- 840 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA
Halitağa Caddesi’nden aşağıya doğru yürümeye çalışıyordum. Çalışıyordum, çünkü hızını
arttıran yağmurla birlikte öyle bir fırtına vardı ki uçmadığıma şaşırıyordum. Ya elimdeki
şemsiye…Eğildi büküldü ters yüz oldu ama o da uçmadı. Cadde üzerindeki pasajın geniş
girişine sığınmış insanların arasına da ben sığındım. Yağmur sorun değildi benim için. Aksine
sevinç. Yağmurda yürümek ise ayrı bir zevk. Ancak böyle bir havada değil tabii. Şemsiyeyi
kapatırken bir iki telinin kopmuş olduğunu fark ettim.
Yağmurun hafiflemesini beklerken tez canlı yüreğim sıkılmaya başladı. Binanın yanı
başında durduğum iç duvarına monte edilmiş tabelalar çarptı gözüme. Handaki iş yerlerinin
adları yazıyordu üzerlerinde. Okumaya başladım sırasıyla.”Şemsiye tamir edilir. KAT: 2”
Bu yazıda duraksadım. Çıksa mıydım o iki telin tamiri için acaba derken içimden…
Garip bir dürtü beni merdivenlere doğru yöneltti ısrarla. Çıktım. Sol tarafta kapısı açık
küçücük bir yerdi. Kapıyla burun burunaydı çalışma masası adeta. Başını elindeki işten
kaldırdı. Gözlüğünün üstünden baktı. “Buyurun” dedi mekanik bir sesle. Girdim. Birbirine
yapışıkmış gibi duran iki iskemleden birine oturdum.
Uzun zayıf yüzü çok solgundu. Önleri bir hayli açılmış olan kırlaşmış saçlarının
arasından tek tük siyahlar göze çarpıyordu. İnce esmer ellerinin üzerinde kahve rengi lekeler
vardı. Elindeki işi bıraktı. Elimdeki şemsiyeye doğru uzandı. Ayağa kalkarak verdim
şemsiyeyi. “Çok eski bir şemsiye. Oldukça da ağır. İki teli kopmuş” dedi başını kaldırmadan.
“Söz verdim kendi kendime. Bir daha şemsiye almayacağıma dair. Aynı gün kaybediyorum
çünkü. Bir bu kaldı. Bunu da kaybetmeden şu kışı atlatsam…” dedim. Fazladan
konuştuğumun farkındaydım. Üstelik konuşmaya pek de niyetli gibi görünmeyen tamirciye
karşılık. Bunu bilerek yapıyordum biraz da. Camsız küçücük bir odada, elinde yapacak işi de
olsa hiç konuşmadan tek başına olmaktan sıkılıyor olamaz mıydı…
Bir an okul yıllarıma döndüm. Halit Refik KARAY’ın bir hikayesiydi “ESKİCİ”
Anne ve babasını yitirmiş, Filistin’de yaşayan akrabalarının yanına gönderilen küçük bir Türk
çocuğunun hüzünlü hikayesi:
Kaldığı evin sahipleri bir gün yoldan geçen bir ayakkabı tamircisini eve çağırırlar.
Ve önüne yığarlar eski yırtık ayakkabıları. Gurbet ellerde ve o eski evde canı öylesine
sıkılmaktadır ki bu küçük çocuğun. Bahçeye çıkar ve geçip oturur eskicinin karşısına. Eskici
küçük hasır bir iskemleye oturmuş, ağzına attığı bir avuç dolusu çiviyi birer birer çıkarıp
ayakkabılara çakmaktadır usulca. Çocuk da sessizce onu seyretmektedir. Eskicinin
dilini bilmediğini düşündüğünden konuşmaz. Ancak bir ara nerede olduğunu unutur ve
eskiciye “O çiviler ağzına batmaz mı senin?” der merakla. Eskici şaşırır. “Sen Türk müsün?”
der çocuğun konuştuğu dilde. Çocuk “İstanbul’dan geldim” der. Tamirci de Türk’tür. Hem
konuşur hem ağlaşırlar...
