26
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3584
Okunma


BOŞ SALINCAK
Vadinin dik yamaçlarına doğru yükselen çam ağaçları, denize nazır hâlihazırda uykusundan uyanmaya çalışan çocuk gibi kollarını iki yana açmıştı. Sık çam ağaçları gerindikçe, iğne yaprakları birbirine girip çıtırtı sesleri çıkartıyordu. Ağaçların bedenleri yer yer çentik olmuş, kurumuş kısımları pul olup dökülmüştü.
İki dağın arasında ki geçitte kurulu olan küçük köy, her daim uykudaymışçasına sessizdi. Vadinin arka kısmında kalan denizin tuzlu rüzgârının esintisi de olmasa, burada ruhsuz ıssızlık kol geziyor gibiydi.
Köy kahvesinin önüne atılmış tahta taburede oturan yaşlı adam, ağustos sıcağının vahametiyle iyice gevşemişti. Yüzündeki derin çizgilerin arasına sıkışmış kılları, can çekişiyor gibiydi. Göz kapaklarına konan karasinekleri eliyle uzaklaştırdı. Başındaki takkesini düzeltiverdi. Önünde eşinen horoza hişt diye seslendi. İçini çekti. Uyumaya devam etti.
Kahvenin içi bomboştu. Çırak Ahmet çay ocağını temizlemekle meşguldü. Eline aldığı çay bardaklarının içine hohlayıp kirden simsiyah olmuş bezle silerken, bir taraftan da uzun ve etli dudaklarıyla ıslık çalıyordu. Yeşil gömleğinin içinden görünen cılız bağrı, kılsız derisiyle beraber bir inip bir kalkıyordu.
Öğle sıcağının bastırdığı tam bu saatlerde, köyün tek bakkalı olan Ölücün yeri sinek avlıyordu. Yaşlı adamın ismi neydi bilinmez. Ölüç ismini ona rahmetli dedesinin taktığı rivayet edilirdi. Zaten köylüde bunun çok önemsemezdi. Yaşlı Ölüc; tahtadan yapılmış tezgâhın üzerine sıraladığı pazen, divitin toplarını dürmekle uğraşıyordu. Yaşlı bedeninin kamburunda asılı duran yeleğinin cebindeki köstekli saatini çıkarıp, uyuşuk gözlerini ovuşturarak akrebi görmeye çalıştı. Pazen topunu bırakıp; duvarda asılı duran süt bakraçlarını, rengârenk dırmaçları, yağ fitillerini titrek parmaklarıyla düzeltmeye uğraştı. Kapının kenarında aç bil aç miyavlayan sefil kedinin gözleri, Ölücün üzerinden peynir tenekelerine oradan top halinde sıralı olan fıstıklı yaz helvasına kaydı. Burun kıvırdı. Yanı başında seğirten fındık faresinin peşine düştü.
Köy meydanının orta yerinde ki çeşmenin üzerine düşen gölge, sinsice büyüyüp köy okulunun sarıya boyalı duvarına uzandı. Yusuf’un kahvesiyle köy mezarlığının arasında sıkışıp kalan, kerpiçten yapılmış okulun bahçesi sessiz bir bekleyişteydi. Son on beş gündür okul sessizliğini koruyordu. Yedi yıldır çocukları okutan Bilal öğretmen tayinini istemiş, kendi memleketi olan Yozgat’a gitmişti. Çocuklar ardından ağlaşırken, minübüsün ardından bir kova suyu dökmeyi ihmal etmemişlerdi. Siyah önlüklerinin yenlerine sildikleri burunlarının sümükleri kumaşın havına öylece yapışıp kalmıştı.
Köy muhtarının dediğine göre bugün okula yeni bir öğretmen gelecekti. Muhtar Akif Bilal öğretmen gittiğinden bu yana, yeni öğretmenin bir an önce göreve başlaması için günlerce şehre gidip gelmişti. Üstelik tayin edilecek öğretmenin bayan olması için partideki hatırı sayılır adamları araya koymuş, söylentilere göre elini cebine atmaktan çekinmemişti. Neymiş efendim mektepteki çocuklara, şöyle hanım hanımcık bir muallim gerekti. Neyse ki verdiği onca paraya değmişti de, parti başkanı ricasını kırmamıştı.
