- 992 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
g
Kıllı bacaklarını açmasaydı bugün gök, yakmayacaktım hiçbir yenilgiye uğramış tarafımı. Usulca kıvranan yılan, yedi göğü birbirine bağlıyor. Biz mavi diyoruz, mavi aslında bir kuşun kıçındaki renk! Bunu bilse ne, bilmese ne insan! Rüzgârda, tüyüyle oluşan bir kavrammış; çok da tın diyor karınca bahtiyar ağbi. Hayat devam ediyor, sorular bizi yiyip bitiren boşluk.
-Bugün yemek yemesek, kim ölür ki!
Zen’e de uğradım. Anlamsız gelen harfleriyle, Japonların misafirperverlikleri çok hoştu. Kendimi Osmalı elçisi gibi hissettim. Fakat bu his, uzun süreli değildi. Soru soruyordum, sorular..
-Gerçek şu kapının arkasında mı? Gerçek yüz mü? Bana biri çimdik atabilir mi? Görmek, gerçek midir?
Usta sakin. Usta elleriyle saçlarımı okşar gibi, bir filizin sinir uçlarına meleksi bir öpücük kondurur gibi:
-Yağmurun sesini duyuyor musun?
-Evet duyuyorum.
-Demek ki, onu işitmenin de bir yolu varmış.
Aklımın tıkandığı noktada burası; hayat, gizi çözülmeye uğraşılacak bir şey değil! Hayatı, sadece yaşanması gereken bir şey olarak ele alırsak, o zaman sorunda kendiliğinden ortadan kalkıyor. Aslında mutluluğa ulaşmak gibi... Nirvana zırvalamalarını ülke ülke yayan keyifperestlerin, hangi iliğine gerçeklik vardı ki? Meselalar uzayan bir nehir. Nehrin karşısında böcekler; uzun bir yolculuk var aya. Ötelemek lazım iken hayatı; başlıyor son.
Kadın, toprak demek! Toprak yaşam. Yaşam umut. Umut sonsuzluk. Sonsuzluk güven. Tüm bunlar içinde yasemin kokusuna bürünen bir kumaş parçası sadece ten. Eğer bir kadın ellerini açarsa, bil ki yağmur yaması yakındır kurumuş çehrelere.
Ötelenen bir yumak görünüyor. Kadın, her şeyin ikincil sayımı. Her kadın bir durak dünyada ve kendi kendine her kadın bir durak içinde. Kadınların hayatı, ‘gönül’ demek. Güç bir varsayım. Kanıtlanmamış bir şeye bağlanmak, acizlerin işi. Ama bu varsayıma bağlanan erkek. Kadın duygu yüklü, sanki her çalgı bir kadının ağzından çıkan söz.
Enstrumental, deliğin iki tarafı. İnsan olmanın sıfırlanışına hükmeden bir çalgı tabiat. Gözler sinemada biletli seyirci ve rejisör susuyor. Alımlı elleri var hayatın. Toprak suluyor göğü. Göğün toprağı suladığını zannedende çok! Ve tırnakları kırılan bir kadın gibi her bahar; kimi zaman sonu gelmeyeceği düşünülen bir kahkaha -yaz gibi-, kimi zaman da hüzünlü bir natürmort-kışa benzer-. İklim, insan biyolojisinin Yunancası küçük harflerle: ’eu thanatos ’
Yunanca, Fransızca toprağına gömülmüş bir kültür. İstemiyorum; yok yok, şimdilik tığı elinde, uzun kirpikli genç kızların elimine edilmesine tercih ediyorum kültürü. Yıkık bir Bizans şehri ve tekfuru soytarılık.
Tekfurun hiçbir bahtiyarlığı yok ki; sadece şeftali yiyor bahçesinde. Roma’nın döngüsü gibi. Ama bunlar benden çok uzakta! İnsan için önemli olan, o an meşgul olduğu şeymiş. Öyle diyor şey üstatları. Bu yüzden takıntı halime fazla aldırış etmemeliyim.
-Bursa bahçelerinde neşeli kızlar/ Ellerinde sepetler, şeftali toplar...