Bu da yine çocukluğumda belleğime yer etmiş içimi acıtan hikayelerden biridir. Ve ben bu
hikayeyle özdeşleştirmiştim kendimle şemsiye tamircisini her nedense…
“Yağmuru çok severim. Aslında hiçbir mevsime haksızlık etmemek gerek. Ancak
İstanbul’da kısa süreli bir yağmurun bile nasıl bir felakete dönüştüğü malum.” dedim bir
solukta. Bence hayatta çok önemli iki sorumluluk vardır. Ki; biri çocuk sahibi olmak. Diğeri
ülke idaresinde söz sahibi. Bir çocuktan melek de yaratırsınız canavar da. Bir ülke idarecisi
ülkeyi vezir de eder rezil de. Üstelik bunların yansımaları ülke içinde sınırlı kalmaz. Çünkü
insanın malzemesi yine insandır.
Yerel yönetimlerdeki sorumlu ve yetkililer de üslendikleri bu sorumlulukları gereği gibi
bilinçli ve ahlaklıca yerine getirmiş olsalardı eğer, bütün yollar yirmi dört ayar
altınla kaplanırdı altınla! Haklarında suç dosyası açılmamış kaç belediye sayabilirsiniz?
Hatta hakkında ciddi suçlamalar bulunan kadın bir belediye başkanın ve diğer bir kaçının
yurt dışına kaçtıklarını bilmeyen mi var? Kalanlar da ülkenin ‘suçlar ve aflar’ ülkesi olduğunu
ve yapılan her kötülüğün yapanın yanına ‘kar kaldığını’ iyi bildiklerinden büyük bir
pişkinlikle yollarına devam etmiyorlar mı? Daha da artan bir fütursuzlukla üstelik.
Affedersiniz. Bu konular açılınca kendimi tutamıyorum.” dedim kederle.
“Siyasetle de ilgileniyorsunuz galiba? ”
“Toplumları bireyler oluşturduğuna göre. Bu her ülke bireyinin görevi sayılmaz mı? Özellikle
bu ülke insanının. Bir ülkenin geleceğini. Bir toplumun yazgısını belirleyen siyasi idareler
değil midir sizce de?
Ayrıca yurduna büyük özveriyle 38 yıl hizmet etmiş ve ailesine yalnızca onuru ve şerefini
miras bırakmış bir babanın evladı olarak, ülkenin bozuk düzenine karşı çıkma hakkına çok
daha fazla sahip olduğuma inanıyorum ben.”
“Kaç yıldır İstanbuldasınız?”
“Okula gitmiyordum İstanbul’u ilk gördüğümde. Hatay’dan gelmiştik babamın senelik
izninde akrabalarımızı ziyarete.” Tamirci bu kez başını kaldırıp yüzüme baktı.
“Antakya’nın içinde mi oturuyordunuz?”
“Hayır, köyünde. Hatta küçük kardeşim o köyde doğdu. Ben de küçüktüm. Ama yine de
çok iyi hatırlıyorum o geceyi…Annem ölüyormuş meğer doğum sırasında” dedim büsbütün
boşboğazlık ettiğimi bile bile.
***
-Uslu dur. Yaramazlık yapma.
-Aç kapıyı. Çıkar beni buradan.
-Biraz sonar ikimiz de çıkacağız. Keleş teyze gelip alacak bizi.
-Çekil oradan. Ben şimdi çıkacağım. Çıkarmazsan bütün misketlerimi atarım sana.
-Dur. Yapma. Ver onları bana.
Keleş teyzesi iki kardeşi bu küçük odaya almış, kendisi gelinceye kadar da içeriden
çıkmamalarını tenbih etmişti. “Sen kardeşine sahip ol. Dışarı salma.” Demişti. Ama
kızcağız onu bir türlü zapt edemiyordu ki. Neyse ki Keleş teyzesi tam zamanında geldi.
Çıkardı odadan ikisini de. Ama ne olmuştu acaba? Keleş teyzesi ağlıyordu. Hem de öyle çok
ağlıyordu ki…
Büyük odadaki karyolada yatıyordu anneleri. İki kardeşi karyolaya yaklaştırdı. Annelerinin
avuçlarına koydu iki minik eli. Annelerinin eli çok üşümüştü. Kendisi de hiç kıpırdamıyordu.
