- 547 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
f
-Yetişmeyen günlere.
Dağlar yürüyor. Her şey yerli yerinde. Vali odasında, hizmetçi kirli pasaklı bir fırça ile arkadaş, öğrenciler serviste, kadın yemek yapıyor, erkek eve geliyor, güneş kolpa yapmak için sırtını şehre dönüyor, ay yakın mandalla göğe asılmaya. Ama bir hata var, bir yanlışlık. Gelemediğim soylu bir atın sırtında, yeni bir öyküye başlıyorum. Gençliğin ateşi zifiri karanlığa emanet. Gerçek değil hiçbir şey. Dayanmak güç.
Gülmekten kırıcı, öyle böyle değil; kendime dahi zevk verecek şeyleri yazmak ne de güzel olurdu! Hani bir yandan güldüren, bir yandan da zihnime ilham ereksiyonlarını tekrarlatacak şeyler. Çok mu zordu ölü bir hayalin üstüne tuz ruhu döküp, yeni bir güne Meksika güneşi ile bakabilmek? Belki de zor olan yaşamaktan öte, yaşamayı aynen tekrar etmek. Bilmiyorum.
Flu, her şey ’flu’! Ne kadar da güzel anlamsızlık ve de çamdan sakızın akması. Bir patikanın ucunda mızıkalı japon kale meraklıları, kendi kaleme gol attığım için gülüşüyorlar. Oysa özgürlüğün daha ne manaya geldiğini bilemeyecek kadar tutsak insanlar! Kasetin diğer yanı bana ait, yıllarımı seviyorum. Ne de olsa olsa her şey bitecek!
-Kahve içer misin?
-Çay tercihimdir. Ama yine de sen bilirsin.
Suyun düşüneceği yok. İki türlüde en yüce şey su. Susuz hayat ’yok’ demek. Yokluk olmamak, ’olmamak’ ölüm, ölüm tükenme, ’tükenme’ ise susmak demek uzunca bir zaman. Susuz kalan kaç dudak bir cümleyi adam akıllı söyleyebilir ki? Hiç! Hiçlikte olması gereken şeyse, varlığın hiçbir yanında gerçek, su kadar değil.
-Altı üstü kahve mi çay mı alacaksın diyecektim...
Şu an yetişemeyen bir geminin hayalet kuşuyum. Geminin kanatlarında ağlar, deniz daha beyaz. Su istiyorum. Yağmur fora...!
Arının kahrını çekmeyen, balın kıymetini nasıl bilebilir ki! Öykü yazamayan anlamsız bir şeyi ifade eden ’benim’, çektiği kahrı kim fark edebilir ki? Soruların şeytana tapan bir yanı mı var yoksa? Hayır, hayır... Daha iyi anlıyorum şimdi. Evet, evet buldum!
İlk soru vardı.. Soru sordu Rab kendi kendine ve de cevabını yine kendi bilmek istedi. Sonra biz oynadık. Akıllı olmak için, en çok da ölmek için!
Sonra sorular...sorular ortaya çıktı insanda. Neden, nasıl... ve gerçek kavga başladı ruh denen ’flu’ renginde. Ruh hep beyaz mı, siyah mı; ruhun rengi var mı ki?
İnsan şaşkın yaratık! Yine boşluğa, yine boşluğa düştü; kıvrandı ve hatta zelil oldu. Düşünmek onun için en güzel nimetti; onu unuttu. Günahı ne olursa olsun; ister secdelerde gözyaşı bırakan zahid biri, isterse de bardağının son damlasını diliyle emerken, ’Tanrı yok!’ diyen bağıran biri... Herkes ’düşünme’ denilen nimeti istemedi. Yaratanın verdiği en güzel nimeti, yok saydı herkes. Ve sonra sorular dünyaya yığınla çarpmaya başladı. Soruların paradoksların eğri çizgilerine müptelalığındaki iktizalık, şeytanın eline şans verdi. Oysa şeytanda yaratılmışlardandı ve çok zekiydi.
Düşünmek yerine, sorular..sorular diye tutturan insanlık, boş bir sokakta konuşmaya başladı kendi kendine. Savaşlar tatlı gelmeye başladı; birbirini öldürmek için -barış bahanesiyle- bir anda. Sonrası malum; ’Yeni dünya!’
