- 1068 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
Bilal'in Neşe'si
Bilal”in, güneşten koyu kestane kabuğu saç rengi, açık fındık kabuğuna dönmüş, orta boylu, taze yeşermiş çay bakışlı, kemersiz, ince, uzun burunlu, çıkık elmacık kemikleri ve çenesindeki gamzesi, güneşte iyice belirginleşen çilleri, zayıf ama çevik olan, ince bacaklı, konuşmayı çok seven, ama bazen ipin ucunu kaçırınca ne yapacağını bilemeyen, kendi halinde, ondokuz yaşında safça bir ademoğlu.
Kahvaltı sofrasında, anasından, yengesinin gebe olduğunu duyunca fırlıyor yerinden. Çizgili pijamasının üzerine giyiyor pantolonunu. Açık mavi gömleğinin üzerine süveterini, onun üzerine de ceketini giyiyor.Başına, kapının arkasındaki çivi de asılı duran kasketini takıp, şaşkın bakışlar arasında çekiyor kapıyı. Ağabeyinin, evinin yolunda alıyor soluğu.
Tahta çitlerle çevrili evin avlusunda ki tahta kapıyı itip dalıyor içeriye. Bir ara önüne bakmadığı için tökezliyor.Düşüyor, dizleri üstüne çamura. Çiğ damlası düşmüş otlar ıslatıyor, gri çizgili siyah pantolonunun paçalarını. Umursamadan dizlerinden destek alarak kalkıyor ayağa, yürüyor, başı havada.Sanki bulutların üzerinde yürüyor.
Elinde ki sopayı üzerine gelen karabaşa doğru sallayıp"hoşt" diyor.Karabaş tanıdık olduğunu anlayınca, seyrelmiş siyah kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırarak, suç işlemiş gibi bakışlarını alıp, geri geri kaçıyor.
Badalları, ikişer ikişer çıkıyor Bilal. Kapının küçük deliğinden sarkmış ipe, olanca kuvvetiyle asılıp, açıyor kapıyı. Ayakkabılarını alelacele çıkarıp, gelişi güzel savurup, giriyor evin kapısından içeriye.
Yengesi kahvaltı sofrasını daha kaldırmamış.Küçük Elife yemek yedirme derdinde. "Hadi kızım, bak bu lokmayı yemezsen, arkandan ağlar" derken, Bilal’i karşısında görünce şaşırır. Tepesine attığı çemberinin uçlarını, boynunun altına doğru getirip, iman tahtasını kapatır.
Kucağında oturan iki yaşında ki Elif’in ağzına lokmayı sokup, yerdeki minderin üzerine oturtur. Elif boğulacak gibi koca böğürtlen reçelli ekmeği, ağzının kenarlarından akıta, akıta yer.Gözleri kızarıyor yerken.Fındık kadar burnu iyice kayboluyor.Yanaklarının iki yanında ki gamzesi her ekmeği çiğnediğinde derinleşiyor.”Haydi sen ye yemeğini” deyip, dizlerinden destek alarak, ayağa kalkıp divanın kenarına oturuyor,Naciye.
-Hayırdır Bilal.Sabah sabah rüyanda mı gördün?
-Yenge, kız yenge! Ağzı kulaklarına gelmiştir Bilal’in.
-Ne var Bilal, ne bu telaşın?
-Kız yenge, gebeymişsin eylemi?
-He öyle, bişi mi var?Ne etcen sen benim, gebe oluşumu?
Bilal tüm heyecanı ile yüzünde kocaman bir günebakan açtırmıştı.
-Yenge kız.Bu çocuğunu adını ben verem mi, he ben verem mi?
Bilal çocuksu bakışlarının arasına koyduğu, tatlı ve sevecen tebessümüyle yengesinin yüzüne bakıyordu.
Naciye kadın şaşırmıştı. Saf Bilal’i kendi çocuklarından ayırmaz, kardeşi gibi severdi. Yüzünde ki bu tatlı telaş ve iyi niyetine dayanamadı.
-Eyi madem öyle olsun,” deyiverdi. Bilal sevinçten uçuyordu.
Bir anda; odanın içinde çocuklar gibi zıplamaya başladı. “Yaşasın adını ben koyacağım.Ben koyacağım.”
Yeğenleri, diğer odalardan koşup geldiler.Amcaları niye bu kadar sevinmişti.Gerçi Bilal her şeye sevinirdi.Güler yüzlüydü.Çocukları çok severdi .Çocuklar da onu çok severlerdi.
