- 472 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
h
Pencereyi açtım. Buda elleriyle göğe yükseltiyordu tüm minareleri. Bir ses duydum; yatsı ezanı okunuyordu. Müezzinin bu sesine, Yaratıcının isimleriyle beraber hayran oldum. Satori ( aydınlanma) çağımı yaşamak için nefes almalıydım.
Vakit geçiyordu. Daha fazla düşünmeliydim. Kendimi aşmam gerekiyordu.
Bir Çin atasözü der ki: ’Bir resim, bin kelimeden daha değerli, daha geçerlidir’. Bin değil, binlerce kelime tüketiyorum. Zihnim ilham cenazeleri ile dolu. Gözlerimin kaydettiği fotoğraflar hep özel ve güzel. Ama onları betimlemek beyhude bir uğraş. Yolun sonunu bildiğim için, belki biraz rahat hissediyorum kendimi. Daha fazlasını beklememek, daha büyük düşünmemek gibi kıstaslarım var. Bu yüzden yeteri kadar mutluyum.
İki bin beş yüz yıllık bir tarihle avunuyorum. Aklavuran (reason) ve de insanlığı daima cezbeden bir görüntü var. Mavi, mavi olduğu kadar yeşil olabileceğini dahi dile getirirken, doğa bir başka balığı ruhumda tutup, çekip alıyor. Nietzsche’yi seviyorum. ’Tanrıcıların tanrıları ölmüştür’ derken, isimsiz uygunluklar düalist bir ikilime düşmeden, parmaklarıma sarılıyor. O da inanmıyor tahrifliğine inançların. İrkilen yanı, daha güzel bir şeyi arattırıyor. Bir mizansen (misenscene) sonlanmak üzere. Alkışlamak üzere kimsenin ellerini hazırladığı filanda yok! Çünkü herkes yaşıyor. İnsan ’unutkan’ bir varlık. Sorumluluğu haricinde her şeyi unutmaya yatkın. Sorumlulukları da onu kuşatan, ona imkânlar sunan bir kavram. Kimi zaman kendi sorumluluklarını ve de isteklerini tanrılaştırmakta usta bir oyuncu. Mizansenin sonu, perde kapanana kadar görünmek ise çevreye; insan görünüyor. Yüreğine elini götüren herkes, aslında gerçeğe hançer batırmakla görevli. Kimse karşı koyamıyor bu metafizik güce. Titreyişler, kaçışlar, küfürler sadece şeytanın gülüşü. Kant, aklavurmanın sınırlarını keskinleştirmeye çalışırken, gerçekçi, olgucu ve bir nevi deneyci olan (pozitivist) insanların bilimden başka inandıkları tek şey, içlerinde büyüyen vurdumduymazlık. Şeytan gülüşü en geçerli bahane.
İnsan; ruh ve beden. Ruh sezgilerin beşiği, vicdan yurdu. Beden yaşlanan ve de çürümeye programlanmış et. İnsan için en gerekli yol; ruh ve bedenin birleşmesi. Birleşmek, tümdengelim bir hafıza kaydı . İnsan iç yapısını, varlığının derinliklerini öğrenme peşine gittikçe, daha özgür. Bağımlılık, bir insanın bir başka insanı yönetme becerisi. Egemen olmak sahte bir büyüklük. En büyük özgürlük, nefsinin isteklerini denetleyebilmiş ruhlar. Nefsin her isteğini gerçekleştirmek demek, varlığın kendi kendisine kayıp etmesini açıklayan bir kanıt. Gerçek, hiç bitmeyecek bir yol ve sadelik gerçeğe giden yolu rahatlatan mekanizma. Bu mekanizmada nedenlerin dışavurumu haricinde, insanın tam olarak kendisini anlayamaması en büyük sorun. Sebepler tüketilecek kavramlar, bunu bilen bir insana en çok acı veren şey, boyunduruluk altında bulunmak. İnsanın gerçekten sapması, kâinata karşı bir düzene inanması; ruhunun boşluğunda şeytanın sakız çiğnemeleri. Şeytana inanmayan bir kimse, Yaratana inanmama yoluna girildiğini unutmuş biçare. Ama hiçbir şey umutsuzluk değil. İnsan, kendini tanıyabildikçe, daha özgür ve daha bilgin. Peki insan neden kendini birdenbire huzursuz hisseder ki?
