EMESEG 7
Denizden esen meltem, kayalara çarpan dalgalar, kıyıda serili kumların üzerinden geldiği yere dönen suların çıkardığı hışırtılar sevdalı anışlarına devam ede dururken, uzaklardan gelen ikindi ezanıyla yattığı kayalar üzerinde doğrulan Emeseg, çıktığı yolculuktan “koparım” endişesiyle gözlerini açmadan sonuna kadar dinledi. Yavaşça tekrar uzanırken Ayen’nin sesini ilk duyduğu anı hatırlamıştı.
“İşitmelisin…”
“Görmelisin…”
Göğsünün üzerine biri başını koymuşçasına ninni tonunda, duru, duru olduğu kadar da içten, yumuşak bir sesle uyanıverdi. Yatağında oturur vaziyete geldi. Henüz yedi yaşında olmasına rağmen yıllardır aşinaymış gibi tanıdık gelen sesin sahibini aradı. Yabancı kimseler yoktu odada. Sağ tarafta küçük kardeşi, sol yanında ablası; mışıl mışıl uyuyorlardı. Anne ve babasının odasında da herhangi bir uyanıklık emaresi yoktu.
Pencerenin önündeki çalar saate baktı. 4’ü biraz geçiyordu.
"Kime aitti ses?"
"Şu an neredeydi?"
"Rüya mı görmüştü?"
“Ama rüya görülür, işitilmez ki…” diye düşündü bir an.
“Ne kadar yakından gelmişti ses. Hemen açıverseydim gözlerimi, sesin sahibini belki göğsümün üzerinde görebilirdim.”
“Ne güzeldi.”
“Ne hoştu o ses.”
“ Uyusam tekrar duyar mıyım acaba?”
Diye, düşünceleri ordan oraya zıplıyordu adeta.
Yeniden uzanmak için yorganı üzerine çekiyordu ki uzaktan, bir o kadar da derinden geliyormuş izlenimi veren bir sese, bütün dikkatini vermeye çalıştı. Hiçbir şey anlaşılmıyordu. Yavaşça yorganın altından sıyrılıp çıktı.
"Döndüğünde yatağı soğumamalıydı."
Kimse uyanmasın diye sessiz olmaya özen göstererek kapının arkasında enine doğru, bir baştan öbür başa uzanan demirden mandalı yerinden çıkardı. Kapıyı yarım açıp ahşap balkona çıkıverdi.
Evleri kerpiçten ve iki katlıydı. Alt katta ağabeyi, yengesi ve yeğenleri, üst katta da kendileri kalıyordu. Karakış ortalarıydı. Akşamüzeri ayaz vardı. Oysa, şimdi her yer hatta balkon bile, bembeyaz karla örtülmüştü. Yalınayaklarıyla basmıştı kara.
Önce, "geri dönüp içerden ayakkabılarını giymeyi" düşündü.
Sonra;
"Sobalarının sadece tezek yakabildikleri için erkenden sönüverdiğini; bu yüzden soba sönmeden yataklarını sererek, içine girip ısıttıklarını; uyuyuncaya kadar ablasının, bazen okuduğu masallardan bazen de ninni fısıltısında türkü söylediğini; sabah kalktıklarında ayak yoluna/helaya gitmek için babasının “soğukkuyu” dediği lastik ayakkabılara ayaklarını sokar sokmaz buza basmış gibi ürperdiğini" düşündü. Vazgeçti.
"Ha kara basmış ha lastik giymiş. Fark etmezdi."
Sesi, şimdi daha net duyuyordu.
"Bu, bir ezan sesiydi."
" Ama camiden gelmiyordu sanki."
" Hem köyün hocasının sesine de benzemiyordu. "
"Ses çok güzeldi. Hatta çok bile yetersizdi. "
"Bu sesi bir ömür dinlese bir an usanmazdı. "
"Yoksa, hoca, sabah ezanını mı böyle güzel okuyordu?"
Sonra babası geldi aklına. O, her sabah camiye giderdi. Birkaç kez uyanmıştı da babası giderken. Kapı mandalının sesiyle. Ama daha çok zaman vardı babasının camiye gitmesine.
Sesi dinlemeye verdi tekrar kendini. Babasını sonra düşünürdü.
4. kez “Allahü Ekber” i işitiyordu.
Öyle uzatıyordu ki “Allah” derken sesini;
"Sanki bu kelime tüm dünyayı, tüm karanlığı aydınlığa kavuşturmak istercesine kuşatıyor, yıldızlara ulaşıyor ve oradan sonsuzluğun kapısını aralıyor gibiydi."
