşı söz etti;
-Delikanlı siz kimsiniz?
-Ülkü Ocakları genel başkanı Muhsin’im! Şimdi müsaade edin, arkadaşımızın yanına gidelim!
-Tamam, anladım baştan söyleseydiniz bunu. Bizde sizi sandık karşı guruptan. Arkadaşlarınızla buyurun geçin arkadaşınızın yanına... Diğerleri az önce hastahaneye kaldırıldılar. Bir ambülans daha bekliyoruz son yaralı arkadaşınızı götürmek için...
-Sağolun, der demez koşar adımlarla İlbey’in yanına koştular.
Yarı baygın haldeydi İlbey. Genel başkanını görür görmez göz yaşlarını tutamadı;
-Başkanım, vurulduk!
Ülkü Ocakları genel başkanı Muhsin eğilip sarıldı ona;
-Sus İlbey’im. Ambülans gelmek üzere. Sakin olmaya çalış. Doktorlar gerekeni yapacaklar. Yine sağlığına kavuşacaksın inşallah!
-Başkanım benim ayağımda ne var? İki ülküdaşımızı şehit verdik, der demez hüngür hüngür ağlamaya başladı...
Kalabalık o kadar çoğalmıştı ki meydanda, Üniversiteli ülkücüler olayı duyar duymaz akın etmişlerdi oraya. İşçiler, memurlar, esnaflar öfke kusuyorlardı olup bitenlere. Polisler araya giriyor, megafondan anons ediyordu;
-Sakin olun! Lütfen taşkınlık yapmayın. Sonra müdahale etmek zorunda bırakmayın bizi!..
Kalabalığın arasından geçerken ambülans zorlanıyordu. Ülkücü gençler ambülansa yol açmak için el ele vererek güzergahı boşaltıyorlardı. Ağır ağır ilerleyen ambülans İlbey’in yanına geldi. Arka kapı açılır açılmaz tekerlekli sandelye indiridl. İlbey’i sakince kucaklayıp sedyeye koydular. Doktorun ilk müdahalesinde sarılan dizinden kan akmıyordu. Üzerine beyaz bir örtü çekilerek ambülansa konurken Muhsin başkan;
- Arkadaşlar ben İlbey’le birlikte gidiyorum, Sizler hastahaneye gelin.
Ambülans sirenini çalıştırarak, kalabalığı yırta yırta hastahanenin yolunu tutarken meydandaki halk ve öğrenciler hep bir ağızdan haykırıyorlardı;
-Kahrolsun komünistler! Kahrolsun Emperyalistler!
-Şehitler ölmez, Vatan bölünmez!..
DEVAM EDECEK...
Zafer Direniş
...
06 Aralık 2011 Salı 01.30 Lahey
YORUMLAR
Kafasında hala o günlerin izini taşıyan eski bir ülkücü olarak sadece ve sadece Allah o günleri bir daha yaşatmasın bu ülkeye diyorum.
direniş
Elbette hiç bir canımızın kayıp olmasını istemiyoruz ama o yaşananlarıda unutmuyoruz ve romanlaştırıyoruz... Bizde ahde vefa vardır...
Saygı ile...