-Kız mı yoksa, erkek mi yenge?
-Nereden bileyim oğlum.Ben müneccimiyim.Allah ne der o olur.Hayırlı evlat olsun da.Gerisi mühim değil.Bu yaştan sonra çocuk bizim neyimize ya. Allah’ın dediği olur, ne diyelim.
Naciye gelin kırkbeşine merdiven dayamış,uzun boylu, mavi boncuktan gözleri küçülmüş iyice içine kaçmıştı. Çehresinde ki elma kırmızılığı gençliğinde ki kadar olmasada hala vardı.Evin, dışarının tüm işinin üstünden gelirdi. Kocası Ramazan sene de gurbete çıkar her gelmeye bir döl bırakırdı kursağına.
Bugüne bugün, köydeki en çok çocuk sahibi olan anaydı.Onyedi çocuk anası.Dile kolay. Anaydı o. Beş çocuğunu daha kucağına almadan, beşik yerine,toprağa belemişti.Beş cennet melaikesi beklerlerdi şimdi analarını ahirette.
İki oğlu vatan kapısını beklemeye gitmişti.Anaydı, hem de asker anası.Ellerine kına yakıp da yollamıştı oğullarını.Ama arkalarından hiç ağlamamıştı.Öyle ya, asker anası olmak her kula nasip olur şan değildi.Üç kızını evermiş, ikişer torunu olmuştu.Hem anaydı hem nine.Eline, ayaklarına ve saçlarına kına yakardı her Perşembe gecesi. Ağrıyan başına iyi gelir demişti, çok bilmiş ebe Zeliha nine.
Bilal yerinde duramıyor. Kendi kendine konuşuyor.
- Erkek olursa.? Hım… Ali olmaz. Arif olmaz.Resul olmaz. Ya kız olursa; Ayşe yok, yok Ayşe ismi çok var bu köyde. Fatma da olmaz.Zeynep de olmaz.Rukiye de olmaz.
Ne olacaktı bu çocuğun adı.Farklı bir isim bulmalıydı. Ama ne?
Bilal’in, yüzünü derin bir hüzün kaplıyor. Camın önündeki divana doğru oturdu.
Hiç kimse bu haline anlam veremiyor.Az evvel şen, şakrak havalara uçan neşeli halinden eser kalmadı. Sol bacağının dizini kırıp, cama doğru dönüp oturuyor.Sağ ayağı divandan aşağıya sarkıyor. Kollarını iki yana yatırıp, dirseklerini geniş olan pencerenin önünde ki tahtadan sandığa dayayıp, iki eliyle öne uzattığı başının altından, yüzünü avuçlarının arasına alıyor…
Derin, karartılı hiç bilmediği bir yola düşmüş, düşüp de yolunu kaybetmiş gibi ne yapacağını bilmez halde, kara, kara düşünüyor. Yüzü sarardı. Gözlerinin yeşili, koyu kahve bir deryaya dolandı. Kaşları, gözlerinin üzerine yıkıldı. Ağzında bir şeyler mırıldanıyordu. İnce dudakları kımıldıyordu.Kimse bir şey anlamadı. Karşıya bakıyor .En karşısı, en uzağı nereyse oraya…
Karadeniz’in, gri bulutları üst üste binmiş kapkara olmuşlar. Küçük öbekler halinde, köyün tepesine doğru gelmeye başlamışlardı. Rüzgar hızını artırmış, yağmur yağmaya başlamıştı.Aşağı sapaktan bakıldığında, hırçın denizin dalgaları katmerleşerek yüseliyor, her yükselişte kenardaki kayalıklara tokat gibi çarpıp geri çekiliyordu. Denize yakışıyordu hırçınlık.Siyah bakan gözleriyle “ işte buradayım” diyordu. Dalga dalgaydı siyah saçları.Kokusu, yosun yosundu .Sinesi, berrak, içli bir şarkı gibiydi. Kıyıdaki çakıl taşları, gökteki yıldızlar gibi ışıldıyordu.Her yalayıp geçtiğinde denizin….
“Buldum” dedi Bilal.Oturduğu yerden aniden dönüp, ayağa fırlamıştı.
Ayağa fırlamıştı yerinden
Yerinden fırlamıştı ayağa
Ayağa fırlamıştı…
Yerinden ...
...
Ne olduğu anlayamamıştı, Naciye gelin.
