- 1637 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Şarapla Marine Edilmiş Ünlemler/ Portatif Hayatlar Üzerine
Büyük bir yangın sonrası kül yağmuru gibi. Sıcak, yapışkan, kirli ve gri. Artan dünyanın azalanı mıydı, azalan dünyada artan mıydı, belli değil. Hem çok özel olduğunun, hem de hiçliğe yol aldığının farkına varmadan arşınlıyordu sokakları. Ayakaltlarından yukarıya doğru bir sıcaklık yayılıyordu sanki. Gittikçe artan bir sıcaklık. Gözlerine inen sis, parmak uçlarına vuran uyuşmuşluk, şakaklarındaki ağrı, midesindeki bulantı. Hiçbiri gerçek değildi oysa. Ama o karnına bir yumruk yemiş gibi kıvranmak, acının verdiği yakıcı bir soğukla ulurcasına bağırmak istiyordu. İçinden sürekli o iki kelimeyi tekrar edip duruyordu.
“bu ben değilim, bu ben değilim”
Olmadığı neydi, o neydi? Eskisi kadar korkmuyordu da. Aklından okuduğu kitaplar, defter köşelerine yazdığı aforizmalar, en sevdiği şiirler geçiyordu. Kocaman, sahipsiz bir kelime ordusu vardı karşısında. Hangisini neyle birleştirecek, hangisine ne anlam yükleyecek, hangisini özneleştirecek, bilmiyordu. Kafası karışıyor, karıştıkça sinirleniyor, bu hali öfke nöbetine dönüşüyordu. Kanının dolaştığı bütün kılcal damarları hissedebiliyordu. Bünyesinde her şey bu kadar şeffafken nasıl olur da hiç kimse olup biteni göremezdi. Yüzünde bir doğum lekesi gibi duruyordu hüzün.
Sağından solundan bir yığın insan oluk gibi akıp gidiyor, hiçbir şeyin farkına varmıyorlardı. Kim patrondu acaba, kim işçi? Şu giden dişçi olmalı, şu da polis, yok yok asker sanırım, şu kadın da öğretmen.
“Herkes birbirinin yerine geçse” .
Heyecanlanmıştı.
Yine o absürt hayallerden bir kaçı takılmıştı ağına. Şarapla marine edilmiş bir yığın ünlem düşüyordu kurduğu her cümlenin sonuna.
Bir dünya uğulduyor ağzımın içinde
Yaralı bir dünya
Karaya vuran ölü balıklar gibi
Ölü ve sevimsiz
Tutsak bir zaman ele geçiriyorum
İçine saklıyorum bütün bildiklerimi
Söylesem kıyamet kopacak
…..ben tanrı değilim ki
Çekil aradan iblis
Çalıntı bir kırmızıyla ürkütme bizi
Deniz kokuyor her yer
Gri insanlar caddelerde yürüyor
Gri ve tuzlu
İnce yüzlü
Narin kadınlar
Ve korku
Bastıramıyor yosun kokusunu
Uzaktan gelen ağır parfüm kokusu
Yorgundu. Yumdu gözlerini, düşlerine soyundu. Çıplaktı şimdi. Bir İncil’e, bir Kuran’a dokundu. Bütün ayetler içine yürüyordu. İsa kimin oğluydu, Nuh’un gemisinde yolculuk yapanlar hala yaşıyor muydu, örümcekteki zarafet neydi? Su ve ateş ne zaman düşman olmuştu? Dilindeki ezgiyi tanımıyor, söylüyor, söylüyor, söylüyordu. Her seferinde daha yüksek sesle. Daha yüksek, daha yüksek.
Gittikçe yükselen bir ses, birbirine sürtünen kelimeler ve orgazm. Şimdi nötrdü zaman. Yağmur dinmiş, rüzgar susmuş, güneş saklanmıştı. Bir avuç yıldız kalmıştı ellerinin arasında. Hafifçe açtı avucunu ve onlara baktı. Göründükleri kadar parlak değillerdi ama çocukken resim defterine çizdiği gibiydiler. Beş ayrı köşesi vardı bıçak gibi keskin. Biri ansızın kayıp yere düştü parmaklarının arasından. Hemen eğilip almak istedi ama nafile. Erimişti sanki. Neden peki? Sıcak yoktu ki. Sivri uçlarına hiç aldırış etmeden tekrar sımsıkı kapadı ellerini. Parmaklarından kan damlıyor ama canı acımıyordu.
Çekmeceden bir kutu çıkardı. Bir iki siyah beyaz resim ve bir topaç vardı kutunun içinde. Resimlere baktı uzun uzun ve yerinden kalkıp topacı çevirmeye başladı. Dönüyor, döndükçe savruluyor, savruldukça eksenini büyütüyordu. Topacın üzerindeki renkler, kendi ekseninde deli gibi dönen ince bir gökkuşağını andırıyordu. Ama o en çok durmasına yakın yalpalayarak oluşturduğu tuhaf görüntüyü seviyordu. Bütün renklerin ayrımını da o zaman yapabiliyordu zaten. İnsanlar da böyleydi, dönüyor, dönüyor, sonra hızlanıyor ve daha çok dönüyorlardı. Neyin etrafında döndüklerini bilmeden yapılan amaçsız bir tavaf gibi. Döndükçe de kendi merkezlerini oluşturan. Ama hep o merkezden uzak daireler çizerek. Ve sonunda o yalpalama. Bütün maskelerin düştüğü an.
