Bir Öğrencinin Günlüğü I
31 Ekim Pazartesi
Merhaba günlük. Bugün de uyandığımda her zamanki gibi karanlık çökmüştü. (Not: Sadece on yedi saat uyuduğuma göre günler oldukça kısalmış olmalı.) Ev oldukça soğuk sayılırdı ama hiç üşümedim, bu yüzden kendimle gurur duyuyorum. Kahvaltı hazırladım ama vakit akşam yemeği vakti olduğundan hiçbir şey yemedim. Çay demledim sonra ama onu da içmedim. Bilal hıyarıyla tavla oynadık bi’ ara: İki mars-bi’ düz yenilince çok üzüldüm ve Bilal’e küstüm. Ona küsmeme çok sevindi Bilal, onu daha önce hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Uykum geldi sonra, ama uyumayıp ders çalışmaya çalıştım. Otuz beşinci sayfasından başlayarak altmış sekizinci sayfasına kadar ‘İnsan Kaynakları’ kitabını okudum, ama hiçbir şey anlamadım. Hiçbir şey anlamadığımı anladığımda ise uyuyan Bilal’i uyandırıp birkaç espri yaptım ama her zamanki gibi hiçbirine gülmedi hıyar, oysa esprilerime gülünmesi için sanal ortamda açtığı kampanyanın bitmesine henüz çok var. Musa okuldan dönünce yemek yapıp yemedik. Açlıktan öleceğiz diye ödüm kopuyor, ama hiç aç değilim. Hayatımızda doldurulması büyük bir boşluk var sanki. Bilal’e göre bu boşluk tinin varoluşsal açmazlarının, dinin dışavurumcu çıkmazlarıyla çatışmasından kaynaklanan nevrotik kökenli bir ikilem, ama bana göre sorun sevgilisizlikle ilgili. Yani keşke Musa kadar yakışıklı olabilseydim. O zaman üç, hayır, üç de yetmez beş, hayır, beş de yetmez tam yedi tane sevgilim olurdu, ama ben tek sayıları sevmediğim için altıyı tercih ederdim. Her neyse, zaten aşk dediğin şey günlük, bir sürahi sudur, iç iç kudur! Hahhaha! Güzel espri, bunu da kampanya sayfasına eklemeliyim. Hadi görüşmek üzere cancağızım…
3 Kasım Perşembe
Bugün uyandığımda nerede olduğumun ayırdına varamadım bir müddet günlük. ‘Hiçbir yer’ de olabilirdi bulunduğum yer, ‘her yer’ de. Tuhaf bir kadın görmüştüm beni uykumdan eden. Güzel sayılmazdı, hayır, ama çirkin de değildi. Karanlık bir çekiciliği, farklı bir ‘al beni götür buralardan’ı vardı. Zihnim onunla dolmuştu sanki. Kendime gelir gibi oldum bir süre sonra, fakat ‘kendime gelir gibi’ olduğumdan tam olarak kendime geldiğim söylenemezdi. Bu yüzden odamda değil de mutfakta uyumuş olduğumu ancak aradan yirmi beş-otuz dakika geçtikten sonra akşam yemeği pişiren Bilal sığırını görünce anladım. Aklım oldukça karışmış, henüz tam olarak kendimi çözememişken bir de işin içine rüyalardan çıkma tuhaf bir kadından hareketle ‘aşk’ girmişti. Gene de kendimi, kendi kendime sormaktan alıkoyamadım: ‘Neydi aşk?’ Hiçbir cevap alamayınca soruyu soğan doğradığı için oldukça üzgün gözüken Bilal’e yönelttim sesime tehditkâr ve buğulu bir hava katarak: “Söyle ahbap, nedir aşk?“, “İkinin oluşabilmesi için iki ayrı bire ihtiyaç vardır.” dedi Bilal gözlerindeki yaşları silerken: “Tıpkı birin oluşabilmesi için iki ayrı yarıma ihtiyaç duyulması gibi. Yani cevabını bildiğimiz halde dile getiremediğimiz bir soru ya da öfkenin iç dinamikleri gibi kıvılcımlı ve anlamsız olandır aşk. Ve bir tanjantın kotanjanta evrimleşebilme ihtimali kadar uzaktır. İşte bu yüzdendir içimizin her kalabalıkta, her kalabalıkla birlikte biraz daha büyüyen o boşlukla durmadan dolmasına rağmen hiç taşmaması. Oysa geçmişin bizden neler götürdüğünü bilememek gibidir geleceğin bize neler getireceğini bilememek –ki her şey özümüzde bulu...” Bu eşsiz nutuk hiç aralıksız daha ne kadar sürdü bilmiyorum, ama a) sessizce mutfaktan çıkıp, b) üzerimi değiştirip, c) evden ayrılıp, d) göl kenarında kâh martılara bayat simit fırlatıp kâh gölün durgun sularında taş sektirip, e) birkaç saat sonra eve döndüğümde Bilal halen konuşuyordu. Sözlerini “…sence de öyle değil mi?” diye bitirirken sofra da nihayet el birliğiyle kurulmuştu. “Evet,” dedim çorbamdan ilk yudumu alırken: “aşkı anlamaya çalışmak boşuna, haklısın…”
YORUMLAR
bu çatı arasındaki söyleşiden çıkıp göl kenarına gitmeli dostum
-doğa sesine
öğrenciliğimi hatırlatın bana ne geyikler çeviriyorduk ne güzeldiler ama
Utopia
lacivertiğnedenlik
sessizlikte sedir ağaçlarına doğru
kaçmalı bir dere sesine ,kaçmalı