Ürperiverdi tepeden tırnağa. Bu ürperti de hoşuna gitti çocuğun. Üşüdüğünde ürperirdi bazen. Ama, bu öyle değildi. İçine ılık ılık bir şeyler akmıştı sanki ürperirken.
Kendi adını uzatarak söylese bu da aynı etkiyi yapar mıydı acaba? Sessizce mırıldandı uzatarak. “Emeseeeg!” Olmadı. “Emeeeseeg!” Beğenmedi. Kendini bile kaplamadı bu ses. Ağzının yönünde birkaç metrede eridi sanki. Annesinin adını sesledi. Tatlıydı. Doyurucuydu. Babasının, ablasının, dedesinin adını sesledi bir bir. Hiç biri de olmadı. Aynı şey değildi.
"Bu kelimeyi/ismi bu kadar güzel yapan şey neydi? "
"Bak şimdi balkondasın. Biraz önce yatağındaydın. O zamanda yalnızdın, şimdi de. Hiç kimse bir diğeriyle her an beraber olamaz.. ama bu ismin sahibi her an herkesle beraber. Yatarken de balkonda iken de seninle. Ve bir an olsun seni bırakacak da değil."
Der gibiydi bu ses. Doyulmuyordu. Tekrar ürperiverdi.
Ayaklarının altında kalan kar erimeye başlamıştı.
“Eşhedü En La İlahe İllallah”
Diyordu. O, nadide ses.
Yine, o kelime, kaplıyordu her yanı, her şeyi. Sanki :“Bu kelime/nin sahibin/den başka bir şey yok”
“Hiçbir şeyden korkma. Hiç bir kimseden bir şey bekleme. Kimseye bel bağlama. Yalvarıp boyun bükme. Her şey, herkes birkaç metrede sönüveren kelimeye/isme sahip. Ama her şeyi kaplayan ismin sahibi öncesiz ve sonrasız.”
Der gibi, bu ses.
İliklerine kadar ılık ılık akan bir şeylerin hissiyle bir kez daha ürperiverdi.
"Bu kelimeyi/ismi bu kadar güzelleştiren neydi? Neydi? "
"Ah, bir bilseydi."
“Eşhedü En La İlahe İllallah ”
Diyordu ikinci kez. O, su durusu ses.
“ Her gece aynı saatte kalksam, duyabilir miyim bu sesi acaba?"
"Annemin uykusu hafifti. Niye uyanmaz? Uyanıp da dinlemez? Uyandırsam mı?”
Diye düşündü bir an. Ama nasıl terk edilebilirdi bu hal. Bu düşünceler bile alıkoyuyordu sese olan dikkatini. Şu an sadece bu sesi dinlemeli, bu kelimeleri işitmeliydi.
“İşitmelisin” diyen, göğsü üzerinde sahibini aradığı kişinin sesi olmasındı bu ses?”
“Yoksa bunları işitmem için mi uyandırdı beni? “
“Olabilir miydi? “
“Niye sadece beni?”
“Babam, annem, kardeşlerim herkesi ama herkesi uyandıramaz mı? Yoksa herkese ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı mekanlarda mı dinletiyor?”
“ Peki niçin dinletiyor?”
"Ah, ah bir bulabilseydi bu soruların cevabını."
Ilık ılık ürpertirken çocuğu o her şeyi kaplayan isim:
“Bu evren ve evrendeki her şey benim. Hiçbir şeyi bir diğerinden her şeyi ile koparmak mümkün değil. Farklı olsalarda, kimi canlı kimi cansız gibi gözükse de her şey birbirine bağlı. Her şeyin özü benim ve ben aslında tek’im.
Kol senin, bacak senin, göz, kulak senin.
Anne senin, baba senin, kardeş senin.
Düşünürsen bunlar sana yakın şeylerin.
Taş senin, toprak senin, ot senin, su senin, karınca senin… bunlar sana en az yakın olanlar kadar yakın.
İhtiyarlar senin, bebeler senin, teyzeler, emmiler, tüm insanlar, tüm canlı ve cansızlar senin.
Güneş senin, ay senin yıldızlar senin.
Gece senin, gündüz senin.
Her şey senin.
