- 849 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
CİNAYET Mİ? ACABA!!!
(bir işçinin günlüğü)
Elleri kaba ve zenci; o zenci değildi, kollarında jilet izleri. Ben gördüm; o ürktü, ellerini suçtan çekti, maşaydı ateş’e düşen, maşayı tutan el katildi; benim katilimdi, ölmedim yarım kaldım, diğer yarım kan oldu, içime damladı. Gece yarıları kâbusumdu, terden sırılsıklamdım. Gördüm onu maşayı tutan elli, gelecekten bihaber yaşamı unutan elli, o el benim ellerimdeydi, ayakkabısı ayağımdaydı, yerde kan vardı, maşanın gözlerine bakarak, kanda izler bırakarak yürüyordum cellâdın üstüne. Cinayeti makine seslerine gömdüm, ben gördüm onu oda beni gördü, korkunç bakışım, tedirgin korkaklığına çarptı. Maşa dağıldı, yandı kül oldu, oysa orda değildi, zehir şişesi, nasıl oraya geldi? Yağ şişesiyle aynı yere devrildi. Eldivendeki elimdi; katil ben değildim, maşayı tutan eldi. Önce maşa yandı, tutan eli ben yaktım, gökyüzüne baktım alevler dağılmış, maviyi ciğerime çektim…
*
Kasım usta küçük oğluna ısrarla işin paydos saatinin geldiğini, işi paydos etmesini söylüyordu. Halil “tamam baba elimdeki işi bitirip bırakacağım dedi. Yaşı seksene dayanmış hafızası zayıflamıştı Kasım ustanın, unutkanlıkta çabası, defalarca aynı soruları sorup bizi bunaltır, olmadık zamanda öfkelenirdi. Yıllarca çalışıp servet edinmiş, alışılagelmiş düzende, hergün işe erken gelir, bizimle beraber eve giderdi. Sağlık sorunları artınca Halil zor bela götürdü hastaneye babasını. Kasım usta “oğlum benim neyim var boşa hastaneye para veriyoruz” dedi diretmesi hastaneye gitmesine engel olamamıştı. Yapılan tahliller, çekilen filmler sonucu, midesinde kist tespit edildi. Doktor ameliyata hazırladığı sırada Kasım usta yataktan doğrulmuş, işe gideceğim diye söylenmiş. Halil hemen duruma el koymuş, Halil “baba doktor sana ilaç verecek versin gidelim” kasım usta “ne ilacı ilaç, milaç istemem! Ben iyiyim işe gidelim” Halil “tamam baba hemen gideceğiz” Halil ameliyat odasının girişinde ilerleyen sedyenin ardında tereddütle bakmış tereddüdünün, boşa olmadığın; içerden gelen sesle irkilince anlamış. Narkozun etkisi ile Kasım usta küfrün dozunu kaçırıp doktora sövmüş. Ameliyattan sonra, ilaçların etkisi geçer geçmez işe gideceğim diye tutturmuş Halil “baba bu gün Pazar yarın gidersin” o gün zor bela hastanede kalmaya ikna olmuş. Ertesi gün erkenden kalkıp karnındaki kanı alsın diye bağlanan kan torbasının hortumunu çekmiş, beni işe götürün demiş. Halil topal ayağını ardında sürükleyerek nefes nefese kalarak doktora durumu izah etmiş. Doktor Halil’in paniklemesine karşı, gayet sakin yüzünde tebessümle, hortumun tekrar takılmayacağını zaten işvelinin bittiğini söylemiş. Ertesi gün hiç bir şey olmamış gibi işe geldi Kasım usta, yine alışılagelmiş tavrıyla Mahmutttttt! diye bağırdı, ardında klasik küfrü kulağın…..Çırak Mahmut ta kalın saçtan yapılmış sobayı yaktırıp, ha bire sobaya yakacak attırıyordu. Dışarıdaki çöp tenekesinde yanabilecek ne varsa toplayıp getiriyordu. O gün havalar her zamankinden daha soğuktu. Usta dışarıya çıktı Bir süre gelmedi, sanırım sadece merak eden bendim bir süre sonra kapıyı araladığında elinde bir araba tamponu vardı. Nerede bulmuşsa plastik araba tamponunu.Çıraktan testere getirmesini, tamponu kesmesini, söyleyince büyük oğlu Haşim farkına vardı. Çırağa bağırarak tamponu çöpe atmasını söyledi. Babasının tuhaf ve öfkeli bakışına karşılık sakinleşmeye çalışıyordu. Hemen Halil devreye girdi. Baba araba tamponu yanmaz yakacak mı? yok daha yeni kömür aldık”, babası tiksinerek yüzüne bakıp “Sanki bedava alıyoruz!” diyerek arkasını dönüp söylene, söylene portatif sandalyesine oturdu. Hiçbir şey olmamış gibi bulmaca çözmeye devam etti. Babalarının mantıksız davranışları çoğalıyordu, artık katlanacak güçleri kalmamıştı. Yaşlılığın getirdiği hafıza kaybı günden güne ilerlerken bu durum karşısında, üzülmemek kaçılmazdı. .