…
Kelimeleri oturtmak ve de güzel bir öykü yazmak....! Siz hayat süren Hazretler; yaşamak da aslında bir yazı değil mi; kaderin ardınca? Yaşananlar levhada raptiyeli bir melek ile tutulmuş iken, nasıl oturabilir ki kelimeler?
Zamanında İtalyan birinden şiir dinlemiştim. Galiba ’suskunun’ diğer bir yanı da bu olmalı! Ya da olmamalı, bilmiyorum. İnce bir ses ile, bütün alet edevatlar tam olarak, kamera karşısında genç adam şiirini okuyordu. Sonuç olarak ’fiyasko’ olan dinletisi, bana yaşamak adına bir sanatçının hayali neler olur, neler olmalı diye sorular sordurtmuştu. Gargamelin uzun burnu gibi sorular önüme çıkıp duruyordu.
Kelimeler sanatın hangi haline yönlendirebilir şimdi beni? Albert Camus aklıma geldi. Bir kitap okuyunca, geride aklımda kalan en fazla birkaç önemli yer vardır; burası da öyle bir yerdi. Şimdi oraya doğru giderken, aklıma akşam yemeğim geldi. Yemek ile yazmak aslında birbirine çok benzeyen iki eylem. Uzun iş tarifi, kısaltıyor şimdi gözlerimi kısan akbabalar.
’Patlıcan Oturması’ yemeği, güzel yapan da oldu mu; afiyetle yenebilecek bir yemektir. Patlıcanların kızartılması, sonra başka bir tavada soğanla, biberle domatesi karıştırıp, onları da pişirmek kolay gelir ilk başta insana. Sonra tepsiye patlıcanları dizip...
Herkesin kendine göre bir yemek zevki var. İlla ki beceri lazım, ama coşkusuzda hiçbir şey tamamlanmıyor. Eğer elektrik doluşmasa atmosferde, hangi rüzgâr daha sert esebilir ki denizlerden başka?
-Keklik kanı bir bardak çay lazım. Bir gün oldu içmeyeli...
...
’’Her sanatçı benliğinin ta içinde, olduğu ve söylediği şeyi hayatı boyunca besleyen tek bir kaynak saklar. Kaynak kuruyunca, yapıların katılaştığı, çatladığı görülür yavaş yavaş. Görünmez akıntının sulamaz olduğu, nankör sanat topraklarıdır bunlar. Otlar seyrekleşip kuruyunca, saman kökleriyle kaplanan sanatçı, susma ya da -bu da aynı kapıya çıkar- salonlarda boy gösterme çağına gelmiş demektir.’’
Albert’de kendine bir yol çizmiş gençliğinde. ‘Fakirlik’ ve de ‘Işık’ yolu. Aslında bu, tinselliğin diğer bir yüzü! Ama söylemek, her yerde belli etmek nedense zor geliyor.
-Yani bir sanatçı ömrü boyunca üretmiyor/üretemiyorsa; onun için hayat sadece basit tekrarlar içerir. Bir zaman gelir, kendini tekrar edip de, üstün bir başarı ile kitleleri etkileyen bir sanatçı, zamanla başkalarını tekrar etmeye başlar ve kendinden kendini soyutlar. İyi bir şey yaptığına onu inandırmak içinde, etrafında önceden o hali yaşamış insanlar ona yardımcı olur. Ne büyük çelişki ah Or.!
-Bana gereksiz işlerle uğraştığımı söyleyen çok insan oldu. Kitap okumak gereksiz bir iş, eylem veyahut her neyse, öyle bir şey mi?
-İnsanın beyni kendine iyi oyunlar oynar. Bak mesela, kütüphanen varsa; git bir bak! Kitaplar kütüphanelerde öylece beklerler. Günlerce, haftalarca ve hatta yıllarca… Sabırlıdır birçoğu, hemen kendilerini yere atmazlar. Aynı raf içinde kardeşçe geçinebilirler. Birinin ideolojisi farklı, bir diğerinin tariki daha farklıdır. Ama geçinip giderler kardeşçe. Kitaplar birbirlerini hiç kırmaz, kitaplar yakmaz hiçbir kitabı. Kitaplar kibriti çakan olmaz, kitaplar adam öldürecek propagandalar yapmaz. Onlar masumdurlar. Onları kirleten ve de dünyayı bozguna uğratan insandır.