Uzak bildiklerin aslında ayrılman mümkün olmayacak derecede yakın sana. Kalbin gibi. Miden, beynin gibi. Ve her şeyin özü benim. Senin olan her şey benim. Kendini tek gördüğün için “ben”, diğerini tek gördüğün için “sen” diyorsun. Konuşup anlaşabilmen için öyle. Yoksa ne sen varlığınla teksin, ne de ayrı gördüğün öbürleri.
“Ben” demekle yanıldığın gibi “sen” demekle de yanılıyorsun. Hepinizin, her şeyin özü bir. Ayrı değiller. Göz bebeği, gözden ayrı olabilir mi? Var olan sadece ama sadece benim ve ben tek’im. Öyleyse kimseyi üstün görerek onun aklına tabi olma. Evrendeki değişmez yasalar benim. Mükemmel ötesi sistem benim. Onu anlamaya çalış. Aklı bunu anlaman için verdim sana. Bu gerçeği anlamayanlar, uyman için yasalar koymaya kalkıştıklarında sakın ha aldanma. Zira ben varım. Benden başka ilah yok.”
Diyor gibiydi… Sözünü anlamasını ve gözüyle görmüş gibi de şahitlik yapmasını istiyordu adeta.
Ayakları altında eriyen kar suları, parmak aralarına kadar, ıslatmaya başlamıştı.
“Eşhedü Enne Muhammeden Rasülullah”
Zihnine ulaştığında;
"O, süte bal karıştırılıp da içilircesine tatlı ses."
"Asırlardır yaşıyormuş ve hep bu kelimeleri işitiyormuş gibi hiçte yabancısı olmadığı o ses."
“Sahi, en az kendisi kadar tanıdık gelmesinin nedeni neydi bu seslerin?”
“Hele bu ikinci kelime/isim olan MUHAMMED kelimesi neden bu kadar yakındı kendisine?”
“ Neden onu, anne ve babasından daha çok yakın hissediyordu kendine?”
“ Yoksa bu ses onun muydu?”
“Ne kadar güzel ses.”
“ Ve ne kadar tatlı.”
“ Ne güzel kelime.”
“ Ne kadar övülse az.”
“ Ne kadar yumuşak bir his veriyor insana.”
“ Merhametle yüklenmiş adeta.”
“ Ne tatlı isim.”
“ Ne güzel. Ne hoş.”
“Ah, ah bir anlayabilseydim.”
Diye düşünürken bir taraftan da “sesin ne diyor olabileceğini” düşünüyordu.
Sanki:
“ Sistemi tanıman için tanıman gereken biri. "Kim anlamış ki ben anlayabileyim" demeyesiniz diye görevlendirdiğim biri. Onun zamanında yaşamasan da onun öğrettikleri ve örnekliği gözünün önündeymiş gibi elinin altında. Öğrenecek, tanıyacak, o aranızdaymış, hemen yanı başınızdaymış gibi onu örnek edinerek yaşayacaksın. Aklına bir şey takıldığında, üç kişi bir araya gelip bir iş yapmaya, ya da bir şey konuşmaya başlamadan önce ona danışacaksın. Sana gönderdiğim mesajları anlamak için ona başvuracaksın. Geçmişte olduğu gibi çoğu kendini akıllı sananların ipe sapa gelmez, kendilerinin bile anlayamadıkları öğretilerinin esiri olmamak için. Maleyani gündemlerle seni oyalayanların ağına düşüp kurbanları olmaman için. Sadece ama sadece, onun örnekliği ve mesajlarımı açıklayan öğretileriyle yaşamını düzenlemelisin. Zira sistem içinde uyumluluk, yararına olacaktır. Bunun en güzel örneği de rasülüm Muhammed’im dir. O hiçbir zaman hevasından konuşmamıştır. Onun konuştukları benim mesajlarımdır. O ne dedi ise yapın ve neyi yasakladıysa kaçının. Onunla kalkın, onunla oturun, onunla yürüyün, onunla yatın. O’ndan ayrılmayın. O’na sırtınızı dönmeyin. O’nun yanında sesinizi yükseltmeyin ya da o bir konuda bir şey demişse, sözüne aykırı söz söylemeyin. Bunun içinde her konuda onun ne dediğini iyi bilmelisiniz. Bilmiyorsanız susun. Ki hata yapmayasınız. Ona karşı sesinizi yükseltmiş duruma düşmeyesiniz. O’nun düşmanlarının yaptığı gibi yapıp da karşısında olmayınız. O’na uyunuz. Uyarsanız bana uymuş olursunuz. Uyarsanız evrendeki yasalarıma uymuş olur ve değişmez sistemi/gidişatı daha iyi anlarsınız.”
