- 1582 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hiç - Kırka On Var
Hiç – Kırka On Var
Yüzyıllardan savaş, yıllardan kargaşa, aylardan atkı, günlerden yağmurluktu…
Saat yirmi birin otuzuncu dakikasındaydı. Kırkıncı dakikaya on dakika vardı. Tam on dakika.
Üstünde lacivert gömleğinin üzerine giydiği gri ceket ayağında koyu renk pantolon, kahverengi ayakkabı ve sol kulağında parlak taşlı bir küpe olan otuz yaşında uzun saçlı bir yazar başı eğik olarak arkasına rüzgârı almış trafiğin sıkışık olduğu bir caddede yürüyordu. Yavaş yürüyordu. Korna sesleri sanki kafasının içindeydi. O kadar çoktu o kadar anlamsızdı ve bir o kadarda saçmaydı. Hiç kimse ama hiç kimse kornaya basınca önündeki arabanın yerinde durmaktan başka bir şey yapamayacağını anlamak istemiyordu. Trafik sıkışıklığına yakalanmış olanlar zincirleme bir ahmaklık senfonisine katıldığını anlamıyor ya da anlamak istemiyordu.
Kırkıncı dakikaya dokuz dakika kalmıştı.
Caddede sıkışmış olan trafikteki arabalardan; işiten gözlere küfür sesleri takılıyordu. Siyah camlı lüks bir arabanın içindeki şoför burnunu karıştırıyor bir yandan da yanmayan yeşil ışığa sayıp duruyordu. Orospu çocukları, diyordu; kesinlikle hile var bu ışıklarda. Çok çabuk durduruyor bizi, gaz fren yapa yapa bitiyor benzinimiz. Şikâyetlerinin ardı arkası kesilmiyordu. Hemen dört araba arkasındaki bir külüstürde ihtiyar bir adam bir u dönüşü yapmak için bir km yolu gitmesinin karayolları müdürlüğünün benzini çabuk bitirme hilesi olarak düşünüyordu. Bunları artık bir köşe yazar anlamalı ve dile getirmeliydi. Bu lanet yollar bir an önce düzenlenmeliydi ona göre. Hemen arkasındaki arabadaysa evleneli on yıl olmuş olan bir adam trafiğin açılması için dualar ediyordu. Bir cinayeti işleyebilmek için tanrının kendisine yardım etmesi adına dualar ediyordu. Evet, açılmalıydı trafik. Bu kez karısının evde bir başka adamla onu aldattığını biliyordu. Toplantıdayım diyerek kandırmıştı karısını ve bu baskını koynuna aldığı adam gitmeden yapmalıydı. Olamazdı; o bir paranoyak değildi ve olamazdı. Bunlar gerçekti. Aralarındaki aşkın öldüğünü iyi biliyordu ve karısının onu aldattığından emindi. Sadece çocukları için evli kaldıklarını her ikisi de biliyordu. Hiç dillendirilmemişte olsa bu aşikârdı. Görünen köy kılavuz istemiyordu. Ama şu lanet olasıca trafik açılmıyordu. Kim bilir adam karısının üzerinde kaçıncı defa gidip geliyordu şimdi. Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Her şey o lanet bilgisayarı eve almakla başlamıştı. Karısı tüm günü başında geçiriyor ve sürekli birileriyle sohbet ediyordu. Artık yemekler tuzluydu ya da tuzsuz. Artık diziler izlenmiyordu. Artık o lanet olasıca kumanda onundu ve kumanda kavgaları bitmişti. Artık kitap okunmuyordu. Artık, ah artık hiçbir şey yapılmıyordu. Kendisi uyurken karısının yazıştığı bir gece karısı tuvalete gidip mastürbasyonunu tamamlarken karısının açık bıraktığı pencerede “ellerim memelerini özledi” cümlesini o okumamış mıydı sanki bilgisayar ekranından? O düşmemiş miydi koca bir uçurumdan aşağı o dakika. O susmamış mıydı çevrelerinde örnek aile örnek eş olarak görüldüğü için. Çekip karısını vurarak gürültü yapıp çocuğunu uyandırmaktansa sineye çekip susmamış mıydı o?
Evet, susmuştu, ama artık buraya kadardı. Bu gece her şey bitecekti. Oğlunu annesine bırakmakla çok iyi etmişti.
Kırkıncı dakikaya sekiz dakika kalmıştı.