Gözleri açıktı ama onlara bakmıyordu. Küsmüş müydü canı annesi yoksa onlara. Onu çok mu
üzmüşlerdi. Neden onlara değil de hep yukarıya bakıyordu gözleri…Odada başka teyzeler de
vardı. Çıkardılar odadan ikisini hemen. Sonra odadaki o teyzeler de kocaman çığlıklar
atıp öyle çok ağladılar ki...Keleş teyzesinin çok uzaklara pamuk toplamaya giden bal gözlü
kızı Suna ablası bile duymuştu o sesleri belki de. Duymuş muydu acaba. Keşke duysaydı da
hemen gelseydi...Sonra kendi de öyle bir çığlık attı ki yanındaki kardeşi bile korkudan titredi.
Kendisinin de sesi kısıldı. İki elini yumruk yapıp gözlerini öylesine kuvvetli ovuşturdu ki. Her
taraf kapkaranlık oldu aniden. Nefessiz kalacaktı iç çekişlerinden neredeyse. O anda ne
vurulan kapıyı ne duyabildi ne içeri girenin kim olduğunu görebildi. Bir el saçını okşadı. Bir
ses: “Hadi, siz şu odaya girin. Ben de biraz sonra yanınıza geleceğim” dedi.
Babasının sesi değildi bu ses. O bu akşam da vazifesindeydi yine. Bu ses…Tanıdı.
Öğretmeninin sesiydi! Sevgili öğretmeni gelmişti. Her şeyi bilen öğretmeni. Şimdi annesinin
onlara neden küstüğünü. Bütün teyzelerin niye ağladıklarını da bilecekti. Sonra da gelip
onlara söyleyecekti…
***
Kardeşinin adı ne?” dedi. Sevindim. Tahminimde haklı olduğumu düşündüm çünkü.
Sıkılıyordu tamirci demek ki. Bak, şimdi nasıl konuşmaya başlamıştı. Anlattıklarımla da
ilgileniyordu. En kısa zamanda evden bir şeyler hazırlayıp getirmeliydim. Sevdiğim şeylerden
birini yapmaya fırsat çıkmıştı yine. Ne güzel…Babam metrelerce yükseklikteki karların
üstünde görevini sürdürürken birkaç bardak sıcak çayın içini ısıtması niyetiyle yanında
götürdüğü kim bilir kaç yıllık ünlü termosta ben de ona sıcak çay ve yanında ev
yapımı bir iki şeyle çıkıp gelsem...Pek ala hoşuna giderdi bence. Bu küçücük
havasız yerde…Bir çırpıda aklımdan geçirdiklerimin ardından söyledim kardeşimin ismini.
“Sen okula o köy de mi başladın?” dedi. Gözlüğünü çıkarmış bütün bedeniyle bana doğru
dönmüştü. “Evet. O köyde başladım. Altı yaşındaymışım okula başladığımda.
Bakın işte o günü de hiç unutmadım. Gerçi okula gidebilme şansına sahip olabilmiş
hiç bir çocuk unutmamıştır okula başladığı o İlk Günü. Ama benimki biraz acıklı…
Sıkılmazsanız anlatabilirim...”
“Sıkılmam. Anlat…” dedi.
Elindeki işi bırakmış bütün dikkatini bana vermişti görünürde. Ancak çok uzaklara dalıp
gittiğini fark edebiliyordum. Benim için de durum farklı değildi. Ne amaçla ve nerede
olduğumu unutmuştum. Alıp götürmiştü çocuk yüreğim beni de taa nerelere…
Ekinleri yemesin diye elinde sopası başında şapkasıyla kargaları korkutan “korkuluk amca” yla tanıştığım. Birbirinden değişik böcekleri kuşları tanıdığım. Bindiğim döveni döne döne
çeken canım sarı öküzün, acıktığını yorulduğunu susadığını düşünüp onun yerine kendimi
dövene bağlamak istediğim. Suna ablamla birlikte gittiğim pamuk tarlasında gökyüzündeki
bulutlar gibi yumuşacık pamuklar topladığım Karbeyaz Köyü’ne uçururcasına…
***
Dünya yıkılsa kıyametler kopsa farkında değildi. Öylesine kendinden geçmişti. Eli yüzü
saçları hatta kirpiklerine kadar çamura bulanmıştı her bir yanı. Evlerinin önündeki çamurlu
yolun kıyıcığına oturmuş çamurla oynuyordu. Oynamak ne demek!..Harikalar yaratıyordu.