Der gibiydi. Birkaç kez peş peşe ürperiverdi çocuk. “
“Neler düşünüyorum böyle.”
“Acaba bunlarda sessiz sessiz içime mi işittiriliyordu?”
“İçime mi işleniyordu?”
“Ah, bir bilebilseydim.”
“Eşhedü Enne Muhammeden Rasülullah”
"Bu ses nereden geliyor?"
"Neden bu kadar güzel?"
"Bu güzellik kelimelerden mi kaynaklanıyor?"
"Yoksa, kelimelerin taşıdığı anlamdan mı?"
Derin bir nefes çekti içine çocuk.
"Ah...Ah, bir bilebilsem!"
"Anne mi uyandırsam mı acaba? belki o da dinlemiştir, sorup öğrenmiştir bu sesteki güzelliğin nedenini? Dedeme mi gitsem acaba? Hem, köydeki bir çok kişi ona sormuyor mu? Hatta köy camiinin hocası bile bir çok şeyi, ona sorup öğrenmiyor mu? "
Nasıl dayanıyordu bu sese, bilmiyordu. Kendini kırılıp paramparça olacak cam gibi hissediyordu.
Tüyleri diken diken olmuştu. Ama üşümekten olmadığını biliyordu. Zira, hala içine ılık ılık bir şeyler akıyordu. Gittikçe vücudu da ısınıyordu.
Bu ses... Bu söylenen şey; tüm umutlarını yitirmiş, çaresizliğin pençelerinden kurtulmak için kılını dahi oynatamayacak durumda olan birine, tırnağından saç tellerine kadar umut aşılıyor gibiydi.
Gücünün sınırı olmayan birinin, hiç bir gücü olmayan naçiz birine tutunsun diye uzattığı bir kurtuluş eliydi sanki.
Sanki dibi görünmeyen, düşmekle sonu gelecek gibi de gözükmeyen bir kuyuya ya da uçuruma düşmekte olana uzattığı kopması mümkün olmayan kavrandığında da kolay kolay bırakmayan kalın bir ipti.
Şayet hissettikleri gözle görülebilse var gücüyle tutunacaktı. Bütün bedeniyle kavrayacaktı...
Bırakmayacaktı...
Düşmekten kurtulacak, hatta tüm korkuları bitecekti.
Ürperdi yine...Bu ürperişi daha uzun sürdü. Kollarını bir iki defa kanat gibi şöyle sallayıverse uçabilecek kadar hafiflediğini hissetti.
Bu yaşadıkları gerçek miydi? Rüya mıydı? Sağ eliyle kulak memelerinden tutup hafifçe çekiverdi. Gerçekti... Gerçekti...
Kara bastığı yerde ayaklarının arsındaki karlar da erimişti. Balkon ahşaptan yapılma olduğu için de tahta arasından eriyen kar suları sızmaya başlamıştı.
Gözleri ufka takılıp kaldı bir an. Zira, göğün rengi değişivermişti aniden. Vücudu ikiye ayrılmıştı. Bir yanı korku üretiyordu yoğun bir şekilde; diğer yanı, huzura kavuşuyordu adeta. Şaşkındı bir yanı. Öbür yanı hayrandı. Bu kadar güzel sese şimdi de muhteşem bir gök görüntüsü ekleniyordu.
“Hayye Ala SSalah”
Diyordu merhamet dolu ses.
Yıpranmış bez parçası gibi yırtılıyordu gök. Gök kuşağı renkleri her zamankinden iki, üç kat daha fazla olarak belirmeye başladı. Şaşırmıştı. Ne yağmur ne güneş vardı. Yerden göğün sonsuzluğuna doğru dikey olarak uzayıp gidiyordu. Tam ortasından sağa doğru mavi, sola doğru kırmızı diğer renkleri yutarcasına kendine katıyordu. Tüm renkleri yutan oburlaşmış iki renk doymak bilmiyordu. Şimdi de birbirini yiyordu adeta. Daha önce hiç görmediği bir renge dönüşüyordu. Bu rengin boya kalemleri arasında olmasını çok isterdi. Olsaydı belki bilirdi adını.
Ses… sese de ne oluyordu böyle?
Yanlış mı görüyordu?