Sarı, alnında beyaz lekesi olan kedi de anlamamış, tüylerini dikerek divanın altına kaçmıştı. Ağlamaya başladı Elif kız. Annesinin eteklerinin arkasına saklandı.Aldı kucağına Ablası Yasemin” sus, ağlama gülüm, korkacak bişi yok” Halil ayakkabılarını boyarken, şaşkınlıkla elini boyamıştı. İsa ile Musa, inekleri otlatmak için kapıdan çıkacakken başlarını çevirip bakakalırlar. Neriman, kuzineye odun atacakken, eli yanar. Sevim, ekmek hamurunun ununu fazla kaçırır.Camın önünde ki kuşlar kaçıp, ağacın altında ki saçaklara saklandılar. Gök çatırdadı birden.Şimşek çaktı. Yağmur boşaldı yırtarcasına göğü.
-Ne buldun? Bu halin ne senin, oğlum?
-Yenge kız. Çocuğuna vereceğim adı buldum.
Naciye kadın, bu yaştan sonra gebe kalıp zaten milletin diline düşmüştü. İsmi ne olursa olsundu çocuğun.Yeter ki; eli ayağı düzgün olsundu.Hayırlı evlat olsundu.Başka ne isterdi ki bir ana?
-Neymiş,diye isteksizce sordu.
-Muhammed Veli.
-O da nereden çıktı. Hem nereden biliyorsun erkek olacağını? Ya kız olursa?
Bilal’in gözlerinin içinden gülüyor.
Gülüyor gözlerinin içi
Gözlerinin içi…
İçi…
…
Yedi ay sonra, Naciye kadın bir gece yarısı sancıyla kalkıyor.
Sancı, inim inim inletiyor. Etini, kemiğinden sıyırıp alıyorlar, kör bıçakla. Kan- tere batıyor. Bacaklarını kesiyorlar sanki. Ayakta duramıyor.Yapamıyor, oturuyor tahta döşemenin üzerine.İçi boş bir posta çuvalı gibi.
Yangın yeri gibi kocaman oldu yüreği.
İçi daralıyor.
İçinde garip bir his üzerine, üzerine çöküyor.
Tıpkısı; devrilen cümle ağaçların altında kalır gibi.
Ağır bir nefes üflüyor üzerine.
Meymenetsiz bir gölge geçiyor önünden.
Çirkin bakışını alev gibi fışkırtıyor odaya.
Oda da, akıl almaz bir koku nüksediyor
Kırmızı gözlü karıncaların, beli bükülüyor.
Karafatmalar peydah olup gözetliyorlar, tahta döşemelerin aralarından, ay ışığı gözleriyle. Alnı beyazlı kedi, yakaladığı farenin ciyaklamasına aldırmadan koparıyor boynunu.
Sağa- sola sıçrayan kanları yalıyor diliyle.
Naciye kadının sesi arşa değiyor.
Soluk bitip tüketmekte.
İlk defa böyle oluyor.
O ki; onyedi çocuk doğurmuş kadın .
O ki; onyedi bıçak yarası izlerini taşıyor bacak aralarında.
Veryansın ediyor.
Ikınmaya dermanı yok.
Kedi, başını uzatıyor divanın altından.
Acıyan gözlerle ağzında ki farenin bedenini düşürüyor.
Örümcekler yaptıkları ağın içinde kayboluyorlar.
Simsiyah örümcekler
Örümcekler simsiyah
Simsiyah gece
Gece de kokan kan
Bağırıyor kadın
Kokuyor oda
Oda da bir ceset kana belenmiş
Kanı akıyor döşemeden
“şıp, şıp” diye.
Cama vuruyor biri
Tıkırdıyor cam
Kadın suspus lâl içinde
Isırmaktan dudakları kanamış, dili yarılmış, ağzının içi kan göleti.
Nefes almıyor artık. Nefesi yorgun-yitik.
Beti-benzi atmış rengini.
Kül grisi, donuk bir tebessüm, dudak kenarında ki çizgilerine dolmuş.
Mavi gözleri kaybolmuş.
İyice göçmüşte göçmüş, derinliklere.