Muhtar Akif köy meydanına doğru yürürken kafasındaki düşünceleri tesbih tanesi gibi sıralıydı. Elindeki tesbihin kocaman tanelerini çekip zikir mırıldanırken, kafasındakilerle elindekiler birbirine karışmaya başladı. Nihayetinde elindekini yeleğinin iç cebinin derinliklerine doğru fırlatıp attı. Biraz daha bekleyebilir diye aklından geçirdi.
Muhtar Akif okulun bahçesine vardığında, tozu dumana katıp gelen köyün minibüsü de aynı anda bahçe çitinin dibinde duruverdi. Zoraki durabilen fort feka minibüs haykırıp tıksırdıktan sonra ilk yolcusunu indirdi. Yolcu indirme kapısının üzerinde kocaman harflerle sabır taşı yazılmış harflerin üzeri, köyün sarı toprağına bulanmıştı. Feka boğazından hırıltılar çıkararak ağır aksak ilerlerken, muhtar Akif köyün yeni muallimini karşılamaktaydı.
Eylül ayının ılık serinliği okulun penceresinden içeriye girip, Sevgi öğretmenin masasının mavi renk keten örtüsünü havalandırdı. Ders plan defterinin yaprakları, sırasıyla ters yöne doğru savrulup geçmiş tarihlerin birinde asılı kaldı.
Sınıfın beyaza boyalı duvarlarında; rengârenk elişi kâğıtlarıyla yapılmış yılın mevsimlerini gösteren tablonun bir ucu aşağıya doğru sarkınca, sonbaharın sararmış yaprakları teker teker en arka sırada oturan çocuğun saçsız başına döküldü.
Şaşkın bakışlarla kara tahtaya bakan bu çocuklar beni heyecanlandırıyordu. Öğretmenliğimin bu ilk yılıydı. Ve ben olağanüstü hissediyordum kendimi. Çok önemli bir iş yaptığımı varsayıyordum. Gençliğimin verdiği sağlıklı heyecan bazen beni öyle coşturuyordu ki dışarıdan acaba fark ediliyor mu diye merak ediyordum. Bu küçük köyde her ne kadar garip şeyler yaşansa da, ben burada olmaktan mutluydum. Bu küçük köy okulunda ideallerimi gerçekleştirecektim ve ben bunu bir an önce gerçekleştirmek için kollarımı çoktan sıvamıştım bile.
Dışarısının havası gayet güzeldi. Dersin devamını okulun bahçesinde yapmaya karar verdim. Birazcık temiz hava hepimize iyi gelirdi.
_ Çocuklar! Toparlanın defterlerinizi alın, derse bahçede devam ediyoruz.
Hep birlikte bahçeye çıkıp solmaya yüz tutmuş çimenlerin üzerine gelişigüzel oturduk. Aslında niyetim ders yapmanın dışında, çocuklar ile biraz sohbet edip burada yaşayan insanlar hakkında bilgi edinmekti.
Muhtar Akif, köyün arabacısı Ali ve bakkal Ölüç amcadan başka kimseyi tanımıyordum. Muhtar pek nüfuslu bir adamdı. Konuşmalarında ha bire partiden dem vuruyor, mecliste ki vekillerden kimleri tanıyorsa sırasıyla isimlerini sayıp arasının ne kadar iyi olduğunu belirtmek istercesine devlet kapısına işim düşerse hemen kendisine haber vermemi salık veriyordu.
Şöför Ali köyün beş yıldır şoförlüğünü yapıyordu. Babasından devralmış mesleği. Babası o hazin kazada vefat edince geçmiş direksiyonun başına. Babasının aşağı köyden hasmı varmış. Aralarında o yolcu senin bu yolcu benim diye kavga çıkmış. Sonrasında bıçaklar çekilince bizimkinin babası aşağı köyün şoförünü ayağından bıçaklamış. Bir süre sonra diğer şoför bunu yememiş yutmamış, bir gece vakti sabır taşının benzin deposundan aşağıya toz şekeri boşaltmış. Sonrası malum.