-Yani?
-Yanisi manisi yok bunun. İnsan kendini özlüyor. Hani piyasada herkes uzman olmuşta, kitaplar yazıyor; özellikle kişisel gelişim kitapları –bir insanın bu dünyada kendini tatmin etme yollarından biridir- basıyor. O kitapların ana fikrinde, insanın kendini sevmesi vardır, kendisiyle barışık olması. Peki, bir insan kendinden vazgeçse, kendinden nefret etse de; sonra kendini sevse daha iyi olmaz mı?
-Bir insan kendinden vazgeçebilir mi?
-Geçemez; bu yüzdende kendini sevemez tam anlamıyla. Severken zarar verir. Çünkü insan yakınında olanları göremez, onlarda olan değişiklikleri fark edemez. Bir insanın en yakını kimdir?
-Kendisi mi?
-Tabi ki! İşte bu yüzden insan kendini, kendi eliyle dışlayabilirse, kimse ona karışmadan, kendi fikirlerinin özgün haline kalem batırıp, yolunu çizebilir.
-Sağ ol!
-Hayır, hayır Or. . Benden nefret etmen lazımdı.
…
Sanat kimin içindi ki?
Elitlerin toplaştığı, bir evin birkaç aylık iaşesine bedel olacak şekilde elbiseler, pırlantalar, aksesuarlar ile dolaşan insan fazlalığı ‘elitler’ için mi sanat yapılıyor?
Demokrasi kimin için? Uygar medeniyet, imitasyon ise; varlığın özü hakkaniyet nerede?
Galiba tek temenni, insanın kendini kurtarabilme meselesi! Dünya kötü ve bunun açıkça gösterimi, biletsiz. Free takılan bir çağ kanıyor duvarlardan, mozaiklerin her diliminde ruj lekesi. Çıkartmak dâhilerin işi; fakat dâhiler, çöplüklerde!
Kaderin en bencil, uykucu makinisti olan insanın eğilimleri cesurca olmayınca, yetenekler köreliyor. Sanat da böylece aristokrat yemini… Lehçesi kırık, imanı son model yat gezisi.
Dizi dizi küpeler… Mühürlenip gezmeler…
…
Canım sıkkın gerçekten. Düşüncesine tabi olmadığım için, biri benden küstü. Oysa ben kendi fikirlerime uyması için hiçbir telkinde bile bulunmamıştım. Acaba bir yerde vicdanı doğruları bildiği için mi bu dargınlığı bana yansıttı? Yazık…
...
Kuşlar bugün yeni doğmuş bir bebeğe hediye edilmiş yün yorgan içinde mutlular. Sokak kömür kokuyor, gök gri. Mavilikler, yeşillikler sadece zihnin akrobasisi.
Aynı nakaratı tekrar etmek için, bir daha sızlanmak ve de kopyalanmak için yeni bir gün başlıyor. Usulca kıvrılan yılanın zehri, artık güneşe emanet.
Kiminin midesi boş olduğundan ağzı kokuyor; kiminin de gözlerinde çapaklar yuvalanmış. Ama benim aklımda karmakarışık bir âlem var.
Gargara yapmam lazım artık…
g Yazısına Yorum Yap
"g" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
25 Kasım 2011 Cuma 12:22:45
Senin yazılarını anlamak için bir kere okumak yetmiyor dostum. Bir de destan halinde.
Ama inat ediyorum sökeceğim ben bu şifreleri diye helak oluyorum sonunda. Hem demiştim
dün Mr"F"de...
Aman uyandırmayın vay haline "G"nin diye.. Al işte.. Ama dur şunu da söylemeden gitmeyim bari.
"Kadın, toprak demek! Toprak yaşam. Yaşam umut. Umut sonsuzluk. Sonsuzluk güven. Tüm bunlar içinde yasemin kokusuna bürünen bir kumaş parçası sadece ten. Eğer bir kadın ellerini açarsa, bil ki yağmur yaması yakındır kurumuş çehrelere. "
İşte bu kısmı çok sevdim... Güzel öykülerdi, hemcinslerim adına da sevindim :)