Bir Tuhaf Hikâye: Sen, Virginia ya da İstanbul
Yıllarca hayatın anlamını aradım Virginia. (Sana Virginia diyebilirim değil mi? En sevdiğim yazarlardan birinin ismidir bu. Peki, teşekkür ederim.) Niçin yaşadığımızı sorup durdum hep. Niçin var olduğumuzu… Ya da gerçekten hayatın bir anlamı olup olmadığını… Aradığım şey sadece hayatın anlamı değildi tabii: Kendimi aradım bazen. Kimdim ben? Niçin bir kuş, bir böcek, bir ökse otu, bir kalem, bir kül tabağı ya da bir iğde ağacı değil de bir ‘insan’dım? Hadi bir insandım diyelim, niçin bir başkası değil de ‘kendim’dim? Kendim olmak zorunda mıydım ya da? Ya da olacak iş değil ya, gene de hadi olacağını farz edelim: Acaba bir başkası olabilir miydim? Tabii eğer kendim olmaktan vazgeçersem... Bunlarla da sınırlı değildi ‘arayış’. Hani bazen hiç yaşamamış olduğumuz halde şaşırtıcı bir biçimde yaşamışız hissine kapıldığımız tuhaf anlar vardır ya; işte bazen öyle bir anı, sihirli bir zaman parçacığını aradığım oldu; bazense (hepimizin başına gelir bu) ona asla ulaşamayacağımı tuhaf bir önseziyle bildiğim halde mutluluğu… Evet, doğru, kimi zaman aradığımı bulduğum yanılsamasına kapıldığım da oldu. Bir keresinde örneğin, bir taziye evinde yıllardır birbirlerini görmeyen akrabalar bir araya geldiğimizde içim öyle büyük bi’ sevgiyle dolmuştu ki hayatın bir anlamı varsa eğer, bunun kesinlikle ‘sevgi’ olması gerektiğinde karar kılmıştım. Sonrası mı? Sonrasında yas bitmiş, herkes bir anda bilmediğim bir yerlere dağılıp gitmiş ve pufff…hayatın anlamı olduğunu düşündüğüm o yoğun ve büyük sevgi iğne batırılmış bir balon gibi patlayıp yitmişti. Evet, öyle: Ölümün bize sunduğu o büyülü (ya da sahte) sevgiyi Virginia -maalesef demem gerekiyor mu bilmiyorum ama- hayat bizden esirgemişti… Tabii bazen en sonunda mutluluğu bulduğumu sandığım da oldu. Henüz yaşamın kirine pasına bulaşmamış güleç bir çocuğun saçlarını okşarken mesela. Eşsiz bir romanı veya bir şiiri okurken ya da. Ya da nasihatler dinlerken (sıkı giyin, iyi ört üstünü, soğuktur şimdi havalar, sakın üşütme. Aç mısın, yemek yedin mi? Dikkat et kendine…) çok uzaktaki annemden. Ama söz konusu şeyler o kadar anlık şeylerdir ki hissettiğin duygu; sözgelimi sevinç, hayret ya da özlem değil de gerçekten mutluluksa bile inanamazsın bunun mutluluk olduğuna. Mutluluğun kalıcı olduğu öğretilmiştir çünkü sana; inanmışsındır mutluluğun hüküm sürdüğü o düşsel kentte ne hüzün, ne acı, ne hayal kırıklığı ne de mutluluk dışında herhangi bir duygunun var olamayacağı ve var olamayacağı için doğal olarak mutluluğun da bir ömür boyu süreceği yanılsamasına. Fakat kendimizi biraz tanıyor olsaydık (öyle ya, hikâyemiz, kendimizi ve dahası -ve kötüsü- birbirimizi tanımıyor oluşumuz üzerine kurulu; durumu çoğullaştırdığım için lütfen kusura bakma) sanırım şunu da biliyor olurduk: İnsanın yaşayabilmek için mutsuzluğa da en az mutluluk kadar ihtiyacı vardır. Belki de yanılıyorumdur, belki de fazlasıyla saçma ve kötümser bir iddiadır bu, bilmiyorum… Ve hikâyemize geri dönecek olursak