Şoför Ali haftada bir okula uğrar. Bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorar, ardından da oğlu Ahmet için hocam eti benim kemiği senin diyerek kırılgan ince boynunun daha da bir büküp uzaklaşır. Mahcup ve birazda ezik bir adam…
Babasına rağmen Ahmet çok hareketli, cin gibi bir çocuk… Yerinde duramayan tavırlarıyla, ne zaman bir soru sorsam parmağını ilk havaya kaldıranlardan. Kısık gözlerinin içinde çakan şimşek, esmer yüzünde kıvılcım gibi parlıyor. Kısacık boyuyla olabildiğince sıska…
İlk sorumu ona yönlendiriyorum.
_ Ahmet bize biraz kendinden bahseder misin?
Tüm çocuklar bir anda dikkat kesiliyorlar. Ahmet bir o kadar heyecanlı ve birazda gururla söze başlıyor.
_ Öğretmenim benim babam şoför. Biz iki gardaşız.
_ Peki, en çok ne yapmayı seviyorsun.
_ Çelik çomak oynamayı…
_ Kiminle oynuyorsun?
Eliyle yanındaki çocuğu gösterip;
_ Çilliyle.
Çocuklar gülüşüveriyorlar. Yalandan kızıyormuş gibi yapıp parmağımı sallıyorum.
_ Çok ayıp. Bir daha arkadaşının ismini kullan. Evet, çocuklar şimdi sırasıyla salıncakta sallanacaksınız.
Hepsi dut yemiş bülbüle dönüyorlar. Korkuyorlar mı ne? Birden düşen yüzleriyle birlikte kısılan gözleri şaşırtıyor beni. Meraklanıyorum.
_ Ne oldunuz? Ne bu şaşkınlık? Yoksa hiç salıncağa binmedinizmi?
Siyah saçlarını bir elmanın yarısı gibi ortadan ikiye ayırıp, örgü yapılmış Emine sessizce konuşuyor.
_ Öğretmenim biz okulun bahçesindeki bu salıncağa binmiyok.
_ Neden?
Heyecanla lafa karışan Ahmet sorumu cevaplamaya başlıyor.
_ Öğretmenim ağa şu Ölücün dükkânının arkasında ki ev var ya. Çaput Nuri amcaların evi… Çaput Nuri geçen sene öldü. Ölüsünü de caminin avlusunda buldular. Hemi de caminin çeşmesinde abdest alırken ölmüş. Cenazede bir görseniz karısı Halime saçını başını yondu da ertesi gün kafasının kel kaldığı söyleniverdi. Çaput Nuri’nin iki kızı vardı. Esma köyün en güzel gızıydı. Abimler öyle diyorlardı. Esma abam muhtar emmimin oğlu Hüseyin’e vurulmuş.
_ Nasıl yani?
_ Yani sevdalanmış öğretmenim. Anam, Hatçe abamla konuşurken duymuştum. Hüseyin abimle Esma abumu muhtar emmim samanlıkta yakalamış.
_ Hangi samanlıkta?
_Muhtar emmimin samanlığında… Muhtar, Esma abumu kolundan tutup köyün meydanına sürüklemiş. Görenler diyorlar ki üzeri yırtık pırtıkmış. Babası bilem gızını almaya gelmemiş. Gece olmuş Esma abum avlunun dibindeki ağacın dibinde öylece duruyormuş.
_ Hiç kimse Esma ya yardım etmemiş mi?
_ Yok etmemiş.
_ Neden?
_ Köyde herkes Muhtar emmimden korkarda ondan.
_ Peki, sonra ne oldu?
Çocukların bu sorumun üzerine bir anda kaskatı kesildiklerini fark ettim. Acayip meraklanmıştım. Sonunda ne olabilirdi ki diye düşünürken, arka sırada oturan sarı yüzlü Mehmet söze atıldı.
_ Öğretmenim! Sabah olmuş Bilal öğretmen okula gelmiş. Biz dahacek gelmediydik. Esma abum aha şu salıncağın tepesine kendini asmış. Biz geldiğimizde candarma çavuşu Bilal öğretmenle konuşuyordu.
Nutkum tutulmuş gibiydi. Sırtımdan aşağıya buz gibi bir ter indi. Gözümün önündeki boş salıncak bir an sallanır gibi oldu. Hiç tanımadığım Esmanın hayaliyle birlikte.
Salıncak gitti geldi.
Bir daha gitti geldi.
Gözlerimin önünde çocuklar fır dönmeye başlamışken, esen akşam rüzgârı ağaç yapraklarını da sallamaya başlamıştı.
SEVİLAY DİLBER