8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
4313
Okunma
Bir sabah uyandığımızda onu kapının önünde bulduk. Durumun farkına ilk kim vardı bilmiyorum ama ben uyandığımda ev çoktan birbirine girmişti. Herkes yüksek ssle konuşuyor, dinleyen birileri olmadığı halde fikrini anlatmaya çalışıyordu. Bir iki kişiye durumu soracak oldum, heyecandan cevap veremediler. Ne olduğunu öğrenmek için Joachim’i yakalayıp sarsmam gerekti.
“Sokak kapısının önüne bak. Ama kapıyı açma, camdan gözat.”
Hala olan biteni anlayamamıştım ama en azından nereye bakmam gereltiğini biliyordum. Tek katlı evimizin kapısına kapısına bakan pencerelerden birinin perdelerini araladım.
Oradaydı. Tüm görkemiyle duruyordu. Göz göze geldiğimizde kalbimin vuruşlarını hisseder olmuştum.
“Muhteşem, değil mi?” diye sordu omzumun üzerinden uzanan Joachim.
“Öyle...” dedim.
Daha önce bir geyiği hiç bu kadar yakından görmemiştim. İriydi. Boynuzları neredeyse vücudunun yarı iriliğindeydi ve çatallıydı. Gölgeleri boz sırtına düşüyordu. Bir yerlerde yaşla birlikte boynuzlarının da büyüdüğünü okumuştum. Eğer o bilgi doğruysa yaşı bayağı vardı.
“Kızılımsı kahverengi olması gerekmez miydi?”
“Bambi mi bu? Koskoca elk.”
Demek bu büyük geyiklere elk deniyordu. Daha kuzeydeki moose’lar gibi kaba hatları yoktu. Gayet sakindi. Dört ayağı üzerine oturmuş, etrafını seyrediyordu.
“Kulağını gördün mü?”
Dikkatlice bakınca kulağına küpe gibi renkli bir plastik takılmış olduğunu gördüm.
“İşaretlemişler. Yıllık hareketlerini ve beslenme yerlerini takip etmek için takmışlar. Gidip baksak belki Kanada’dan geldiğini göreceğiz.”
“Kim gidip bakacak, sen mi, ben mi, yoksa ödlek Sam mi?”
Sam evde kalanların en korkağı idi. Cadılar Bayramında tüm şakalar Sam üzerinde yoğunlaşır, zavallının emdiği süt burnundan gelirdi.
“Ben ödlek değilim, yalnızca tedbirliyim” dedi söylediklerimi duyan Sam.
“Biliyoruz senin ne olduğunu” dedim gözlerimi geyikten ayırmadan.
“Madem o kadar cesursun, sen niye dışarıda değilsin? Niye geyiği kovalamıyorsun?”
Cevap vermedim. Farkında değildi ama Sam başını belaya sokuyordu. Yerinde olsam bana bulaşmazdım. Söylediğini duymamış gibi yapıp Joachim’e sordum:
“Ne kadar zamandır burada?”
“Çekiklerden biri kahvaltıya kalktığında onu böyle otururken bulmuş.”
Demek ki gün doğumundan beri kapımızdaydı.
“Kovalamak için bir şey yaptınız mı?”
“Dışarı çıkamadık ki. Milletin ders saati geliyor. Bunun yüzünden yoklama kaçıracağız.”
Kaldığımız ev garip bir yerdeydi. Okulun kullanılmayan ikinci kampüsünde, bir evde on üç öğrenci kalıyorduk. Evi kendimiz yöentiyor, masrafları okuldan alıyorduk. Koca ve boş binalarıyla kampüs çevremizi kuşatan bir hayalet şehir gibiydi. Günün belirli saatlerinde bir okul otobüsü gelir, asıl kampüsle bağlantımızı sağlardı.
“Otobüs gelinceye kadar bekleyelim. Onu görünce kaçar.”