Virginia, tüm bu karmaşanın ve arayışın merkezinde, yaşamımın son yıllarının büyük bir bölümünü ona harcadığım ve farklı ve anlamlı olduğuna kendimi çocukça inandırdığım bir başka arayışın yer aldığını söyleyebilirim. Öyle bir arayıştı ki bu, aradığım şeyi bulursam tüm sır aralanacak, yaşama ve dünyaya dair tüm gerçek gün ışığına çıkacak ve ben artık acı çekmeden kendim olabilecektim sanki. Be nedenle yıllarca bi’ hayal besleyip büyüttüm içimde. Günün birinde -bi’ aydınlanma vaktinde- ona bakıp içimde bir şeylerin sarsılıp yer değiştirdiğini hissederken ‘Tamam işte, bu O!’ diyebileceğim bir ‘gerçek’le yer değiştirecek eşsiz bir hayal… Uzunca bir müddet, -tıpkı mutlulukta olduğu gibi- belki de hiçbir zaman onu bulamayacağımı bildiğim halde günün birinde -o aydınlanma vakti gelince- o eşsiz hayalin yerine koyabileceğim gerçeği arayıp durdum umarsızca. Ve şunu fark ettim Virginia: Aradıkça, aradığım gerçek sadece o eşsiz hayali arayışın değil, aynı zamanda hayatın anlamını, mutluluğu ve kendi benliğimi arayışın da yerini tutmaya başlıyordu. Yani başlangıçta sadece adam vardı. Sonra adam sırasıyla hayatın anlamını, kendi benliğini ve mutluluğu aramaya başladı, fakat bulamadı. Bulamayınca -ve arayışsız da olmayınca- bir hayal yaratıp o hayalin yerine koyabileceği bir gerçek aramaya koyuldu. Bir müddet sonra gerçek arayışı aynı zamanda anlam, benlik ve mutluluk arayışını da dönüştü. Ve sonra -tam da kesmek üzereyken arayıştan umudunu adam- sen giriverdin hikâyeye Virginia. Çünkü adamın en sonunda bulduğunu düşündüğü ‘gerçek’ sendin. Sen farkında bile değildin bunun, ama öyleydin. Uzun uzun seni seyrederdi adam: Bir düş gibi hafif ve kırılgandın. Gözlerinde benzersiz bir parıltı olurdu hep. Heyecanlanırdın bazen, kulakların ve yanakların kızarırdı. Hocanın tahtaya yazdıklarını defterine geçirirken çok güzel ve eşsizdin; saçlarının siyahında yiteceğini düşünürdü adam. Sağ kaşın havaya kalkmışsa ya hiç de komik olmayan bir şeylere nezaketen gülmek zorunda kalmış olurdun ya da gerçekten ilginç olan bir şeylere şaşırmış. Bazen hafif bir açıyla eğilip sıranın altındaki rafta duran çantanı karıştırır, bazen yanındaki A.’ya ya da B.’ye hararetle bir şeyler anlatır, bazen parmak uçlarını saçlarında gezdirir, bazen ağzını elinin dışıyla kapayıp esner ve bazen de adama bakıp gülümserdin. İşte o zaman dünyalar onun olur, seni ne çok sevdiğini söylemek isterdi adam; ama ‘bir bank üzerinde tunçtan bir heykele‘ dönüşür, susardı; belki acele etmek istemediği için, belki hayatı söyleyebildiklerinin değil, söyleyemediklerinin bir özeti olduğu için, belki de söylemesine gerek kalmadan sen onu anla diye umut ettiği için, bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey şu: Susma sırası sana geldiğinde intikamın kötü oldu Virginia. Oysa tek istediği küçücük bir umuttu adamın; başka hiçbir şey istemeden ve hiçbir şey beklemeden seni istediğin kadar bekleyebilirdi. Ya da ona kısaca onu sevmenin mümkün olmadığını söyleyebilirdin, inan bu susmandan çok daha iyi ve çok daha