**
Kasım ustanın büyük oğlu Haşim çalışmayı sevmez; çalışır gibi görünür, fırsat buldukça işten kaytarır, kaytarmalarına kılıf uydurmayı bilirdi. Halil bu durumdan çok rahatsız olur abisinin yüzüne karşı bir şey söyleyemez, sürekli abisini karalardı. “Kilimci halfası oyalanır arazi olur tam işi bırakacakken çalışır” dedi. Kilimci halfaları ustalarının gözüne girmek için böyle yaparlarmış, Söylediğinde gerçek payı var lakin, Halil’de ondan geri kalmaz, bizi canımızdan bezdirene kadar çalıştırırdı, Durmak, dinlenmek bilmez, bir yarış atı gibi çevik, ataktı. Para kazanma hırsı onu böyle yapıyordu, ürünleri sürekli üretip stokluyordu, biz kan ter içinde kalırdık; kış günü, Halil’in hızına yetişmek olanaksızdı. Halil robot mu acaba? Diye düşündüğümde oluyordu.
Öğle yemeğini hemen yiyip kalkardık, öğle saatlerinde Kasım ustanın diretmesiyle ancak birkaç dakika oturabiliyorduk.
Öğle yemeklerini evden getirirlerdi, mecburiyet olmasa yenecek yemek değildi, bazen de işyerinde yaparlardı yemeği, sağlıksız ve kötü şekilde yapılırdı; çoğunlukla Kasım usta yapardı. Rahatsız edecek kadar yağlı; zeytin yağı kullanmasa, halimiz harap olurdu, bazen tuzsuz, bazen de fazla tuzlu, çok malzemeyle nasıl böyle yenilmeyecek yemek yapabiliyordu? Geçen gün tuz yerine limon tuzu kullanmıştı, nerdeyse kusuyordum. Baharatların üst rafındaki fare zahirine ne demeli, tehlikenin boyutunu düşünmek bile istemiyorum. O gün aç kaldım, Kasım usta görmeden çöpe boşaltım yemeği, görse kıyamet koparırdı. Mahmut ve Ökkeş amca mecburen yemek zorunda kaldılar. Kasım ustanın korkusu zavallıcıkları rehin almıştı. Ahmet, usta görmeden koşarak dürümcüde karnını doyurdu. Öğle sonrası çayımızı içiyorduk çırak Mahmut içmeyin!... dediğini duydum anlam veremedim zaten çayı yarılamıştık. Usta çayı demlerken su yerine tiner çekmişti demliğe, ateşle temas etseydi sonuç çok kötü olurdu, tuhaflık vardı. Zaten her zaman çayda, yemekte tuhaflıklar oluyordu. Halil ve Haşim hafızası gerileyen babalarının anlamsız bezdirici davranışlarına karşı sürekli ılımlı olmaya çalışıyorlardı, ihtiyarın bir ayağı çukurda; öfkelenirse, oğullarını mirastan mahrum edebilir. Haşim kısık sesle “Allah canını alsa da kurtulsak yeter artık bıktık “diye mırıldar. İşin yoğun olduğu sıralarda çırak Mahmut’a ayakkabısını sildirir, ayağını uzatır ayağının altına sandalye koydurur, bakkala gönderir, gazete süt aldırır, gazetelerin verdiği eşantiyonları getirmedi diye Mahmut’a kızar, getirdiğinde ise beğenmez sobaya atar, ya da neden ekstradan para verdiğine kızar bağırır, oysa eşantiyonlar çok cüzi bir miktar karşılığı verilirdi. Kendi kurallarından taviz vermeyen Kasım usta “Dediğim dedik, çaldığım düdük” diyor; Mecburen mantıksızlıklara katlanmak zorunda kalıyorduk, bazen canımızdan bezdiriyordu, hani miras falanda bize kalacak değil, zorumuza giden ağır iş artı Kasım usta ortalamadan düşük ücret…