Yeryüzünün en büyük ustasıydı o şimdi. Doğanın armağanı olan bu kırmızımtırak çamur nasıl
da şekilleniyordu onun o minicik ellerinde. Ne yapmak istese o oluveriyordu hemencecik…
Bahçedeki Kadife Çiçeği. İstanbul’dan aldıkları Uyuyan Bebek. Tencere. Eyüp Sultan’ dan
aldıkları ıslık çalan küçük kırmızı Testi. Anesinin yaptığı minicik Köfteler. Suna ablasının
yaptığı biraz acılı da olsa bayıla bayıla yediği Gevrekler. Çok sevdiği ev sahipleri Keleş
teyzesinin, kardeşiyle aynı zamanda döktükleri Kızamık hastalığı sırasında yaramaz kardeşi
oyalansın diye yatağın yanına getirdiği kara gözlü Oğlağa bile ne kadar çok benzemişti bu
sihirli çamur…
***
Önce kardeşi Kızamık belirtisi göstermişti hemen ardından kendisi. Canı annesi karyolayı
öyle bir süsleyip püslemişti ki o kadar olurudu. Sonra da yatırmıştı bu karyolaya iki
kuzucuğunu yan yana. Kırmızı beneklerle dolmuştu yüzleri. Yaramaz kardeşinin aksine o
sessiz sedasız yatıyordu öylece. Annesi gelip lüle saçlarını okşayıp, daha çok tatlı içecekleri
tatlı sözlerle kızına içirmek istediğinde kızının da içi titriyordu annesine bakarken. Dünyalar
onun oluyordu. Hele bir ara uykusundan uyanıp başucunda ‘onu’ gördüğünde nasıl şaşırmış
heyecanlanmış hatta biraz da korkmuştu. Bu sahici olamazdı. Kim ne zaman nasıl onu oraya
getirip koymuştu? Odada kimseler yoktu. Kardeşi de uyuyordu. Yatağında yavaşça doğruldu.
Baktı uzun uzun. Siyah lüle saçları vardı kırmızı kudeleli. Kaşları gözleri. Kirpikleri bile
vardı. Ağzı vardı kendisine gülümseyen. Kolları elleri parmakları vardı aynı kendi parmakarı
gibi. Ayakları en güzeliydi. Patikleri vardı ayaklarında süslü mü süslü. Büyülenmişti sanki.
Gözlerini ondan hiç ayırmadan bakıyordu. Nefes almaktan bile korkuyordu. Çünkü o hiç
görünmeden oraya nasıl geldiyse yine ona görünmeden gidebilirdi. Ayaklarına dokundu
yavaşça. Saçlarını sevdi usulca. Hiç bir yere uçup gitmemişti. Hala gülerek bakıyordu
kendisine. Kucağına aldı. Başını kolunun üstüne koydu. Gözlerini kapatmamıştı kendi uyuyan
bebeği gibi. Uçtu! Uçtu sevinçten!
En güzel hastalıktı yüzü kırmızı benek
En güzel oyuncaktı ona Bezden bu Bebek
Annesiydi dünyada en güzel melek
Canı annesi ona hiç belli etmeden yapmıştı. Sahici bebeklerden bile daha güzel olan bu
Bez Bebeği Kızına...
