Cevabı Meçhul sorular
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Başında ki sarığı, üzerinde ki entaresi ve kolunda ki Tommy saati ile egzantrik bir görünüm veren, bu hafif sakallı, hafif esmer ve oldukça yaşlı amca, bulunduğumuz yaklaşık on senelik olduğunu tahmin ettiğim, mini camiye benim ve muhtemelen onun da görmediği bir Tanrı’ya tapınmaya geldiği açıktı. Sağımda bulunan sakalsız kahverengi ceket takımlı ve onun yanında bulunun, kahverengi ceket takimsiz, sakallı kul, yıllar önce bir gece tuvalet molası verdikleri uyku arasında, sözleşmişler gibi aynı anda esnediler. Bu benim görmediğim ve muhtemelen onlarında görmediği Tanrı’nın canını sıkmış olmalı ki, dışarı da ani bir gök gürlemesine neden oldu. Onların bu densizliğini affettirmek için ellerini kocaman açan Tommy saatli amca derin bir âmin dedi. Ve elini bütün vücuduna sürerek aheste aheste sallanmaya başladı. Bunun tapınmanın bir parçası olmadığı apaçıktı. Onun bu halinde kaybolmak üzere iken hiç beklemediğim bir hamle ile gözlerini üzerime dikti. Bu dünyada geçirdiğim otuz üç sene içerisinde gördüğüm en sıcak bakışlardandı bunlar. Saniyelik süren bu karşılıklı sıcak tebessümlerin ardından kısa bir selam ile uzaklaştı; sarıklı, entareli ve Tommy saatli amca. Ortamın sıcaklığından mı? yoksa az önce ki gözlerin sıcaklığından mı? henüz anlayamadığım bir sebep, benim halen burada durmamı sağlıyordu. Ya da dışarı da şiddetle yağan yağmurun gizli tehdidi. Her zaman olduğu gibi bu tür çözemediğim sorular silsilesi çıktığında yaptıgım saçmalıklardan birini yaparak, kendimi hızla dışarı attım. Ama bu hamlem cevabı meçhul bir soruya daha sürükledi beni; Ben mi yağmura meydan okuyordum? yoksa yağmur mu bana? Hayatım boyunca beni hiç yalnız bırakmayan en Sadık dostlarımdan biri; Kendi karışık, cevabı meçhul sorularım.
Hani herkes bahseder ya, yağmur yağdığı zaman aldıkları ‘nefis’ toprak kokusundan. Hani özgürlüğü hatırlatır bazı insanlara, bazılarına geçmiş güzel günleri, bazılarına da aşk’ı. İşte ben o kokuyu hiç alamadım. Bana yasak mı acaba o koku? Bu dünyada, bu kadar insanın arasında kendimi hapsolunmuş hissettiğim için mi varmaz o koku burun deliklerime? Yoksa! Yoksa hep aşk’ın tadı damağımda kaldığı için mi varmaz? Ya da normal insanlar gibi özleyerek hatırlayacağım bir geçmişim olmadığı için mi yasaklanmıştır o koku bana? Bilmiyorum. Aslına bakarsanız çokta önemsemiyorum. Bu kadar insanın tattığı bir kokuyu, tatmak da istemiyorum.
Adım attığım hiçbir yer bakire değil. Hiç kimsenin dokunmadığı, hiç kimsenin basmadığı bir yer yok mudur acaba şu İstanbul üzerinde? Her yer mi tecavüzüne uğramıştır umursamaz insanların? Benim ki de laf işte! Her halde yağmurun en sevdiğim yanı bu olsa gerek. Kaçırıyor tüm insanları bir an da sağa sola, sanki bana kıyak geçiyor. Onlarsız bir hayatın umut tohumlarını serpiyor yüreğime.
Umut!
Bunca yıldır elimden geleni yaptım. Onun içimde ölmemesi için. Hep telkin ettim kendimi. Günün birinde o sur’a üflenecek ve kıyamet kopacak. İşte o zaman yalvaracağım beni bu dünyaya gönderen’e! Hiç yapmadığım bir şeyi yapıp deli gibi yalvaracağım. Sadece bir dakikalığına beni dünya da bırakması için. İnsansız bir dünya da, yapa yalnız kalmak. O sıra hemen yakacağım puromu ve galatadan bakacağım İstanbul’a bir dakika boyunca. İlk nefesimi derince çekeceğim ve yalnızlığımın tadını çıkaracağım. İkinci nefeste sessizliğin tadını çıkaracağım. Üçüncü nefeste özgürlüğün. Zamansız, insansız ve duygusuz, saf özgürlüğün tadını çıkaracağım. Azrail yanıma geldiğinde puromu ona verip bu anın tadını çıkarmasını söyleyeceğim ona, çünkü bir daha böyle bir fırsat yakalayamayacağını..
Umut!
Üzüntüyle bir adım daha attım bomboş sokaklarda. Yağmuru uğurladım ve ondan bir daha kaçmayacağıma dair söz verdim. Gitti.
Üsküdar’ın sevecen, dar sokaklarının birinde ki evime gelmiştim sonun da. Anahtarı bulmak biraz vaktimi alsa da merdivenlerde ki çevikliğim ile kapattım o arayı. Selam verdim yeşilimsi koltuğuma, karalama notlarıma, çaydanlığıma ve kitaplarıma. Beni beklemiyorlardı sanırım. Umursamadılar. Benim tüm insanları umursamadığım gibi, tüm insanlarında beni umursamadığı gibi. Aslında insanlar yalnızca bana karşı umursamaz değiller. Onlar öldürenleri de umursamıyorlar, ölüleri de. İstanbul’u da umursamıyorlar. Onlar her şeyi umursuyor gibi görünseler de hiçbir şeyi umursamıyorlar. Tanrı taklidi yapmak çok hoşlarına gidiyor. Günün birinde onlardan birine şöyle söyledim; Eğer ismin Tanrı değilse, sakin ol! Pek umursamadı. Her zaman olduğu gibi.
Gecenin çok uzun sürmemesi için bir puro yaktım ve uykuma direndim. Ama bunu yalnızca bir saat yapabilmiştim ki bu da işe yaradı. Koltuğumda kapattığım gözlerimi açmamla sabah olmuştu. Çoğu zaman düşünmüşümdür; Ben mi geceyi kandırıyorum? yoksa gece mi beni? Ne önemi var ki? İstediğimi almıştım. Bu sahte ölümün kucağında geçirdiğim vakti hissetmemem benim için yeterdi. Ve bu oyun asıl olan ölüm gelene kadar sürecekti. Malum mısrayı mırıldandım. Belki bu sefer duyar sesimi de gelir diye;
"İmdi gel Azrail, an geçikirsen
And olsun vermem canımı!"
Bir bardak çayımı aldım. Puromu ateşledim. Ve yeşilimsi koltuğuma oturdum. Gelirse eğer son derece soğukkanlı olmam gerekliydi. İnsanlardan farklı olarak. Çünkü ben farklıydım…
Acaba ben mi insanlardan farklıydım? Yoksa insanlar mı benden farklıydı? Hadi Azrail, geç kalma!
Mustafa YADİGAR
YORUMLAR
Adımlarımızın attığı ve bakire olan biryer var aslında...
Bizi gerçeğe götürecek bir avuç toprağın o saf kokusu...
Herkese ayrılan ama sadece kişinin tenine ruhuna yakışacak olan o kutsal toprak!
Anlatmınız ve herkesin işleyebileceği bir konuyu farklı bir tonda işleyişiniz güzeldi...
Tebrikler...