Mahmut’un babası Ökkeş, atmış yaşlarında bir ihtiyardı Kasım ustanın yeğeniydi, on bir yaşından beri çalışıyordu; dayısıyla Ökkeş, Oldukça cılız kambur, yüzü kırış kırış olmuş, sürekli bastırılmış, kendi halindeydi, işe ilk girdiğim gün Kasım ustanın babası sanmıştım, oysa altmış yaşlarında görünüyordu, Kasım usta, Ökkeş amca ise seksen. Gerçeği öğrendiğimde durum baya gülünç o derecede hüzünlüydü, Ökkeş amca erken çökmüş, yıllar ondan çok şey almıştı. Okuma yazması yoktu, belki olsaydı hayatı farklı olurdu. Zavallı ihtiyar, elleri titreyerek içtiği sigarasını, dayısından, dayısının oğullarından gizli içerdi, kaynak yapılan bölümün muhafazasının arkasında aralıktan gözetleyip korkuyla içtiği sigaradan bir iki nefes alıp ucunu koparıp cebine koyardı, elleri titreyerek çabuk hareketlerle yapardı. Ökkeş amca ömrünce hep dayınsının hizmetçisi olmuş, bir türlü rahat bir nefes alamamış, sevimli ihtiyar bazen söylenip küfür ederdi, isyanı boşuna geçen yılları geri getiremiyordu, dökülmüş saçlarından geriye kalanları, bir dağın etrafına yağmış kar görümü veriyordu, yüzünde buruk bir hüzün hakimdi, yüz hatları; kremsi bürümcük kumaşını andırıyordu.
Ökkeş amcanın annesi erken ölür, babası evlenir analık Ökkeşi kabul etmeyince, ortada kalır, mecburiyetten dayısı yanına alır. Dayısı Ökkeş’e sürekli bağırır çağırır, bir lokma ekmek verir onu da burnunda fitil fitil getirir her türlü ayak işine Ökkeş koşturur, çıtı çıkmaz, öfkesini, yalnız kaldığında ettiği küfürlerle bastırırdı.
***
Ahmet on üç yıldan beri çalışıyordu; vücudunda jilet izleri ve izleri kapatmak için, yapılan kocaman dövmeleri vardı. Her türlü alkolü, uyuşturucuyu kullanıyordu. İşine sadıktı, zamanında gelip zamanında gidiyordu, işe karşı disiplini, el çabukluğu, onu burada tutuyordu, bazen kötü niyetliliği su yüzüne çıkıyordu, küçük şeyler için insanlığından ödün veriyordu. Sevmediğim bir tipti, patron yalakasıydı. Halil’in koşturmasına en iyi dayanan oydu, yirmi beş yaşlarında olan Ahmet, benim on beş yıl önce çalıştığım atölyede çıraktı. Ben gözde bir halfaydım, şimdi o benden daha yüksek maaş alıyor, bu durum beni üzüyor, lakin yaşadığım badireler beni bu duruma düşürdü,
İşçi hakları, eşitlik, hak hukuk dedim, tek başınaydım, ezildim, yıprandım birçok kişinin çalışmak için torpillere başvurduğu fabrikalardan kovuldum. Pişman değilim susturulanlardan olmadığım için.