Daha sonraları babasının görevi gereği gittikleri Ege Bölgesi’nde; yağan sıcak
yağmurlarında sıçana döndüğü. Badem ağaçlarının tepesinde kuşlarla cıvıldaştığı. Saçları
damla sakızı kokan Nezihe ablasını tanıdığı. Ve ona, sanki kumsallarına altın tozu
dökülmüş gibi gelen çocukluğunun o masalımsı Çiftlikköy’de, oturdukları Rumlardan
kalan konağın, sokağa açılan taş basamaklı merdivenlerinde ayrılmıştı bir akşam üstü
Ondan…Bakmalara doyamadığı. Sevmelere kıyamadığı. Gözünden sakındığı. Ve hayatında
aldığı en değerli armağan olan bu Bez Bebeği’ni ‘Kan Kardeşi’ oldukları bir arkadaşına
armağan etmişti o da. Yüreğiyle beraber…
Komşular “Geçmiş Olsun” ziyaretine geliyorlardı. Neler neler getiriyorlardı gelirlerken
de…Kutular içinde pırıl pırıl misketler. Renk renk patikler. Oyalı yemeniler. İpe dizili cevizli
sucuklar. Pestiller. Tadı damağından kokusu burnundan hiç gitmeyecek sımsıcak çörekler.
İçeriye her giren once “Maşallah!” diyordu. Çoğu da üzerinde “Maşallah” yazan altınlar
takıyordu ikisine de. Annesi masayı büyük odanın tam ortasına koymuştu ve hiç
kaldrmıyordu.
Masanın üstü yiyeceklerle doluydu her zaman. Hele bir de mis kokulu kırmızı renkli Şerbet
Sürahisi vardı ki o hep masada duruyordu. Şerbet bitikçe annesi yenisini getiriyordu. Babası
çoğu zaman geceleri de vazifesinde oluyordu. O zaman çocuklar da geliyordu anneleriyle
birlikte. Bazı anneler çocuklarını iki kardeşin arasına yatırıyordu. Onlar da bu hastalığı
kapsın, yaşları büyümeden geçirip gitsinler diye.
O sene köydeki çocuklar birbirlerinin yüzüne bakıp öyle çok güldüler ki…Çünkü hepsinin
yüzü ‘kırmızı benekli yüz!’ olmuştu.
***
Ne kadar zamandır oradaydı hiç bilmiyordu. Çömelerek başlamıştı işine önce. Sonra yoruldu
ince bacacıkları. Ve koyuverdi kendini doğanın o yumuşacık doğal yaygısının üstüne
olanca rahatlığıyla. Annesi kim bilir kaç kez seslenmişti evlerinin yola bakan küçük
penceresinden ona. Yanı başına geldiğinde bile onu ne görmüş ne de duymuştu. Ta ki ona
dokununcaya kadar. “Hadi kalk kızım! Çabuk! Okula gideceksin.” dedi. Ne diyordu annesi
böyle? Ne okulu? Nasıl yani? Hem bütün bu yaptıkları ne olacaktı? Burada mı bırakacaktı
onları? Çok yorulmuş, ama ne güzel şeyler yapmıştı. Öyle çok ağlamak geldi ki içinden...
Ama canı annesi onun içinden geçenleri anlamıştı sanki. “Hadi, birazını sen al, birazını da
ben. Bahçeye bırakalım onları. Kuruduklarında oynarsın” dedi. Ah! ne kadar iyiydi annesi
böyle. Ne kadar iyi…Gazocağında ısıttığı suyla çabucak yıkadı kızını. İstanbul’dan aldıkları
siyah önlüğünü giydirdi. Yakasını taktı…Kar beyazı çoraplarını. Siyah rugan ayakkabısını.
Kırmızı çantasını hep bu gün için saklamıştı canı annesi demek ki. Lüle saçlarını taradı.
Kocaman bembeyaz bir gül gibi şekillendirdiği kurdelesini saçlarının ortasına taktı. Okul
evlerine çok yakındı. Bir elinde kırmızı çantası diğer eli annesinin sıcacık elinde okullu oldu
bu suskun ve mahcup kız o gün. Okulun kapısında bıraktı annesi kızının elini. Aynı anda
başka birisi tuttu elinden. Sınıfa götürdü ve bir sıraya oturttu. Tanıyordu bu elin sahibini. Hem
gece hem gündüz evlerine gittikleri komşularıydı. “Amca” diyordu ona. Ama o amca şimdi
onun öğretmeni olacaktı. “Öğretmenim” diyecekti ona artık. O da ona her şeyi öğretecekti.
Çünkü O: Bir Öğretmendi.