Şafak vakti göğün adından ince ince, usul usul, eriyor sabaha. Ortalık, elma kokulu çiçek mevsimi şarkılarını söylüyor. Mavi çiçekler.Beyaz çiçekler açıyor, saksıda ki topraktan. Hanımeli kokuyor, eşiğin önü. Kızıl otlar dalga dalga yol kenarında sallanıyorlar, yeni gelin misali. Çamurlu yolda, ayak izlerinin içine dolmuş yağmur suları. Avuç avuç. İnce bir Meltem esiyor çehrelerde.Eller vuruluyor toprağa… Toprak kokuyor eller.Parmaklar kınalanıyor. Bir ezan sesi geliyor, kırmızı evin damından.
Bilal tertemiz giyinmiş.Beyaz kundakta ki bebeğin kulağına okuyor Ezan-ı Muhammedi.
“ Muhammet Veli” diyor üç kez. Muhammet Veli gülüyor meleklere. Naciye kadın, ana oluyor son kez. Emziriyor ak sütüyle. Ak süt taşıyor göğsünden. Beyaz çemberi içinde nur oluyor.
Sevincinden yerinde duramıyor Bilal. Dağa taşa veriyor coşkusunu.
“ Muhammet Veli’nin adını, ezan ile ben verdim.
Ben verdim ezan ile Muhammet Veli’yi
Ezan ile verdim
Verdim, Muhammet Veli
…
…
…”
YORUMLAR
Ülviye Yaldızlıı
Ülviye Yaldızlıı
bu işi çok iyi biliyorsun. sultan...okurken hepimiz doğum sancıları çektik...kalemine hayran bırakıp kıskandırıyorsun...kutluyorum saygılar
Ülviye Yaldızlıı
Sevgili Hürrem.
Büyük bir hayranlıkla okudum yazını...Soluk soluğa okudum. Biraz kızdım ama soluk soluğa okudum. Niçin mi kızdım? Ben adeta bağırıyorum '' Lan Naciye doğur artık şu çocuğu diye, sen dalmışssın fareyi yiyen kedi, karafatma, örümcek, beyaz çiçekler, hanımelileri... Ben Doğ artık Muhammed Veli diye bağırıyorum.....Çok şükür doğdu sonunda. Allah analı babalı büyütsün. Vatana, millete ve insanlığa hayırlı bir evlat olsun.
Haa bu arada ...Yazını okuyunca kendi kendime '' Allahım sana şükür...İyi ki kadın olarak dünyaya gelmemişim. Okurken bile sancı tuttu. Ya gerçekten doğursaydım naapardım acep? '' diye düşünmeden edemedim.
Gerçekten enfes bir hikaye ve mükemmel bir anlatımdı. Kutlarım
Selam ve sevgilerimle...
Ülviye Yaldızlıı
Okuyan gözlerine sağlık...
Kadın olmaz zor zanaat. Taş taşımaya ve ya hamallık yapmaya benzemez...
Bilemez vesselam...
Hürmetlerimle
Ülviye Yaldızlıı
Lütfiye Hanımın kulakları çınlasın, "Adını ben koydum boy boylasın, soy soylasın" demişti :))) Aynen öyle...
İsim eniştemiz çok yaşa emi?
Resim çok manidar, bilerek mi yaptın can kadın. Muhammed Veli'nin geliş sahnesi pek caydırıcı oldu ama yaşattın vesselam. Bir ara kadıncağız öldü sandım. Şükür ölmemiş.
Muhammed Veli, hoş gelmiş dünyaya. Adı gibi olacak inşallah, hem Muhammed hem Veli...Bilge bir mücahit...
Birgün bu hikayeyi okuyacak. İsim amcasına teşekkür edecek:))
Senin nasıl bir hayal dünyan var canımın Sultanı?
Her konuda söyleyecek çok şeyin var her daim.
Hayranlığımı ve teşekkürlerimi ve sevgilerimi kabul et güzel yazarım, can dostum...
Aynur Engindeniz tarafından 11/18/2011 9:50:53 AM zamanında düzenlenmiştir.
Ülviye Yaldızlıı
Buna da şükür...
İnşaAllah o gün gelirde, o zaman bebek hikayeleri yazarım Muhammed-i Veliye...
Övgülerin bana her dem güç-kuvvet veriyor gülüm.Eksik olma.
Ülviye Yaldızlıı
Dedim bundan alası olamaz-yaraşmaz bu yazıyo...
İşte böyle böyle gülüm:)
Aynur Engindeniz
Öykü annemiz de olabilirsin:))
Aynur Engindeniz
Ülviye Yaldızlıı
Aynur Engindeniz
Zamanlaman bir harika :))
Seni seviyorum bir kez daha...