Aç karınla bağırdığın zaman sesin cılız çıkıyor, ekonomik yaptırımın olmayınca kapı dışarı ediliyorsun işçiler bilinçsiz, günü kurtarmanın peşinde. Her seferinde bana ihanet ettiler, lakin ben yinede inandım onlara, emeğin yüce değer olduğuna inandığımdan, emeği yaratanları kutsal bildim, yani benim onlarla bağım tanrıyla kul arasındaki bağ gibiydi. Beklediğim mucize ne yazık ki gerçekleşmedi. İşçiler o yüce güçlerinin farkına varamadılar, belki de yoktu… Ya da ben olabileceğine kendimi inandırdım, beni kapı dışarı eden patronlar gözyaşıma bakmadan acıların en büyüğünü yaşamama sebep oldular…
Binlerce kişinin çalıştığı fabrikalardan kovuldum, üç beş kişinin çalıştığı atölyelere indirgendim, işte bu da onlardan biriydi, hepsi birbirine benziyor sanki aynı kişi gibiler, bana acıların en büyüğünü yaşatan, kapı dışarı edenler…
Önceleri Kasım usta çok işimize karışır mantıksız emirler verirdi, mecburen tamam Kasım usta demekten başka çaremiz yoktu. Halil iş çabuk olsun istiyordu, Kasım usta ise düzenli çalışarak düzgün iş yapılsın istiyordu, babası işe karışınca kendi kendine söylenmeye başlardı, babasını başından savarak öfkeyle tamam!... Baba tamam!”..derdi.
Ameliyat olduğundan bu yana sesi sedası yoktu Kasım ustanın, sabah gelir gelmez sobayı yaktırıp, portatif sandalyesine kurulup akşama kadar o gürültü patırtının, tuz dumanın arasında uyuklardı, bazen ayılınca bulmaca çözer, tekrar uyuklamaya başlardı, yeniden uyanınca sağına bakar soluna bakar bir şeyler yapmak isterdi.
İşimize karışma olanağı da olmayanca Kasım usta sıkıntıdan çatlayacak duruma gelirdi, eve gitmek isterdi. Haşim hemen fırlar yerinden, işten kaytarmanın fırsatını Halil’e kaptırmak istemezdi. Durumdan rahatsız Oluyormuş gibi bir tavır takınarak; el kol hareketleri ile belirgin hale getirirdi, yapmacık tavrı Halil’in dikkatine, “babamı bırakıp geliyorum” bir, bir buçuk saat sonra dönerdi, yokluğunu fırsat bilen Halil, ha bire abisini karalar, kendisinin yaptığı iyilikleri anlatır, yaptığı iyiliklerden birazda bize damlasa diyeceğim yok, ayda bir cübbeli sarıklı adamlar gelirdi dükkâna, Halil adamlara bir vaiz verir ki, adamlar mest olur birde ederinden hayli yüksek ücretle, dergilerini satın alırdı, oysa Halil günlük içki içen, namaz kılmaz, oruç tutmaz, öfkelendimi tanrıya söven, bar pavyon dolaşan biriydi. Halil’in karakteri yıllar önce okuduğum “din tüccarı” adlı romandaki başkarakterle uyuşuyordu…
DİN TÜCCARI
Kilise olmayan yerleşim yerlerinde, dini yaymak için gezici papazlar varmış, papazlardan biri yerleşim yerlerini gezip uygun gördüğü yerlerin birinde konaklamış, müthiş dilbaz olan papaz, cebinde iki tane zarla dolaşırmış, o zarlarla oynadığı kumarla, o zaman sayılı kişilerde bulunan otomobili kazanmış, birçoğunun at sırtında gideceği yerlere otomobille gitmesi daha çok saygınlık ve itibar demekti. Yeni geldiği kasabanın kilisesi vardı, lakin papazı yoktu zaten kiliseyi tavuk kümesine dönüştürmüşlerdi, uyanık papaz kasabanın hemen analizini yapmış, geliri bol olan aileler ve genç güzel bayanlar ilgi alanına almıştı, papaz dilinin maharetleriyle kasabalılardan her türlü ihtiyacını karşılatıyordu, uçkuruna düşkün olan papaz, hoşuna giden kadınları kandırıp cinsel güdülerini tatmin ediyordu. Birçok defa başı belaya