Kadınları düşündü. Rengi atık, boyalı kadınları. Zamansız kadınları, mekansız kadınları. Çelik gibi soğuk, yılan gibi kıvrak, ama yakıcı. Dolgun kalçalar, diri göğüsler ve silikonlu dudaklar. Hayır, onlarla sevişmeyecekti.
Sevişirken gözleri hep uzaklara bakıyordu bu kadınların. Koca bir boşlukta tek başına mastürbasyon yapıyormuş gibi yalnızlık hissine kapılıyor, kasıklarına vuran sancı ansızın kesiliyordu.
Düşündü. Oysa kadın ne kadar nötrdü. Yalansız, o an için olması gerektiği gibi. Hiç konuşmadan işini yapıyor, karşılığını alıyor ve gidiyordu. Bunun iş olduğunu biliyor ve yapışmıyordu da sonra yakana. Ona biçilen rol buydu. Susmak. Sanki biri onu tehdit etmiş gibi.
“İzleniyorsun, ona göre”.
Kadın biliyordu ki onu tek izleyen içindeki tanrıydı. Bütün hesaplarını ona veriyor, bütün emirleri ondan alıyordu. Sanki organ bağışlama kampanyasında kalplerini bağışlamış insan gibiydiler. Onlarınki tuhaf bir alış-verişti bu bağışlama operasyonunda. Kalbi alan bilmiyor, ama onlar kime bağış yaptıklarını hep biliyorlardı.
Yırtılan bir coğrafya
Yorulmuş et
Ve sokak kedileri
Yanıyor buza yatırdığı elleri
Yüksek bir binanın gökyüzüne açılan çatısında olmak istedi bir an. Belki avucundaki yıldızları yerine koymak için, belki de bir kadınla sevişmek için. Her ikisini de deli gibi istiyordu.
“o olmalı” diye geçirdi içinden , “o çok sevdiğim kadın”
Onun kendisini sevmediğini biliyordu ama şu an o olmalıydı. Muhtemelen kendisinden haberi bile yoktu çünkü hiç karşılaşmamış, hiç konuşmamışlardı. Gece gibi siyah ve uzun saçları vardı kadının ve lacivert gözleri, bir de ince, narin parmakları. Onu sarmanın vereceği hazzı düşündükçe kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atıyor, dudaklarındaki kuruluğu gidermenin geçeceği yolları düşünmek damarlarına basınç etkisi yapıyordu. Göğüs aralığından aşağıya inerken onun kalbinin yerinden fırlayacakmış gibi atmasına, çıkardığı seslere tanıklık etmek istiyordu. Tam da böyle olmalı diye geçirdi içinden. Her şeyi düşünmüştü bile bir çırpıda. Uzun saçlarından yakalayacak, kendine bastırarak sürükleyecek ve duvara dayayacaktı. Kadın yıldızları seyrederken kendi tehlikeli bir bakışın karanlığına düşecekti.
“İnsanlar ne kadar da küçük”.
Gözünün alabildiği her yer boşluğa açılıyor sanki. “Sevişmekte böyle” dedi kendine, “sevişmekte böyle”…
Taraflar hep zirveye oynarlar. Ve nirvana.
Doyumsuzluğun doyduğunu sandığı nokta.
Yine karanlık odasına dönmüştü işte. İzinsiz bir gösteriye imza atmış, alkışlayanı olmayan bir oyun sergilemişti. Portatif bir hayat, platonik sevişmeler. Alıcısı olmayan vericiler gibi, narsist olma durumu. Zavallılık aslında, bir tür zayıflık, acizlik. Hiçbir şeyin şık olmadığı ama detaylandırılmış kabalıklar, kalabalıklar.
Düşüncelerine düşen renksiz düşleri bir kenara iterek, inandığı şeylere baktı. Sonsuzluğa düşen bir karanlık gördü. Her şey sistematik şekilde kendine çekiyordu onu. Gittikçe büyüyen bir yalnızlık kendini şekillendiriyordu .
“En büyük yalnızlık iki kişinin beraberliğinden doğandır”
diye düşündü. Yavaş yavaş renkler düşüyordu zamanın içine leke bırakarak. Kendi yalnızlığındaki kalabalığı seviyordu. İstediği zaman terk etme şansı vardı çünkü. Hangi düğmeye bassa kendine açılan kapılar vardı. Bu bir oyun gibiydi. Hiç bitmeyen bir oyun.
Suçüstü yakalanan tavırlar,
başı okşanan yalanlar duruyordu kapı arkalarında her zaman.
Kapının arkasında ne çok birikmiş plastikten kahraman.
Çıldırmış olmalı bu havada denize çıplak giren şu adam.
Alışkın bu kent,
Her zaman kafası güzel, her zaman biraz deli.
Şüpheye düşürüyor bu halleri .
Sevgi Dündar/2011
YORUMLAR
“Suçüstü yakalanan tavırlar,
başı okşanan yalanlar duruyordu kapı arkalarında her zaman.
Kapının arkasında ne çok birikmiş plastikten kahraman.
Çıldırmış olmalı bu havada denize çıplak giren şu adam.
Alışkın bu kent,
Her zaman kafası güzel, her zaman biraz deli.
Şüpheye düşürüyor bu halleri .”
Alışmak var ya.
İnsanın ve insanlığın en büyük handikabı.
Anlamaya araştırmaya en büyük engel, insanın alıştığını anlamış olduğunu zan etme yanılgısı.
Her şeye alıştık amma maalesef gerçek manda anladığımız hiç bir şey olmadığını sanıyorum.
Yazı güzeldi tebrikler.