Ses, kırmızı-mavi karışımı renkten ibaret kalan ufka doğru, kartalın avına doğru süzülüşü gibi süzülüyordu. İğne ucu misali değdiği anda da ufkun tam karşısına gelen tarafında orta yerinden suya düşen taş gibi dairecikler oluşturmaya başladı. Ve başladığı yerden gözleriyle bakamayacağı parlaklıkta ışık huzmesi beliriyordu.
Ürpermiyordu artık. Zangır zangır titriyordu çocuk. Üşümekten değildi bu titreyiş. Korkudan da değildi. Daha çok, henüz yeni uçmayı öğrenen serçe yavrusunun kanat çırpması gibi bir şeydi. Tutabilse ya da yapabilse sese takılıp oda gidecekti ışığın belirdiği yere.
“Yoksa işittiğim bu ses ile gördüğüm ışık arasında bir bağ mı var?”
“Neden oraya gitmeyi bu kadar çok istiyorum?”
"Ve neden gidemiyorum?”
Diye arzu dolu soruları yanıtsız kalıyordu.
“Ah…ah bir gidebilsem!”
Diye düşündü, sessiz sedasız.
“Hayye Ala SSalah”
İkinci kez tekrarlanırken bu kelimeler, aklına annesi geldi bir anlığına.
Kışın ayazlı, don gecelerinde ısınamayınca yatağında, annesi gelirdi yanına. Bağrına basar ısıtırdı. Bazen de besmele çekerek, uyandırmadan kucağına alır, kendi yatağına götürürdü. Ama o her defasında uyanırdı ve sıkı sıkı sarılırdı annesine. Babası da saçını koklardı. Dünyalar onun olurdu.
Ama o ses bu duygularını kamçılıyor, kelimeleri de bir başka ısıtıyordu içini.
“Hadi gel ben ısıtayım seni” der gibiydi.
Sesin ve kelimelerin peşine düşüp gidebilse yapabileceği en doğru, en güzel işi yapmış olacağı duygusu her yanını kaplıyordu.
Buğday ekmeye babası onu da götürmüştü tarlaya da; ne olacağını, bunların nasıl başağa dönüşeceği zihnini kurcalamıştı. Ama biçme zamanı geldiğinde her tohumdan onlarca tanenin çıktığını görünce hayreti daha da çoğalmıştı. Bu ses ve kelimeler insanların hem kendine hem de başkalarının yararına yapacakları iyi işlerin tohumu gibiydi sanki.
“Hadi sende ek” der gibiydi.
“Ekse, ekebilse hiç kötülük yapamayacağını;”
ve
“Böyle bir tohumdan hep çok güzel işler ortaya çıkar. Kokusu dahi olur ve oda çok güzel kokar.” Diye düşündü.
“Ah…ah bir ekebilseydi!”
“Dalga dalga açılan ışık huzmesine bir gidebilseydi sonsuza kadar yaşayacaktı.”
“Ölümle hayatı bitmeyecekti.”
“Sonsuzluğun kapısı açılırmışçasına dalga dalga yayılan ışık huzmesine bir kavuşabilse her an ölmeye can atardı.”
“Ah… o gözler kamaştıran dalgacıklara bir kavuşabilse”
Alnında ve gözlerinin altında şebnemi andıran ter damlacıkları oluşmaya başlamıştı. Neresi olduğunu bilmediği, içinde bir yerde yangın vardı çocuğun.
Hayranlığı bile gölgeleyen duyduğu ses ve gördüğü şey miydi içindeki ateşin sebebi?
Ayaklarındaki ıslaklık da kurumuştu.
Ürperişlerin etkisiyle iliklerine kadar her yerinde hissettiği ılıklık şimdi de içinden dışına doğru akmaya başlamıştı.
Bu arada o ses;
“Hayye Ala LFelah” diyordu.
Bir an aklına; annesinin, kuluçka zamanını doldurmuş tavuk yumurtalarından civcivlerin çıkışlarını gösterdiği gün, geldi. Yumurta kabuğu, içinde civcivlerin gittikçe büyüyüp gelişen bedenlerine mukavemet edemediğinden olsun, civcivlerin gaga darbelerinin etkisiyle olsun önce çatlıyor sonrada çatlayan yer yavaş yavaş açılıyordu. Ve en sonunda uçları kıkırdak dokulu sarı gagalarıyla minicik yavru kendini göstermeye başlıyordu. Henüz kırığı olmayan bir yumurtayı civcivcik zorlanmasın diye kırmaya kalkışmış ama annesi hemen engel olmuştu.
