- 592 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SOKAKLAR BENDEN SORULUR!
Vazgeçme
Yitirme umudunu eskici
Eskimeye yüz tutmuş torbandaki
Erdemlere çıkmasa da alıcı
Sen dolaş yine
Sabırla sokak sokak
Alıcısı bulunan onca çirkinliklere inat
Dedim ve attım kendimi sokaklara o günden bu günlere değin. Aslında “Bu ülke benden sorulur!” diye başlıyorum sözlerime. Nerede ve ne zaman mı? Tabii sokaklarda ve çoğu zaman. Kimi şaşırarak kimi gülümseyerek kulak veriyor sözlerime. Pek de abarılı sayılmaz bu sözlerim ona bakarsanız. Çünkü bu güne kadar yürüdüğüm mesafeler birbirine eklenmiş olsaydı ülkenin dörtte birini yürüyerek kat etme mesafesine eşit sayılabilirdi belki de. Ee, buna bir de ayaküstü de olsa onca insanla acı tatlı muhabbet faslını da eklersek hiç de haksız sayılmam bu söylemimde bence…
Ha, bir de şu var. Sırtlarını Berlin Duvarı’ndan daha sağlam kapılara/omuzlara dayamışlardan. Maddi manevi abat olmuşlardan. Hayal etmeyi bile hayal edemedikleri mevkilere koltuklara ansızın oturanlardan. Yedi kuşak geleceklerine yetecek kadar çalıp çıpıp. Yiyip içip hala “Doymadık!” diyenlerden. Bir gecede ünlenip aldıkları kocaman meblağların üstüne sere serpe yatanlardan. “Gelen ağam giden paşam” diyen kapı kullarından (Allah korusun) olmadım Asla! Kapı önünden geçirilmeyecek onca güruh, bir günde dünyayı iğnenin deliğinden geçirirken… Toplum standartlarına uyum sağlayamayan kişiliğim. Özgür ruhum. Kendimce ve halimce sürdürdüğüm elebaşlığım ve daha çok da, doğuştan hep aynı yöne dönen farklı organik bir yapıya sahip dilim ve olanca kanaatkarlığımla bir kibrit çöpüne mazhar olamadığım gibi, canım yavrum Kıbrıs’ımza bile bir selam çakamadım inanın bana. Ama Sokaklar derseniz...İşte orada “Durun!” derim.
Laf aramızda, benim sokaklara düşmemin! Eskicilere Eskilere ve Porselen çay fincanlarına duyduğum ilgi sevgi ve merakım: Dimdik, geniş omzuna attığı bembeyaz torbası ve güçlü bilekleriyle bütün gün ellerinde taşıdığı -içi pek kaliteli olmasa da ki kendi kalitesi yeterdi- porselen yemek takımları ve fincanlarla dolu yayvan sepetiyle, sokak sokak dolaşan Robert Taylor-Ayhan Işık karışımı soylu bir ‘Sokak Eskicisi’ ne duyduğum derin platonik bir sevdanın yüreğimi delip geçmesi sebebiyledir daha çok!
İzmit’in küçük şirin bir Belde’sinde yaşadığımız yıllarda ve saat tam onda tepedeki evimizin kapısına bir kez bile uğramadan tepeyi rüzgar hızıyla aşıp, daha yüksekteki tepelere doğru yol alırken beni de yüreğine alıp almadığından hiç haberim olmadıysa da. Bu kara yazgımın kara yazıldığını daha o günlerde anlamış olmalıydım aslında. Babam memurdu. Resmi elbise giyiyordu daha çok. Kardeşlerim ise küçüktüler. Bu nedenle annem de benim bu soylu eskicime erkek giysileri verip, yerine porselen takımlar alacak giysi bulamıyordu. Şimdiki gibi sokaklar yıkanmış ütülenmiş yepyeni hatta yabancı marka giysilerle dolup taşmıyordu ki. Nerde...
Sonrasında bu erkek giysileri şişelere. Porselenler ise mandallara bıraktılar yerlerini. Hatta “lingo lingo şişeler!” türküsünün -Nurettin Çamlıdağ ve Zeki Müren ne de güzel okumuşlardı- popüler hale gelmesi de bu zamanlara denk gelir. ‘Geri dönüşüm’ uygulaması da yoktu o zamanlar yine. İyi ki de yokmuş! Günah almak istemem ama, bazıları “Ayol içi ne kötü bir kadınmış bu böyle. Vatan haini sanki! Bunun ülke ekonomisine ne büyük katkılar sağladığını anlayamayacak kadar da şaşkın!” diyebilirler içlerinden.Yapmayın canlarım…Hani ülke mi kaldı ki haini de olsun! diyesim gelir benim de. Ayrıca insanlığın hayrına ve yararına icat edilen onca şeyin bu ülke kapısından içeri girer girmez ülkenin başına bol püsküllü bela olduğunu bilmezmisiniz…Örnek: Televizyon. Cep telefonu. Neyse…İşte biz de bu dönüşümlerin kimlere geri döndüğünü. Hakkımızı kimlerin yediğini düşünmedimiz gibi, yaptığımız bu alış verişin çok da adilane olduğuna inanıyorduk doğrusu. Ver billur misali şişelerini. Al en hakikisinden tahta mandallarını. Daha ne olsun.
Babam “işini bilmeyen!” memur olmasaydı yazgım değişirmiydi onu bilmem. Ama bizim asıl talihsizliğimizin çocuklarını; bu bozuk düzenin. Her şeyin dokunulmayacak kadar kirlendiği bu mezeleliğin. Masum, saf, temiz insanları yutan diplomalı-diplomasız canavarların olası tehlikelerine karşı uyarmayan anne-babaya sahip olmakla başladığına eminim.
Babam tertemiz bakışıyla son kez bana ve yanı başımdaki kızıma bakıp: “Allah yardımcınız olsun!” demekle yetinirken…
Meleklerden de melek anemin; dünyanın döndüğünü bile bile son nefesinde “Dünya durdukça sen dur Tülin’im!” derken…Hacet kapısının o an açık olduğunu ve benim bir adım bile olsun ilerleyemeyeceğimi. Ve çok genç bir kadının yanıbaşında bir kız çocuğuyla birlikte yıllarca tek başına savaşmasının nasıl bir zorluk ve yoksunluk olduğunu nereden bilebilirdi…
Şimdilerde ise asıl acı yoksunluğun ve en ürkütücü yalnızlığın hiç bir şeye “ŞAŞIRMAMAK”
Olduğunu inanıyorum bütün yüreğimle. Hal böyle olunca…Ben kendimi sokaklara atmasaydım da…Çoktandır unuttuğum hangi bir “şaşıp kamışlığın” ardına takılsaydım…