“Önce el temizliğinizi kontrol edeceğim. Mendillerinizi çıkarın sıranın üstüne koyun.
ellerinizi de mendillerinizin üstüne” dedi ve sıraları dolaşmaya başladı.
Önlüğünün küçük üst cebinde duruyordu annesinin bir ucuna isminin ve soy
isminin baş harflerini işlediği bembeyaz mendili. Canı annesi ne de güzel yerleştirmişti
mendilini cebine. Üçgen şeklinde katladığı mendilin ucu görünüyordu zaten. Hemen aldı.
Öğretmeninin dediği gibi sıranın üstüne koydu. İki elini de mendilin üstüne. Mendil
görünmez oldu. Ama elleri...Öğretmeni oturduğu sıranın yan tarafında durmuştu.
Gözleri küçük öğrencisinin ellerindeydi. Onun bakışları da sıranın karşı ucuna yapışıp
kalmıştı sanki. Minicik ellerinin parmaklarına inen cetvel bile kirpiklerini kıpırdatamamıştı.
“Ellerini iyi yıkamamışsın. Tırnakların çamurlu kalmış. Yarın okula ellerin tertemiz olarak
geleceksin” dedi. Elleri acımadı hiç. Kalbi de. Boğazına kocaman bir şey tıkandı yalnızca.
Bir de gözlerine bir şeyler oldu. İkisi de çok acıdı...
Ama o Öğretmenini ona Hüseyin amca dediği zamanlardan daha çok sevdi o gün. Çünkü
daha ilk günden ne güzel ne doğru bir şey öğretmişti. El temizliğinin ne kadar önemli
olduğunu hiç unutamayacağı bir şekilde öğretmişti sevgili öğretmeni ona. Gözlerinin
yanıyor gibi oluşu da acıdan değil ellerinin temiz olmayışının utancındandı…
Acaba öğretmeni onun yaptığı o güzel şeyleri görseydi nasıl yorulduğunu bilseydi yine kızar
mıydı…
***
“Peki öğretmeninin adını hatırlıyor musun?”
“Sen ne diyorsun tamirci!” demek geldi içimden. Ama demedim.
“Tabii hatırlıyorum. Hatırlamaz olurmuyum.” dedim onun yerine. Ve söyledim soyadıyla
birlikte. Ansızın ayağa.kalktı ve “Uzat bakayım ellerini” dedi. Şaşırdım. Ürktüm. Uzattım iki
elimi birden. Gözlerimin içine baktı. Gözaltlarında koyu halkalar. Elmacık kemiklerinin
birinin üstünde morumsu bir et beni vardı .”Aferin!. Sözümü dinlemişsin. Tırnaklarında hiç
çamur yok!” dedi
Donup kaldı bakışlarım tamircinin yorgun ve nemli gözlerinin içinde öylece…
“Sana haksızlık etmişim Tülin! Şimdi sen bak benim ellerime…” dedi.
Tamircinin gözlerinden damlayan yaşlar hala yan yana tuttuğum ellerime düşmek
üzereydiler…
İki elini birden tuttum. ”Öğretmenim! Öğretmenim! Canım öğretmenim benim! Saygıyla.
Sevgiyle. Gururla öperim bu çilekeş bu nasırlı elleri ben!” diyebildim ancak. Ağlayamadım.
Bir şeyler düğümlendi boğazıma. Tıpkı okula başladığım o ilk gün öğretmenimin çamurlu
tırnaklarıma vurduğu cetvelin acısından çok temizleyemediğim ellerimin utancından dolayı
boğazımı yakan düğümler gibi..
Okula başladığım o köyde ikinci erkek kardeşimin doğduğu gece ‘gözleri hep yukarıya
bakan’ anneme iğne vurup kanamasını durduran ve bizi annemize kavuşturan Köy Enstitülü
Canım Öğretmenimdi O benim. Ve yıllar sonra “şemsiye tamircisi” olarak çıkmıştı
karşıma…
(Her karesi olduğu gibi yaşanmış ve her cümlesi aynen söylenmiş olan yaşamımın bu çok önemli ve anlamlı kesitini; Elleri Öpülesi Öğretmenlerimize armağan ediyorum yüreğimin olanca sevgisiyle…)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.