bir masal... Bişmiş ve Çiftçi
2007den
Çok yakın bir zamanda heybetli dağlara, tepelere direnen uzak bir köy varmış. Hani; “Gitme sekte görme sekte o köy bizim köyümüzdür…” Derler ya, öyle bir köymüş…
Köyde alabildiğine büyük ve sayısız çiftlik varmış. Bu çiftliklerin birinde, bir kaç büyük ve küçük baş hayvanlarıyla, bir kaçta tavuğu olan genç bir çifti yaşarmış…
Bu çiftçi adam, dertlenince çiftliğinin içinde bulunan çok sevdiği söğüt ağacının yanına gider, dallarının gölgesi altında oturur düşüncelere dalarmış. Her seferinde onu yalnız bırakmayan, beyaz tüylü sürme gözlü tavuğu yanına gelir, Çiftçi’nin dizine başına koyar onu dinlermiş. Çiftçi tavuğunu görünce başlarmış dertlerini, sıkıntılarını anlatmaya, tavuk dinler o anlatırmış… Çiftçi beyaz tavuğuna bakıp iç çeker; “Ah bir dilin olsa da konuşsan…” Dermiş.
Bir gün Çiftçi’nin diğer köylerin birinden misafirleri gelmiş. Çiftçi güzel bir sofra hazırlamış ve tavuklarından birini kesip güzelce pişirmiş, tavuk nar gibi kızarmış, tam ağza layık bir piliç olmuş… Pilici sofraya koymuş, parçalayıp misafirlerine ikram edecekken; bir pilice bakmış bir de elindeki bıçak ve çatala, Çiftçi birden elindeki takımları bir köşeye bırakıp, pilici sofradan aldığı gibi mutfağa kaldırmış! “Ne yaptım ben?” Diyerek hayıflanmış. Çünkü kestiği tavuk onu tek dinleyen, dert ortağı, belki de tek dostuymuş… Söğüt ağacının altında dizlerine başını koyan beyazıymış bu! Misafirlerine bir şey anlatmamış, başka şeyler ikram ederek onları ağırlamış ve yolcu etmiş…
Çiftçi o gece sıkıntılar içinde yatağa girip uyumuş… Sabahın ilk ışıkları ahşap kenarlı pencerelerden odayı aydınlatmaya başladığında, gözlerini yeni aralıyormuş. “Ne kadar çok işim var bu gün çiftlikte…” Diye düşünerek, sıcak yatağından hiç kalmak istemezken, doğan güneşin ona batmadan neler vereceğinin bilinçsizliği ile; gözlerini biraz daha araladığında, bir de ne görsün; dün akşam kesip pişirdiği tavuğu, kızgınlığını yansıtırcasına, nar gibi kızarıklığıyla, ayakları olmasa da butlarının üzerinde doğrulmuş, artık sürmeli gözlerini taşıyacak bir kafası da yokmuş... fakat melül melül, çiftçiye bakıyormuş!
Çiftçi korkunun verdiği ani bir refleksle; yatağında doğrulup oturduğu gibi kaskatı kesilmiş. Pilicin omuzlarının üzerinde bükecek bir başı yoksa da; öylesine eğik, yıkık ve üzgün duruyormuş ki; “Neden yaptın, nasıl kıydın dostuna, günahım neydi ki..?” Dediği anlaşılıyormuş.
Çiftçinin korkusu yerini üzüntüye bırakmış. Büyük bir buhran, pişmanlık kaplamış içini… bir süre böyle bir birlerine baktıktan sonra, çiftçi pilice uzanıp, onu dizlerinin üzerine oturtmuş, pişmişte olsa o yaşıyormuş. Bir yandan da sevinmiş; belki kendini affettirebilirmiş. Fakat yaptığının özür de dilese, bir çaresi yokmuş…
Gel zaman git zaman Piliç ve Çiftçinin dostlukları eskisinden de sıkı olmuş. Çiftçi Pilicin adına ‘Bişmiş’ koymuş…
Yalnız, zamanla Bişmiş’in kemikleri pişirilmenin etkisiyle kırılıp dökülmeye başlamış. Çiftçi, kırılan kemiklerin yerine sağdan soldan bulduğu vidaları, somunları hatta metal levhalarlı tutturuyormuş. Bişmiş zamanla demir yığını piliç haline gelmiş, Yürürken çok gıcırtı çıkarttığından, Çifti arada bir de yağlıyormuş. Etleri de dökülünce Bişmiş bir deri bir metal kala kalmış… Ama yine de sevimliğinden bir şey kaybetmemiş, paytak paytak gezintilerine devam ediyormuş…
Çifti tavuğuna belli etmese de; bu duruma çok üzülüyormuş, üstelik çaresizmiş. Bişmiş giderek ağırlaşan vücudunu taşıyamaz hale gelmiş; artık zar zor yürüyor, ayakta durmak için bile büyük çabalar sarf ediyormuş… Bundan haberdar olan iki bilim adamı, köye gelip Çiftçiyle konuşmuşlar.
Ona:
“Şu ileride bir çiftlik var, orada yaşlı bir adam yaşar, pilcini ona götür bırak, biz onu eski haline getiririz..!” Demişler.
Çiftçinin içine salına salına bir acı düşmüş… ama ne yapsın başka çaresi yokmuş; böyle giderse, çok sevdiği sevgili dostu Bişmişini kaybedeceğinin farkındaymış. İçinden “Bir umut…”Diye geçirerek, Bişmişi bilim adamlarının bahsettiği çiflikteki yaşlı adama götürmüş.