giren papaz ne yapıp edip her seferinde sıyrılıyordu. Cebindeki zarı çıkarıp kasabanın gençlerinin cebinde ne varsa silip süpürüyordu. Artık kasabalıların dayanacak gücü kalmamıştı papazın sahtekâr olduğu söylemleri her geçen gün artıyordu. Durumun farkına varan uyanık papaz üç beş kişiyi bir arada gördü mü? Hemen dini söylemlere başlıyordu lakin çabası kasabalıları ikna etmeye yetmemişti. Kasabalılar papaz olduğuna inanmamaya başladılar, papaza “papazsan bize kanıtla Pazar günü ayin yapalım vaiz ver” dediler. Eski kiliseyi yeniden düzenlendiler boya badana yaptılar. O gün gelip çatmıştı, herkes büyük bir merakla bekliyordu. Kasabalılar yediden yetmişe kiliseye doluşmuştu, büyük bir heyecanla vaizi bekliyorlardı, din tüccarının maskesi düşecekti, bu kalabalığın içinde canlı çıkma ihtimali yoktu. Kürsü olarak kullanılan yere çıktı, papaz gayet sakin ve kendine güveni sonsuz bir edayla hitaba başladı. Önce sakin tane tane cümleler kurarken konuşmasının ilerleyen kısımlarında hiddetlendi o kadar etkili konuşuyordu ki kimileri hüngür hüngür ağladı kimileri bayıldı, kendinden geçti, mest oldu vaiz bittiğinde papazın ellerine sarılanlar, onu peygamber gibi görenler ve ayağına kapananlar vardı. Konuşmasının sonunda “Artık sizler doğru yolu buldunuz benim burada işim bitti, başka kasabalar beni bekliyor” dediğinde kasabalılar kalması için yalvardı, nafile geri adım atmadı. Otomobiline binip, kasabadan ayrıldığına ciddi miktarda parayı cebine indirmişti, elinde zarları ovuşturarak, şeytani gülüşüyle dikiz aynasında el sallayan kasabalılara alaycı bakıyordu. Para hırsının yaratığı adam, aslında papaz değildi; mesleğinin hakkını veren bir düzenbaz din tüccarıydı…
****
Portatif sandalyesinde uyuyan Kasım usta, canlanır birden, Ökkeşşşşşşşş!! diye bağırır ardında küfürü basar; sanki defalarca seslenmiş Ökkeş amca duymamış, bunu sık sık yapardı kasım usta…
Bezende yüzünü gererek tiksinir gibi bakardı, Ökkeş amca neye öfkelendiğini anlayamaz öz güvenini yitirir, eli ayağı birbirine dolaşır, Halil izleyip müdahale etmese Kasım usta Ökkeş amcaya şiddet uygulayacak bir çok defa uygulamış bir keresinde bende tanık oldum zar zor ayakta duran cılız bedeniyle Ökkeş amcayı yitiği gibi ağız üstü yere devirdi, zavallı ihtiyar çıt bile çıkarmadan kanayan burnuna aldırmadan, işe devam edecekken Halil “Git Ökkeş abi elini yüzünü yıka öyle gel”derdi. Ökkeş amcanın boynu bükük hali ve ağlamaklı gözleri beni çok etkilemişti. Yıllarca çalıştım bir birikimim yok acaba dedim kendi kendime….. Birden ürperdim; düşünmesi bile acıttı içimi.
*****
Koca boruları hızlıca tornalayıp atıyordum, birden cızırtıya benzeyen bir ses bakışlarımı peşinde sürükleyerek dehşete götürdü!... On beş kiloluk metal boru şiddetle düşünce eli kiloyu bulmuştu. Bedenin büyük bir kısmının ezilmesiyle beraber, sadece bir metre kare sürünerek beş dakika daha hayatına kazandırmayı başarmıştı, lakin acıların zirvesi onu ölüme taşımıştı. Önce korkunç derecede sarsıldım, sonra midem bulandı, tiksindim. Evet, katildim lakin kazada olsa böyle bir yaratığın ayağımın altında dolaşmasından müthiş, rahatsızlık duyuyordum. İğrenç bir yaratıktı. Doğru onu da yaşama bağlayan vazgeçilmezleri vardı. Beş dakikanın direnişi, bunu sergiliyordu, belki güdüsel bir refleksti….