Sam ile Joachim’i pencerenin önünde bırakıp, içeri kahvaltımı etmeye gittim.
...
“İnanamıyorum, bırak otobüsü, kornadan bile korkmadı.”
Hala kimse evden çıkmaya cesaret edememişti.
“Kuduz mudur, nedir? Çıkmam dışarı ben.” demişti Danimarkalılardan biri.
“Arka kapıyı kullansanıza.”
“Eninde sonunda otobüse binmek için yakınından geçeceğiz. Olmaz.”
“Canınız isterse.” dedim ama içim rahat değildi. Dersleri umursadığımdan değil ama hareketlerimizin kısıtlanmasından dolayı rahatsız olmuştum. Geyik güzeldi, gösterişliydi ama başımıza da çöreklenmişti.
“Riske girmeyelim, kampüs polisine haber verelim.”
Sam ile uzun zamandır ilk defa aynı fikirdeydim. Joachim polisi aradı, onlar da bir devriye göndereceklerini söylediler.
“Belki de bize bir şey söylemeye çalışıyordur” dedi eve bu sene gelenlerden biri.
“Adı neydi bunun?” diye fısıldadım Joachim’e.
“Matt.”
“Matt senin köpeğin var değil mi?” Başucunda bir köpeğin resmiyle yattığını biliyordum.
“Evet?”
“Sen köpeğinin sana gizli mesajlar ilettiğine tanık oldun mu? Bir gün gelip Ev yanıyor ya da Arabanı çizmişler dedi mi?”
Ses çıkarmadı. Geyiği gösterip devam ettim:
“Bunda köpeğinin yarısı kadar beyin yok. Bize ne anlatmaya çalışacak? Lassie mi bu?”
Matt arkasını dönüp odasına gitti.
...
Devriye arabasından tek bir polis indi. Geyiğin etrafında ihtiyatlı adımlarla bir tur attı. Sonra arabasından fazla uzaklaşmamaya dikkat ederek geyiğe doğru “Yoo!” diye bağırarak hamle yaptı. Koca geyik oralı bile olmadı. Polis tekrar denedi, yine sonuç yok. Pencerelere doluşup olan biteni seyreden bizlere baktı, içeri gidin tarzında bir işaret yaptı ama kulak asan olmadı. Sonra omzundaki telsize bir şeyler söyledi ve yanıtı beklemeye başladı.
“Ne diyor?”
“Ne bileyim ben! Merkez, geyik kıçını kaldırmıyor, ne yapayım? diyordur.”
Gelen cevabı da duymadık. Polis bir kere daha geyiğe hamle yaptı; geyik sakince onu seyretmeyi sürdürdü. Yapacak bir şey olmadığını gören polis sonunda pes etti. Eli beline gitti, tabancasını çıkardı ve geyiğin başına kurşunu sıktı. Sonra bir daha ve bir daha. Geyik yerde yatıyordu. Kanı asfaltın meyili yüzünden yolun kenarına, oradan da mazgala akıyordu. Kimse çığlık bile atamadı. Polis ise elinde tabancası kalakalmıştı. Belki de hayatında ilk defa elini silahına atıyordu. Ne de olsa kampüs polisiydi; sarhoş öğrenciler dışında gayet sakin bir hayatı olmalıydı. Bugün ise tabancasını çekip sırf şüpheli hareket ettiğini düşündüğünü, beden dilini anlayamadığı bir canlıyı öldürmüştü.
Evin kapısından ilk çıkan Sam oldu. Polisin yanına gitti, ona bir şeyler söyledi. Polis Sam’in orada olduğuna inanamıyormuş gibi çocuğa baktı. Sam konuşmaya devam etti ama polisten karşılık alamayınca gerisin geriye eve döndü.
“Sanırım şok geçiriyor. Eve alalım, kakao filan içirelim. Belki kendine gelir.”
İki kişi koluna girip polisi içeri getirdiler. Uzattığımız sıcak çikolata fincanını alırken eli hala titriyordu.