Şairin saptığı yokuş aşağı sokakta sokak lambasının altında bir adam eski püskü bir kamyonetin kasasında nar satıyordu. Kilosu bir buçuk liraydı. İhtiyar bir müşteri tadına bakmadan almayacağını söyleyerek pazarlık yapıyordu. Satıcı bir narı parçalamış; al amcacım, senin için kanını akıttığım narın. Satıcı şiir severdi. Şiir okurdu. Kendince yazardı da bir şeyler. Nar ve kan dedikçe aklına Birhan Keskin adlı şairin dizeleri geldi. Tutamadı kendini. Yaşlı adama okudu. Ne demiş biliyor musun amcacım şair? – Ne demiş evladım? Demiş ki amcacım; dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var. (Satıcı bu dizeleri okurken orta yaşlı gri ceketli şair oradan geçiyordu. Duydu, içinden katılmadan edemedi. Dürtme içimdeki narı, üstümde beyaz gömlek var. Çıkıp gitme o kapılardan, bana sensiz üşümek zarar. ) – Ne de güzel demiş evladım… Ne de güzel demiş. Haydi, kolay gelsin. Hayırlı işler evladım. İki kilo narını alan adam gitmişti. Şairde geçip gitmişti oradan. Ve tabii Birhan Keskin de satıcının aklından.
Kırkıncı dakikaya yedi dakika kalmıştı.
Şair saptığı yokuştan aşağı iniyordu. Aklı karışıktı. Bu insanlar ne yapıyordu böyle. Bu nasıl bir hayattı.
Şair bunları düşünürken bebek sahilinde lüks bir teknenin içindeki ensesi kalın bir iş adamının iktidarsız oğlu tonla para verdiği harika bir Rus kızıyla sevişmeye çalışıyordu. Sertleşme sorunu vardı. Çabuk da boşalıyordu. Boşalmadan kaç defa gidip geleceğini anlamaya çalışıyordu. Rus kızının gözlerindeki alaycı bakışı okuyabiliyordu. Kim bilir belki de yanından ayrıldıktan sonra pezevengine bu komik durumu anlatacaktı. Henüz yirmi yedi defa gidip geldikten sonra boşalmıştı ve hedefi en az üç yüzdü. Ama buna imkân yok gibi görünüyordu. O geciktirici haplardan spreylerden de kullanmak istemiyordu. Doğal olmalıydı bu. Doğal bir cinsel hayatı olmalıydı ve bunu doktorlar olmadan tek başına başarmalıydı. Tekrar başladı… bu kez olmalıydı. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz…. on altı, on yedi, on sekiz ah kahretsin. Yine boşaldım işte. Lanet olsun.
Adam tekrar işe koyulmakla meşgulken dalgalar kıyıyı dövüyordu. Delikanlı bir poyraz var mı lan bana yan bakan diye bağıran mahalle kabadayısı gibi dolanıyordu denizin üzerinde.
Bir balıkçı küçücük kulübesinde yanındaki arkadaşına Hemingway’in hiç unutamadığı İhtiyar Balıkçı adlı kitabını mutlaka okumasını öğütlüyordu.
Unutamamıştı o kitabı. Unutması imkânsızdı, çünkü okuduğu tek kitap oydu.
Kırkıncı dakikaya altı dakika kalmıştı.
Şair yürümeye devam ediyordu. Yanından eskimiş külüstür bir Amerikan arabası olan chevrolet geçiyordu ağır aksak. Camı hafif açıktı. İçinden Müzeyyen Senar’ın Çok geceler bekledim, belki gelirsin diyen sesi yayılıyordu sokağa.
Şoför ihtiyardı. Daha doğrusu erken ihtiyarlamıştı. Otuzunda genç yaşta kaybettiği karısının acısıyla ağartmıştı saçlarını. Kamburunu sırtlamış hayatı böyle yaşamaya başlamıştı son on yıldır. Tamı tamına elli beş yaşındaydı şoför. Emekli bir gümrük memuruydu. Arabasını da gümrükten geçen chevroletleri görünce almaya karar vermiş, karısı öldükten sonra tek tutkusu bu araba olmuştu. Kolay alamamıştı. Nice zorluklarla biriktirdiği parasını bu yalnız hayatına yeni eş almak için harcamıştı. Belki etten kemikten değildi ama anlıyordu kendisini, bunu iyi biliyordu. Eh o da yaşlanmıştı artık. Zaten kim yaşlanmıyordu ki. Kayalar bile çözülüp un ufak oluyordu. Her gece uyumadan okuduğu kutsal kitabındaki Enbiya suresinde geçen “her canlı ölümü tadacaktır” cümlesi geldi aklına.