Bir süre kimseler farkına varmadı, farkına varanların yüzü ekşidi tiksintilerini mimiklerine yamadılar. Ben ürktüm kaldıramadım kimselerde tenezzül etmedi, orda olmasından, rahatsızlık doyuyordum. Üzüntünün yerini tamamıyla tiksintiye bırakmıştı, çırak Mahmut’a kaldırmasını önerdim, o da tiksindiğini yüzünü buruşturarak ifade edince çaresiz görmezlikten gelecektim, benim üzerimde yarattığı etki izin vermiyordu.
Yeniden işe odaklanma çabasına girişmiştim, aklım ordaydı. Nihayet, paydos saati gelmişti. Dükkânın darabanları indi. Eve doğru ilerken acaba kokar mı? Sabaha kadar kokar tabii ki, lakin havalar ılık o kadarda kokmaz bence, o gece kâbuslarla sarmaş dolaş olmuştum, açtım yemek yemedim, sabah işe gittiğim de darabanların açılmasıyla, o iğrenç ceset kokusu genzimize dolacak diye nefesimi tutup atölyeye girdim. Bir kitapta okuduklarımı, anımsadım;
FİRAVUNLARIN GİZEMİ
Mısırda firavunlara yapılan piramitler birçok odadan oluşuyordu, firavunun cesedi yeri bilinmesin diye hangi odaya gömüldüğü gizlenirmiş, gömülen oda hava almayacak şekilde kamufle edilirmiş, firavunların bütün özel eşyaları, hazineleri beraber gömülürmüş, duvarları kırıp açan define hırsızları, mumyalanan firavunun lanetine uğrar, zehirlenirlerdi. Oysa ortada herhangi bir lanet yoktu, uzun süre kapalı kalan cesedin çürümesi sonucu, salgıladığı gazlar, odada hapis olunca öldürücü bir zehirde dönüşmesi kaçınılmazdı. Mezar açılır açılmaz, mezar hırsızlarını, ölüme götüren sürprizle karşılanırmış. Yüz yıllar sonra mumyanın laneti araştırıldı, gerçek ortaya çıkınca, mezar hırsızları, piramitleri yağmalamaya devam etti. Mısır hükümeti güvenlik önlemlerini almışlar, lakin yetersiz kalmış, ta ki teknojinin gelişim anına kadar yağma hızla devam etmiş, bu zaman süresince değerli eşyalar çalınmış geriye kalan mumyalarda önemli hasar görmüştü, içinde barındırdığı gizemlerin bir çoğu çözülürken, bilim adamları yüzyıllardır çalışmalar yürütüyor, çalışmaların halka açılan bölümü hangi boyutta olursa olsun benim için, kenarında köşesinde özel bir gizem duygusunu taşıyacaktır mısırın tarihi…
Bizim ceset kokmuyordu, üstelik aynı pozisyonda duruyordu.
Bir süre sonra, Ökkeş amca elinde kürek ve bir çöp parçasıyla geldi. Kedi kadar olan fareyi alıp çöpe attı. Artık daha rahattım, henüz olayın etkisini düşüncemden tamımı ile silemedim…
Bugün oldukça huzursuzdu Kasım usta, yine bağırıyor mantıksız davranışlarda bulunuyordu. Kim gözüne çarparsa işinden ediyor, şunu kaldır şunu götür, onu geri getir, tekrar götür. Halil çıldırıyor, bir şey söyleyemiyordu, sanki Halil can çekişiyor, yüzünde terler pul pul dökülüyor, öfkesini işe yüklüyordu, zor bela öğle yemeğimizi yedik, Halil hemen, işe başlattı, su bile içemedik.
“Lakin acıların zirvesi onu ölüme taşımıştı. Önce korkunç derecede sarsıldım, sonra midem bulandı. Onu’da yaşama bağlayan vazgeçilmezleri vardı, beş dakikanın direnişi bunu sergiliyordu, belki güdüsel bir refleksti….”