Ama ben?
-Aman, seni kim takar oğlum. Seni gidi kapitalizmin gettosu. Fakir budala!
Fakirim, ama mideme bir şey girmediği için değil. Düşünemedim ki; ’Kimim ben?’; Gerçekten!
Suali anlamayan, cevabıda anlamaz. Kendi soruma kendim cevap verirken, kendim kaçıyorum anlamaktan. Kime ne yaşamaya benim gözümde anlam vermeler... Kim takar...
-Çayı üstüne döküyorsun.
Allahım, bu şarkı ne güzel! Ezgileri, sazı, gitarı, piyanosu...Ne bu senin aşkına!
-Or, üstüne döküyorsun çayı diyorum sana.
Küçüktüm. Bana ne olacaksın diyordu herkes. ’Hey küçük, ne olacaksın sen bakayım?’ Tabi bu sorulardan öncede: ’Hey ufaklık, fazlalık var mı hala? Gitti mi lan senin ki? Küçüklük duruyor mu yerinde? Seninkini kökünden keselim mi lan küçük?...’ gibi bilumum cahilce sorularla karşılaştım. Tabi, kız olsaydım kimse böyle soramazdı. En nihayetinde kızlarında klitorisinde, küçük ve büyük dudaklar kesilip de; onlarda sünnet ediliyor. Ama bu belli bir kesim için! Daha duyarlı sevişeceklermiş, daha iyi hissedeceklermiş medetsiz haykırışların asalarını. Benim derdim de değil de, ya peki kimse bana gelip sordu mu hiç?
-Hey Or., sen ileride ne olacaksın?
-Ne olacağım derken amca/teyze...fazlasıyla lüzumsuz nesne?
-İnsan olacak mısın? Diğer insanlara ne kazandıracaksın? Nasıl biri olacaksın?
Ah dertsiz kafam, sağlıklı; göbekli geleceğim! Ne düşünüyorsun ki böylesini. Çay üstüne dökülüyor hala, görmüyor musun?
Çay soğudu. Üstüm başım kara su. Karadeniz, damarlarıma işliyor. Sonra Ege’ye varabilirim hayretle ve de heyecanla. Ben; İzmir’in terli akşamları, poyraz kokan elleriyle anne sancısı! Beklediğim biri mi var sanki, ne diye endişe ediyorum hayatı böyle. Her şey yerli yerine oturuyor, biraz sabredince.
’Flu’, öykümün ayeti. Rabbimin izlerini taşıdığım için, inanamayabilir yine de birileri bana. Ne de olsa doğruların çoğu karanlık ve de acı verici. Hiçbir doğru, sert bir yatağın üzerinde boşalmaya ramak kala, bir erkek ile bir kadının aklına gelmiyor. Boşalan bir şey varsa şimdi; o da gözlerimde ki isyan gölgeme. Gölgemi bir türlü yakalayamıyorum. Yıllardır böyle.
-Geliyor musun canım yatağa? Seni özledim, sana sarılmak istiyorum.
Battaniyeyi bekletmek olmaz. Bana sarılmadan yatamıyor sevgilim. Nasıl olsa birileri daha güzel öyküler yazar. Güzel bir ülkenin hayali ile, atlarımı kırbaçlamalıyım.
Dağlar yürüyor, gençler sokaklarda ateşle bağırıyor.. Kuzular görüyorum, koyun olacak hepsi. Koyunları sayıyorum..
-...f...f...f...
f Yazısına Yorum Yap
"f" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
“f” ten pü”f”ten diye başlanmış gibi gözükse de pek öyle pü”f”ten gibi durmuyor. Üzerindeki sis, süsü gibi.
Sulu değil, buna mukabil akışkan
Değerli yazarım; İtiraf etmem gerekirse ki (kabahati benimdir gönlünü ferah tut) genelde yazıların beni yorar, “ammâ u lâkin” (İbrâhîmî Feyzullah Yalçın’ın kulakları çınlasın 12 ) bu mayi kıvam iyi geldi.
Ne biliim işte öyle geldi :-)
Tebrikler, selamlar, saygılar
Ağyar tarafından 11/24/2011 11:51:52 PM zamanında düzenlenmiştir.