Düşünüyorum. Kır atlarına gümüşler kuşatan prenslerin, çöp tenekesi yanında yaşayan birinden tek farkı; algı! Algısal olarak, alışkanlığın baltalamalarına maruz kalmış insanın saplandığı bataklıktan kurtarılması çok zor. Bataklığın üzerinde uçuşan sinekler, insanı rahatsız eden sorular ve asıl olan huzursuzluğun nedeni. Saplantılı, hareketsiz kalışı sorgulanmayan bir hayat huzursuzluğun temel nedeni. Konfiçyus ’On beş yaşında zihnimiz araştırmaya, incelmeye yönelir, otuz yaşında nerede duracağını bilir’ derken, zamanına göre bir değerlendirme yapmış olmalı. Bir insan, münevver ve de yol gösterici olmasa dahi, yaşadığı zamanın çocuğudur. Bu yüzden tahlillerin geçmiş veyahut gelecek ile olan bağlantıları tam olarak izah edilmeden yapılırsa, insan hata yapmış olacaktır. Günümüzün yaşamcası, ’kendini kurtarmak ve hissizleşmek’ olmaya başlamışken, insanın esas hayatını yaşamasına engel olan en büyük suçluda kendisi. Boyun eğdiği zevkler, bir insanı körelten ve onun gelişimini engelleyen diğer suçlular. Madem suçlular belli iken, Konfiçyus’un sözünün ne ehemmiyeti kalıyor? Aslında ehemmiyeti bitmiyor, Konfiçyus haklı! Ama neye göre haklı, neye göre haksız olduğunu irdelemek, günümüz sosyologlarının üzerine düşen bir görev, yapmaları gereken bir ödev. İnsan on beş yaşında neye göre analiz, tahlil ve de gözlem yapıyorsa, sonuçta kendi çevresinde var olan nicelikler üzerinde bir geleceğe yol açar, yürümeye başlar. Ama standartlaştırılmaya çalışılan insanlık için bu büyük bir tehlike! Çünkü gözlemlerini yapabileceği yerler sınırlandırılmış insan, doğanın kendisine anımsattıklarını artık hatırlamayacak kadar küstah olmuş bir canlı olarak yaşamasına devam ediyor. Bunun varoluş felsefesine mazeret bildiren yanı, hayatın değişen ve de evrimleşen yanının olması. Hayatı değiştiren insan, çevreye şekil veren insan, nasıl olurda kendi eliyle yaptıklarını daha yaşarken inkâr edebiliyor?
Pencereyi kapattım. Üşümüştüm ve birkaç saattir aynı göğe baktığımı anlamıştım sonunda. Sonsuzluğun hiçbir manası yoktu, kendi faniliğimi anlamadıktan sonra. ’Egoist ve de kendini tatmin etmek üzere, vazifeli olmadığı işte dahi sözü olabilen insan, gerçeğin dışına çıkmakta ve de huzursuzluğun peşinde koşmaktadır’ sözüne tabi olmam gerekliliği ciğerlerimdeki nefes sirkülâsyonunu engelliyordu. Bunların hepsini deneyerek öğrendiğim için, kendimi o kadar da kötü hissetmiyordum. Belki Konfiçyus için kobay olacak kadar kendimi eğitemedim, ama usta bir sumiye sanatçısı gibi, siyah-beyaz bir çılgınlığın içinde, uçurumların harfsiz şarkılarını dinleyebilmiştim.
Az bir zaman sonra kar yağacaktı ve ben pencerede kendi kanımın rengini görebilecektim. Her harakiri denemesi için, bir mevsim tüketiyordu kalemim.
YORUMLAR
HakkınSesi
Vaktiniz değerli, sağlığınız bol olsun her daim...
Hürmetle...