Çiftçi, yaklaşık üç gün sonra tekrar Bişmişi bıraktığı çiftliğe gitmiş, bakmış ki tavuğunu verdiği adam, evinin bahçesindeki ahşap sandalyeye kurulmuş, öylede bir genişlemiş keyfine diyecek yok, kucağına koyduğu eski radyosundan müzik dinliyor.
Çiftçi, Adamın yanına gidip, selam verdikten sonra: “Nerede benim tavuğum?” Diye sormuş merakla…
Adam:
“Ha şu mu..? Ben onun suyuna tirit yaptım… zaten kala kala bir derisi kalmıştı..!
Çiftçi, duyduklarına inanamamış. “Şaka yapıyorsun herhalde… Nerede benim Bişmişim?” Demiş.
Fakat adamın şakası yokmuş!
Adam:
“İnanmıyorsan gir içeri dolabı aç bak..!” Demiş.
Çiftçi, Adamın dediklerinin doğru olmamasını dileyerek koşar adımlarla girmiş içeri, heyecanla açmış dolabı, gerçekten yarısı yenmiş bir tepsi tirit duruyormuş dolapta, tepsinin içinde ki tiridi iyice bir karıştırmış; bakmış ki sahiden de adam doğru söylüyor; çünkü Bişmiş’in derisinde diğer tavuklarda olmayan altın sarısı bir ben varmış!
Çiftçinin dizlerinin bağı çözülüvermiş, olduğu yere çökmüş. “Ben ne yaptım?” Diyerek kafasını dolaba vurmuşta vurmuş, sonra başını iki elinin arasına almış ve içindeki pişmanlığın zindanında zincirlenmişçesine haykırmaya başlamış: “Önce dostumu kestim, yemeğe kalktım, sonrada hiç tanımadığım bir yabancıya kendi ellerimle teslim ettim!” Diyerek ağlamış. Çiftçinin gencecik ömrü on beş, yirmi sene geçivermiş kahrından. O kadar üzülmüş ki; oracıkta bayılıp kalmış.
Sabah olup güneş yeni bir günün film şeridini hazırlarken uyanmış Çiftçi… Yattığı yerden doğrulduğunda, sıcak yatağında olduğunu görünce önce şaşırmış, sonra başından geçenlerin bir kabus olduğunu anlayınca, derin bir oh çekmiş… Bir kez daha uyanmış ve bir kez daha… Sonunda kendine gelmiş, masal bu ya; bu rüyayı görende Çiftçi değil Bişmiş tavukmuş! Evet evet bizim tavuğun kabusuymuş bunlar… Ama henüz daha pişirilmemiş.
Çiftçi ise daha yeni gözlerini aralıyormuş, yatağından hiçte çıkmak istemezken “Ne kadar çok işim var bu gün çiftlikte…” Diye hayıflanmış, tıpkı rüyada olduğu gibi!
Sürme gözlü Bişmiş tavuk, düşünmüş taşınmış bakmış ki sonunda kelle gidecek, dile gelmiş..! Varmış Çiftçi’nin yanına…
Bişmiş: “Merhaba Çiftçi, günaydınlar olsun…” Demeye kalmadan Çiftçi korkudan deliye dönüp kaçmaya başlamış… Konuşan bir tavuk. Çiftçi aklını zapt etmeye çalışıyormuş. Çiftçi önde, Bişmiş arkasında dağ tepe demeden koşmuşlar… Bişmiş konuşmak için kovaladıkça Çiftçi kaçıyormuş. En sonunda Çiftçi yorgunluktan bir derenin kıyısında yığılmış kalmış; maksadı dereyi de geçip başka bir köye sığınmakmış ama takati kalmamış…
Bişmişte, Çiftçinin yanına çökmüş ikisi de biraz soluk almaya çalışıyormuş… Çiftçi niyeti bozmuş; azıcık soluk aldıktan sonra kaçmaya devam edecekmiş. Bişmiş bunun farkındaymış; fırsat vermeden konuşmaya başlamış. ‘Çiftçiyi anladığını ama kaçacak bir şey olmadığını ifade etmiş…’ Çiftçi bakmış ki tavuk onu yemeyecek, biraz rahatlayıp tavuğu dinlemeye karar vermiş. Bişmiş, kabusunda başından geçenleri olduğu gibi anlatmış. Çiftçi “Hey be...” Demiş ve devam etmiş… “Şunu baştan söyleseydin de, beni derelere sürmeseydin, az daha suya döküyordun..!” Hep birlikte gülüştükten sonra yola koyulmuşlar. Oldukça da uzaklaştıkları köylerine dönerken; dereleri tepeleri geçmişler konuşmuşta konuşmuşlar.
Çiftçi iyi bir dost kazandığı için çok mutluymuş. Bizim Bişmiş ise hem Çiftçinin dostluğundan hem de kellesini kurtardığından sevincine diyecek yokmuş.
“Gel zaman git zaman…” Derler ya… işte öyle...!
Bizimkiler çok sıkı dost olmuşlar. Bişmiş dostu Çiftçiye, çiftlikteki hayvanların dilini çevirmiş, hangi hayvandan nasıl daha verimli ürün alınır anlatmış, en iyi yumurtaları, en iyi sütü hatta eti, bu çiftlik çıkartır olmuş…
Çiftliği büyütmüşler; artık daha çok hayvanı varmış, her gün başka başka köylerden başka başka misafirleri gelir olmuş. Ama artık tavuk kesmek yokmuş… Ve bu Masal Ütopyasında dostluklarıyla ünlü; Bişmiş ve Çiftçi olarak tanınmışlar…