güzel olurdu ve kırılmazdı adam, buna eminim... Ve şimdi artık acemice arkadaş olmaya çalışan iki şaşkın olduğumuza göre sana gerçek isminle hitap edebilirim, ama ben gene de farklı bir ismi, mesela İstanbul’u kullanmak istiyorum; çünkü hep İstanbul isimli bi’ arkadaşım (ya da kızım) olsun istemişimdir. Sana karşı soğuk davrandığım gibi bi’ düşünceye kapılma sakın. Çünkü kısaca ifade etmek gerekirse ben insanlara göre ‘tuhaf’ bi’ adamım. Yani insanlarla (hepsiyle değil tabii, ama büyük çoğunluyla), onlar benimle iletişime geçmedikçe iletişim kurmak istemiyorum, çünkü insanlarla iletişime geçtiğimde rol yapmak zorunda kalıyorum ve rol yapmaktan artık usandım. Ve rol yapmak zorundayım; çünkü insanlara kendim gibi davrandığımda beni istemiyor ve garipsiyorlar. Ve gene de onlar benimle iletişime geçmek istediklerinde onlarla iletişim kuruyorum (ki bu rol yaptığım anlamına gelir); çünkü insanlara her ne kadar öfkelenip kızsam da tüm kabalıklarına rağmen onları çok seviyorum ve bilirsin, kimse tek başına yapamaz. (Bu arada bu iletişim probleminin beni soğuk, ukala ve kibirli biri gibi gösterdiğinin farkındayım.) Ve sana gelince İstanbul, seninle iletişime geçemememin rol yapmak istemeyişimle kesinlikle bir ilgisi yok, çünkü sana karşı hep kendim olmaya çalıştım -ki beni (bir eş ya da sevgili olarak, adına her ne dersen de) istemeyişin de bence bunun bi’ kanıtı. Yani çok istesem de seninle iletişime geçemiyorum, çünkü içimdeki büyük bir boşluğu -maalesef, senden izinsiz- seninle doldurdum ve orayı tekrar boşaltmadan İstanbul, ey şehirler şehri, sana bir arkadaş gözüyle bakamamaktan, daha da beteri sana karşı da rol yapmaktan korkuyorum. Fakat söz, ‘içimdeki sen’i bir arkadaşa tam anlamıyla dönüştürebilirsem eğer (ki bu olur mu bilmiyorum, ama olacağını umuyor ve çabalıyorum) bu yaşananların hiçbirini hatırlamayız ya da hoş birer anı olarak hatırlarız ve seninle arkadaşlığımızı, sana karşı rol yapmayarak öteki arkadaşlıklarımdan farklı ve özel kılmaya çalışırım. Çünkü seni herkes gibi olmadığın için se… Hayır, bunu şimdi söylememeliyim. Ve varsayalım ki ‘içimdeki sen’i bir arkadaşa dönüştüremedim: İşte o zaman arkadaşınmışım rolü yaparım ve sen de beni, sana karşı rol yapmak zorunda kaldığım için affedersin, olur mu?
Şimdi buraya kadar yazılanları okuduysan eğer, tüm bu saçmalıkları yırtıp atabilir ya da yakabilirsin, karar senin. Fakat zamanında çok farklı bir biçimde söylemek istediğim halde dile getiremediğim son bir şey var; beni kim olarak görmek istiyorsan, bu tümceyi de o görmek istediğin kişi olarak yazdığımı ya da söylediğimi düşün lütfen:
ineS, küçük hanım, muroyives.
Ve şimdi bütün ökse otları insana, bütün insanlarsa iğde ağacına dönüşür…
…mü sence?...
YORUMLAR
içimizdekileri dökeriz konuştuklarımıza,o konuşmalardan bazen hayatı yakalarız,bazen bir düş,bazen sahte gözyaşlarına şahit oluruz iki kelam diyaloglarıyla ağlama numarasında çekip giderler.
içimizdekileri dökeriz mayısta dalda üşümüş kiraza ,üşürüz onunla sonra döner dibe vururuz
.