Evet, karısı yıllar önce tatmıştı ölümü ve o güzeller güzeli kadının cennete gittiğini biliyordu. O da ölmek istemişti ardından ama intihar onu karısından büsbütün ayıracağını bildiği için ecelini beklemekle geçiriyordu günlerini. Chevroletsi onun tek uğraşı olmuştu bu bekleyişin içinde. Ne de iyi etmişti Louis Chevrolet, chevrolet şirketini kurup bu arabayı üretmekle. Amerikalıları dünyayı savaş alanına çevirdikleri için pek sevmezdi ama Louis bir istisnaydı işte
Kırkıncı dakikaya beş dakika kalmıştı.
Şair Müzeyyen Senar’ın o afyonlu sesini duyduktan sonra hayatında sevdiği tek kadını düşündü. Ah o cennet yüzlü kadın. Ne kadar da güzeldi. Ne kadar da başkaydı.
Seni seviyorum, biliyor musun? Diye sorardı sık sık. Evet, biliyorum. Çünkü seni soluyorum ben. Senin sevgini soluyorum. Ondan biliyorum derdi şair. Beni ne kadar özledin diye sorduğunda aralarındaki mesafeler yüzünden “ta benden sana kadar özledim” dediği günleri hatırladı.
Bir yaş bıraktı şair kaldırım kenarına bunları anımsadıkça.
Ve şair artık otuz bir yaşına girmişti.
Birkaç kara saç teli o dakika hortlak görmüşçesine bembeyaz kesildi.
Kırkıncı dakikaya dört dakika kalmıştı.
Bir köşeyi döndü şair. Evine az kalmıştı. Bunları düşünürken döndüğü köşede olan kahvede bir adam kart oyununda hile yapıyordu.
Çay ocağının başındaki çaycıysa bayat çayı yine çaktırmadan sattığına seviniyordu. Kapının önünde sigara içiyordu birkaç adam. Hemen üst kattaki dairede yeni evli bir çift erkenden sevişmeye başlamıştı. Son prezervatiflerini kullanıyorlardı. Hayatta bir sürü işaret olduğuna inanan yeni gelinse bunun çocuk yapmaları için bir işaret olduğunu öne sürmekteydi. Damat; şimdi bırak bunları, konsantre olamıyorum, diyordu. Aynı binanın en üst katında ihtiyar bir kadın son nefesini vermek üzereydi. Çöplerle dolmuş evinin yatak odasında ilaçlarını sadece gözleriyle arayabiliyordu. Gencecik bir kadınken Yeşilçam filmlerinde ne de güzel roller almıştı. Oysa şimdi ölmek üzereydi ve tek başınaydı. Yanında vefasızlıktan başka hiç kimse yoktu. Balo eğlencelerinde onunla dans etmek isteyen çapkın erkekler yoktu. Ölen kocası yoktu. Yurt dışında okumaya gittikten sonra orada ev bark sahibi olduktan sonra kendisini unutan çocukları yoktu. Hiç kimse yoktu hiç’likten başka. Ayağa kalkmak istedi. Önce sendeledi ama kalkabildi. Sonra birden bire yığılıverdi. Tok bir ses duyuldu. Başını koltuğunun yanındaki kısa bacaklı sehpaya çarpmıştı. Bayıldı. Son nefesini baygınken verdi. Televizyon açıktı. Ekranda bir kadın yakışıklı Yeşilçam artistinin kollarında mesut bir şekilde dans ediyordu. Bu oydu. Bu ölümün yeni talebesiydi.
Küçücük oda koca dünyayı açık ve net bir şekilde özetlemişti. Bir tarafta yalnızlıktan ve mutsuzluktan ölenler varken bir tarafta mutlu mesut insanlar var’dı. Yaşıyorlar’dı. Yaşamaktalar’dı. Yaşayacaklar’dı. Yaşatılacaklar’dı.
Kırkıncı dakikaya üç dakika kalmıştı.
Şair yürüyordu… Yürümeye devam ediyordu. Dünya onunla beraber dönüyordu.
Penceresindeki camın yarısı kırık olan bir dairenin önünden geçen şairin önüne bir terlik düştü kırık pencereden. “Vurma anneee, vurmaaa” feryadı da terliğin ardından kulaklarına saplandı. Durdu dinledi şair. Küçük bir kız acıyla bağırıyordu. Vurma diyordu, “vurma anne”. – Sus, geberesice seni. Anan gibi gebersene sen de. Bubanın ağzına sıçayım, atamadı seni başından da başıma bela etti. Bıktım.
Şair orospu ne olacak dedi… Yoluna devam etti.
Ama düşünmeden duramadı. Şimdi bu kız çocuğu büyürse yediği dayakları da büyütecekti. Yedi dayakları da atacaktı. Yediği dayakları da ruhunun cebinde taşıyacaktı.
İnsanlardan nefret etti şair. Orospu çocukları ne olacak dedi.
Kırkıncı dakikaya iki dakika kalmıştı.