“Öyle yaparsan civciv yaşamaz. Bırak kendisi kırsın ki yaşasın” demişti.
“Peki, şimdi bunları hatırlamasının yeri ya da zamanı mıydı?” diye zihninde beliren sorulara anlam bulmaya çalışıyordu.
“Yoksa; bu ses ve gördükleri mi hatırlatıyordu tüm bunları?”
“Ürperişlerle hissettiği ılık ılık içine akan ses miydi? Sonra da bu ses, zihnine nüfuz edip geçmişte yaşadığını hatırına getirecek etkiyi mi yapıyordu?”
“Ah .. ah bunların gerçek anlamını bir bilsem.” Dedi sessizliğini bozmadan.
“Hayye Ala LFelah!”
“Sanki duyduğu ses, sadece sesten ibaret değildi. İçinde kitap sayfalarına sığmayacak manalar taşıyordu.”
“Bunları anlamamamın nedeni küçük oluşum her halde.”
“Anneme anlatsam belki o daha iyi anlar” ama “şu an uyuyor, sabah uyandığında anlatırım” diye, düşündü çocuk.
“Kabuğun içindeki civciv yavrusu da buna benzer bir ses mi işitiyordu?”
“Kabuğu kırmasını ve dışarı çıkmasını söyleyen bir ses.”
“Nerden biliyordu kabuğun dışına çıkması gerektiğini?”
“Yoksa beden olarak bildiği asıl kendi olanı, bir yumurta kabuğu gibi sarıp sarmalamış mıydı?”
“Bu ses ona bedeninden çıkma zamanının geldiğini mi söylüyordu?”
Yine ürperiverdi.
Ürperişi devam etse uçabilirdi sanki. Ama devam etmiyordu. Bir anda olup geçiyordu.
“Ya öyleyse, ya kabuğunu kırmayı başaramazsa gerçek hayatla tanışamayacak mıydı?”
“Etrafındaki insanlar içinde kabuğunu kıran var mıydı acaba?”
Offf! Offf! Neler düşünüyordu böyle. Belirsizlik, bilmemezlik ne kötüydü. Bir an zifiri karanlığın ortasında hissetti kendini.
“Bu karanlıktan ne ile kurtulunur?” “Güneşi var mı? Varsa ne olabilir?”
“Biraz önceki isim olmasın?”
“ MUHAMMED.”
“Göbek adına, ne kadar benziyordu.”
“Göbek adım adım, Mehmet. Dedem vermiş bu ismi bana. Bazen de Memed derdi. Bu isimden mi kısalttılar acaba?”
“Ama Muhammed, Mehmet’ten daha hoş geliyordu kulağa. Evet, evet bu isim çok güzeldi. Sevmişti.”
“Yaşıyor muydu Muhammed? Neredeydi?”
“Tanışsa, sever miydi beni?”
“ Sorularımın cevabını o mu biliyor?”
“ O’na mı sormalıyım?”
Her geçen an zihninde onlarca cevapsız soru birikiyordu çocuğun. Çoğaldıkça zihnindeki karanlığın tonu da artıyordu.
Ufukta gördüğü ışıyan dalga gitgide büyüyordu. O adını bilmediği kırmızı mavi karışımı renk ise dalgalanan parlaklığın etrafında gittikçe küçülüp inceliyordu.
Ayakları, Ağustos sıcağında tarla toprağına basarmış gibi ısınmıştı.
“İşittiği o ses mi ısıtıyordu ayaklarını? Yoksa ufukta gördükleri mi?”
Bilmiyordu.. bilmiyordu.
“Ah! Bir bilebilsem”
Kapıyı açarken ses yapmamaya ne kadar özen gösterse de uykusu çok hafif olan annesi, demir mandalın tıkırtısını duymuştu. “Çocuklardan biri ayak yoluna çıkıyordur” diye yorumlayıp birkaç dakika kalkmadan yatağında beklemişti. Gereğinden fazla beklemeye dayanamayınca o da kalkmıştı. Kapıyı açmadan önce, perdenin bir kenarından başını uzatıp balkonun penceresinden bakmış; çocuğu hiç kımıldamaksızın dimdik ayakta duruyor görünce, ne olduğunu anlamaya çalışmıştı. Gözlerinin karşıya/ufka baktığını fark edince o da o yöne bakmış; her zamankinden farklı bir şey görememişti. Fakat çocuğun duruşunda bir gariplik olduğunu hissetmişti. “Korkuyor olsa bağırır, üşüyor olsa titrer”. Diye düşündü. Ama yüreği rahat değildi. İçinden, “kapıyı açıp yanına varsam dalgın haldeyken korkutabilirim”, “en iyisi biraz daha bekleyeyim. Belki anlayabilirim niçin orada öylece durduğunu” diye geçirdi.