Her gün birkaç kere o zeytinyağı şişesinden yudumlardı, zeytinyağı şişesi kırılmıştı, gözleri açık takma dişleri ağzında kaymıştı. Küçümseyici tavrı yüz mimiklerinde yerini boş bakışlara bırakmıştı. Tutunmaya çabaladığı baharat rafı devrilmiş, yağ baharat, fare zehiri birbirine karışmıştı.
Önce Halil gördü topal ayağını ardında sürükleyerek feryat figan bağırdı, berbat bir dram sahneliyordu. Üzerine kapandı ağlamaya başladı ardında Haşim gördüğü manzara karşısında olduğu yere yığıldı. Biz öylece dona kaldık, birkaç dakika sonra, Ahmet telefon etti, ambulans istedi. On beş dakika sonra ambulans geldi nabzına baktı, görevli bir an durakladı, yüz hatları gerildi, o an kelimler dilinde düğümlendi, “maalesef” diyebildi, devamı anlaşıldı. Halil ve Haşim cenaze yaklaşmak istedi, engellediler. Bir süre sonra polis geldi bizi oradan uzaklaştırdılar, incelmeler yapacaklardı, Ahmet tedirginlikle cenazenin olduğu yeri görmeye çalışıyordu, alnında biriken terler, yüzünden kayıyor, gömleğini ıslatıyordu. Nefes alışları, sıklaşıyordu, hafif omzuna dokunduğumda birden ürktü, gözlerinin içine baktım, soğukkanlılığımı yitirmeden, anladım der gibi yüz hatları derinleşti; korkuyla şiddeti yansıtıyordu.
Etrafımızdaki işyerlerinden gelen esnaflar, Haşim ile Halil‘i sakinleştirmeye çalışıyorlardı. İki saat sonra, olay yeri ekibinin işi bitti. Cenazeyi otopsiye götürdüler, komşu esnaflar dükkânı kapatıp, Halil Haşim’i alıp gittiler, biz orda kalakaldık, başımı kaldırdığımda Ökkeş amca ellerini gözlerine kapatıp ağlıyordu. Mahmut daha ne olduğunun farkında değildi, ona film gibi geliyordu. Ahmet’in düşünceli tedirgin tavırları devam ediyordu. Ahmet’e tekrar baktığımda, gözlerini benden kaçırdı. Ben derin bir nefes alıp, gökyüzüne baktım rahat ve huzurluydum, maviyi ciğerlerime çektim…
Kasım ustanın cenazesinin inceleme işlemleri bitmişti. Artık cenaze namazı kılınıyordu, ön safta Haşim, Ökkeş amca, Haşim’in oğulları vardı. Lakin Halil yoktu. Ahmet’te yoktu, polis bana da bir takım sorular sormuştu, bildiklerimi, gördüklerimi gayet, net anlaşılır bir dille, soğukkanlılığımı muhafaza, ederek anlatmıştım. Doğrusu şaşırmadım, sonradan öğrendim Halil ve Ahmet tutuklanmış biri cinayetten diğeri azmettirmekten. Mirasın büyük bir kısmının Halile kalması tesadüf değildi…
“önce korkunç derecede sarsıldım sonra midem bulandı, tiksindim evet katildim…”
Bana acılar çektirdiler, defalarca öldüm, şimdi onlar ölümün soğuk nefesiyle yüzleşsinler. Ailemi kaybettim, kızımı, oğlumu, eşimi öldürdüler, yarım kaldım; hayatımın anlamını yitirdiler. Onlar sorumluydu, sigortamı ödemediler, evim yandığında hastane masrafları için borç bile vermediler.
Hiç eldiven kullanmazdım, Halil’in eldivenlerini ve ayakkabılarını giydim, herkes işle meşgulken aldıklarımı yerine koymam zor olmadı. Halil Ogün birkaç saat geç gelmesi işime gelmişti. Eldivenlerini ayakkabılarını giyip işe başladığında mutfakta Kasım usta can çekişiyordu.
Ahmet mutfaktan çıkarken beni gördü, söyleyemezdi. Bende onu gördüm hayatına mal olacağını biliyordu, korktuğu başına geldi, demek ki “Korkunun ecele faydası yok” . Kasım usta öldü mü? Yoksa öldürüldü mü? Ben de bilmiyordum, ben süreci hızlandırdım…
24.08.2011
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.