Şair gözlerinin nemini buza çeviren soğuk rüzgârı ardına almış uzun saçları uçuşurken yürümeye devam ediyordu.
Mırıldandı kendi kendine;
insan işte
sevinir hemen
oltasına takılan balığa;
"ben yakaladım onu" diye
hiç düşünmez ahmak
"belki de o balık çoktan meyilliydi intihar etmeye"
insan işte, insan
egosunu cilalamanın peşinde olan paslı bir beşer ahmak makine
Kırkıncı dakikaya bir dakika kalmıştı.
Karşısına çıkan köşeyi dönüp evinin kapısına varacaktı şair. Oh be, dedi. Sonunda vardı’m can ocağıma. Sabahtan kalma simitle zeytini peyniri katık eder bir de çay demledim mi tamamdır. Krallar gibi doyarım, diye düşündü.
Köşeyi dönüp adımını atar atmaz üzerine doğru hızla gelen lüks bir otomobilin ani fren sesiyle bir adım geri hopladı. Ama çarpılmaktan kurtulamadı. Çarpmanın şiddetiyle birkaç metre savrulup yuvarlandı. Ceketi ve pantolonu çamurlu su birikintisiyle lekelendi. Başını kaldırım kenarına sertçe vurdu. Ayakkaplarının biri ayağından fırladı. Delik çorabı ayın ışığına yüz verdi. Araba fren yapmamış olmasa ölmesi muhtemeldi. Birkaç saniye yerde duraladı. Sızlayan belinin üstünde doğruldu, katiyen olmaz der gibi başını iki yana hızlıca salladı. Arabadan inip panikle yanına koşan adamın yardımıyla ayağa kalktı.
- Ah be kardeşim, dikkat etsene. Ölecektin az kalsın. Bir şeyin yok ya?
- Hiç…
- Ne?
- Yok, yok. İyiyim ben. Biraz kirlendik işte. Hep’si o kadar.
- Emin misin? Bir hastaneye gidelim istersen.
- Yok, gerek yok. İyiyim ben.
- Peki… Haydi, geçmiş olsun.
- Sağ ol kardeşim. Yolun açık olsun. Sen de dikkatli ol.
Başımıza iş çıktı, dedi evinin merdivenine adımını atarken. Şimdi işin yokta ceket pantolon yıka.
Kapıyı açtı. Anahtarını ceketini ayakkaplarını dolaba bıraktı. Yarın yıkarım artık, dedi ve banyoya geçti
Kırkıncı dakika.
Mutfak masansın üstündeki küflenmiş peynir, simit ve bir tabak zeytinin yanındaki buz gibi çaya bakarak nasıl olmuş, diye sordu olay yerine yeni gelen polis komiserinin asistanı yanındaki memura.
– Adam en son geçen hafta görülmüş dışarıda. Bir gece vakti hemen kapısının önünde trafik kazası geçirmiş ama bir şeyi yok diye hastaneye gitmemiş. Komşuları öyle söylüyor. Pek tanıyanı da yok burada. Bir tek şu köşedeki bakkaliyeyi işleten yaşlı adam tanıyor. Arada bir oturup iki çift laf ederlermiş kendisiyle. Yaşıtlarından olgunmuş. Epey iyi anlaşıyorlarmış. Yalnız yaşar, kimsesi yokmuş. Geleni gideni de olmazmış. Yığınla kitap taşırmış evine pek dışarı çıkmazmış. Şiir okur kendince de yazarmış arada bir. En son kaza günü görülmüş başta dediğim gibi. Kazadan sonra ufak birkaç sıyrıktan başka bir şeyi yokmuş. Yürümüş çıkmış evine. Bir daha da gören olmamış. Bakkalın söylediğine göre de evinden alışveriş için hiç çıkmamış o günden sonra. Evinden gelen kokular üzerine bizi aramış üst kat komşusu. Kapıyı kırıp içeri girdiğimizde üzerinde gömlek ve donla yerde yüzükoyun çürümeye başlamış bir halde yatıyordu. Tek bir pantolonu varmış anlaşılan. Üzerindeki kaza zamanı kirlendiği için çıkarmış. Demlik ve çaydanlık bir tarafa saçılmıştı. Elinin bir kısmı yanmış ama muhtemelen acısını hissedecek vakti olmamış. Kazada başına aldığı darbe yüzünden beyin kanaması geçirmiş. Farkına varamamış garibim. En acısı da bakkalın söylediğine göre bir gün parası olursa almak istediği arabanın aynısı çarpmış kendisine o akşam. Şu dünya çok garip değil mi?
– Öyle, hayat garip, çok garip… Çok.
İbrahim Sarp Baysu
hiç
bazan
hep
an
Çizim: isb
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.