Sonra ayaklarına ilişti gözleri.
“Aman Allah’ım! Yalınayak duruyor. Bu da ölen 7 çocuğum gibi zatürre olacak.”
Bir saniye bile bekleyemezdi. Onu alıp yatağına götürüp ısıtmalıydı. Kapıyı çekince mandala değip gürültü yapmıştı. Ama çocuk duymamış gibi kılını dahi oynatmamıştı. Birkaç kez adını mırıldandı. Her hangi bir tepki vermemişti. “Yoksa bu çocuk uyuyor mu?” diye geçirdi bir an aklından. Ellerini tuttu. Üşümemişti. Sıcacıktı. Ayaklarına dokundu. Onlar da sıcacıktı. Tekrar ellerini tuttu. Çocuk istifini bozmadan annesinin ellerini sıkıca tutmuştu. “Hiçbir şey söyleme, sen de dinle ve seyret ” demişçesine annesi de çocuğun yanında beklemeye başladı.
“Hayye Ala LHayril Amel!”
Diyordu, çocuğun duyduğu ama annesinin duyamadığı o ses. annesinin elinden tuttuğunun farkındaydı çocuk. O ses ve annesinin elinden tutmak ne kadar hoştu.
“Sanki, yapacağı en güzel şeyin annesinin elinden tutmak olduğunu söylüyordu.”
“Yoksa, bu ses beni, anne elinden daha hoş bir elden tutmaya mı çağırıyor?”
“Yoksa… yoksa bu ses bana; “ben annenin ninni söyleyen sesiydim. Şimdi seni annenden daha hoş ve itina ile sarıp sarmalayacak biriyle buluşmaya çağırıyorum, haydi gel.” mi demeye çalışıyor?”
Ürperiverdi çocuk. Onun ürperişi anneyi de ürpertti. Bu ürperiş annenin de hoşuna gitti. “yavrumun burda duruşu boşuna değil.” Diye düşündü. İçi sevinçle dolmuştu birden. Neler olduğunu o da merak etmeye başlamıştı. Kendi kendine, “sabret… sabırlı ol” diyordu sessizce.
“Hayye Ala LHayril Amel!”
İkinci kez söyleniyordu.
Zifir(köpeği) ile Gülkurusu(koçluk kuzusu) geldi aklına çocuğun. Her ikisine de kıyamazdı. Geçen yıl Zifir’i köyün bekçileri tüfekle vurmaya kalkışmışlar, saçmalardan biri sağ gözüne isabet etmişti. Korku ve acıyla bağırarak kaçan köpeğinin arkasından o da koşmuştu. Komşunun ağılının bir köşesinde sinmiş ve tiril tiril titreyerek acıyla inler vaziyette bulmuştu da boynuna sarılıp ağlamıştı. Kendisi ağlarken köpeği, kendi acısından vazgeçip ağlamamasını ister gibi burnuyla koltuk altlarını dürtüyordu. “ağlama, üzülme, gül” der gibi.
Ya Gülkurusu. Ne zaman kuzuları yaymak için kıra götürse, o, yanından hiç ayrılmazdı. Otursa oturur, kalkıp yürüse o da kalkar ve kendiyle yürürdü. Aç kalmasın diye de kuzusunu bir söğüt ağacının altına götürür, ince dallarından birkaç tanesini kırarak yapraklarını yedirirdi. Yaprakları avucunda biriktirip uzatmazsa yemezdi. Derken kurban bayramı gelmiş ve dedesi Gülkurusu’nu kurbanlık olarak kesmeye karar vermişti. Yalvarıp yakarmış,
“Dede beni kes, dede ne olur beni kes! Gülü kesme! Diye, gözleri on yerden pınar gibi çağlamış, yakarışlarına; annesi, yengesi, ablaları da ortak olmuş ama, dedesi dinlememişti. O kurban bayramını göz yaşlarıyla geçirmiş, kimsenin ne elini öpmüştü, ne şekerini alıp yemişti. Sofraya getirilen pişmiş kurban etini gördüğünde ise çıldırıyordu. Kalkıp uzaklaşıyordu. Soğan ekmek yemeyi tercih ediyordu.
“Bu ses, şimdi neden bunları hatırlatıyor bana? Çıkarımlarda bulunmamı mı istiyorlar acaba?”
“Sanki, sevmek ne güzel. Sevdiklerin için ağlamak ne güzel. Ama birisi var ki sevmekte onunla kimse yarışamaz.. Kimse sevgisini O’nun sevgisiyle kıyaslayamaz. İçine sevgiyi zarar görmesin diye saklayıp koyan, seni çok sevdiği için o eşsiz duyguyu özüne yerleştirdi.” Der gibi.
“Sanki, sevdiğinle buluş, sevgileriniz kaynaşıp bir olsun. Hadi gel kavuşun” der gibi.
“Ah, bu düşündüklerinin çıkarması gereken anlam olduğunun doğruluğundan bir emin olabilse!”
Annesinin ellerini sevgiyle sıkıverdi. Annesi de onun.
“Allahü Ekber, Allahü Ekber”
“Allah”
Dedi çocuk. Birbirine kenetlenmiş dudaklarını oynatmadan. Dilini damakları arasında çevirmeden.
“Allah”
Dedi çocuk. Bir başka çarpan yüreğiyle. Düşecekmiş gibi sallandı bir an. Annesi elini sıktı o an.
“Allah” dedi çocuk. Ürperdi yeniden.
“Allah” dedi çocuk. Annesinin duyabileceği ses tonuyla. Dudaklarını ve dillerini oynatarak.
“Hiçbir sözcük bu kadar güzel yakışmıyor ağzıma. Sanki, yiyip- içmek ve konuşmaktan öte bu ismi anmak için var” diye geçirdi içinden.
“Allah” dedi çocuk. Gözleriyle. Ve birer damla süzüldü her birinden yanaklarına. Anne durur mu? Çocuğunun gözlerinden akan yaşı görürde onun gözleri pınar olup çağlamaz mı? O da yavrusu gibi sessiz sedasız iki gözü iki çeşme bırakıverdi yaşlarını.
“Allah” dedi çocuk. Özüyle. Ellerini tutan annesi yığılıverdi olduğu yere. Ama bırakmadı çocuk annesinin ellerini. Bozmadı da istifini. Biliyordu annesinin o sesi duymadığını, ufukta belireni, görmediğini. Biliyordu. Çünkü, o sesi duyan yere yığılamazdı. Belki göğe…
“La İlahe İllallah”
Derken o doyamadığı ses.
“Allah” tektir. Var olan O’dur. Her şey ama her şey O, O’nun. Dedi çocuk. Ne dediğini bilmeden. Dediklerine anlam vermekten utanarak. Sanki, o yoktu. Annesi yoktu. Ne yer vardı ne gök. Ne kar vardı kışta. ne soğuk vardı karakış gecelerinde. Sadece ama sadece O vardı. Var olan O’ydu.: “ALLAH”
O ses kesilmişti. Ufukta beliren kırmızı mavi karışımı ince bir çizgi ile çevrilmiş rengin ortasında dalgalanan ışıyan göz kamaştırıcı parlaklık kaybolmuştu artık.
Ürperdi çocuk. Tepeden tırnağa tüyleri diken diken oldu.
Annesinin elini sıktı. Başını ufuktan çevirip öksüz kalmış çocuk gibi boynu bükük halde annesine çevirdi gözlerini. Sarılıverdi boynuna sıkı sıkı. Annesi de bağrına bastı yavrusunu sıkıca.
Kalkıp içeri girerken sessiz sedasız, köyün camisinden hocanın sesi gelmeye başlamıştı.
“Allahü ekber Allahü ekber”
Sabah ezanını okuyordu. Dönüp ufka baktı çocuk. Güneşin doğuşunun ön habercisi kızıllık kaplıyordu yavaş yavaş, yerden göğe doğru.
O sesi unutmayacaktı. Unutamazdı. Gördüklerini de.
YORUMLAR
Ne kadar doyurcu bir bölüm olmuş. Seviyorum uzun bölümleri.
Evet aynı şeyi düşünüyorum "Allah" sözü kadar dile yakışan ve söylemesi hoş bir kelime yok. Kelime kelime işlediniz bir nuru yüreğimize. Sabaha nurla başladım.
Okunması gereken bir kalem, çok değerli bir öğretmen, kıymetli bir dostsunuz. Kutluyorum. Saygılar çok çok...