- 527 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TURNA GORMEK
TURNA GÖRMEK
[b]Kış boyu süren, hiç birini kaçırmadığım Cem Törenlerinde adını sıkça duyardım.
Deyişlerde, sohbetlerde sevgiyle muhabbetle söz edilirdi onlardan.
Dertli öter, dertleri deşerlerdi.
Hazreti pirin avazı, yalnızca onlardaydı.
Gurbetteki sevgililere selam göndermek, gurbete çıkanlara yol arkadaşlığı etmek için yardım umulurdu onlardan. Bir dilekten çok yalvarma gibi gelirdi bana “Eğlen turnam eğlen beraber gidek” seslenişi.
Bizim oralarda turna kuşuyla göz göze gelen ilk çocuktum belki de. Belki de değil kesindi bu. Arkadaşlarıma o hikâyeyi yüzüncü kez anlatırken duyduğum gurur ve mutluluk doyumsuzdu. Eğer turnam kanatlanıp havalansa, gökyüzünde bulutlara karışsaydı, gördüklerime kimseyi inandıramaz, palavracının biri olarak damgalanabilirdim. Kendimle konuşurken ki o zamanlar bunu çok yapardım, “keşke yaşasaydı da bana da kimse inanmasaydı” diye ne çok söylenmiştim.
Omzumda aslı azığım, bedenimde yarım kalmış uykum, önümde beribenzer arkadaşlarıma değişmeyeceğim öküzüm, camızım, ineğim, danam, eşeğim. Malçıkan düzlüğünden Pepe’ye doğru yol alıyorum. Mevsimini tam kestiremiyorum. Dereler, tepeler gölgelerle sarmaş dolaş, güneş iri ve kızarık, yükseliyor ama ısıtmıyor.
Ürpermeler geçiyor içimden. İlk güz de son güz de olabilir.
Pepe, bizim ailenin tarlalarının neredeyse yarısının yer aldığı bir bölge. İki-üç günde bir yolumun düştüğü, hayvan otlatmak için meraların bol olduğu, avucumun içi gibi bildiğim bir yer. Hangi delikte ne var, hangi taş yığınında tam yakalayacakken yitirmişim gelinciğimi, tarla sıçanımı, keklik yumurtaları nerde, bıldırcın yuvaları nerededir tümü belleğimde.
Mallarım birer ikişer, Kütürözü’nün suyundan içerek özü geçiyor. Gözüm söğütlere, kavaklara, onların efil efil yapraklarına kayıyor. Bu söğütler, ığıl ığıl akan dereler, sıkça karşımıza çıkan alıç, ahlat, dağ eriği ağaçları, kulağımızı okşayan bin bir çeşit kuş sesi mahmurluğumuzu, uykusuzluğumuzu üstümüzden gömleğimizi çıkarır gibi sıyırıp alıyor. Kütürözü’nün ince uğultusuna karışan yabanıl bir sesle; inleme mi ötme mi meleme mi olduğunu çıkaramadığım bir sesle, son uyku kırıntıları da düşüyor yakamdan. Bir süre sesin sahibini arıyorum. Korkuyorum da. Yirmi adım ötemde, derenin kıyısında kıpırdayan parlak bir beyazlık görüyorum. Hastalanmış, ayağı kırılmış, sürüden kopmuş, düşüp kalmış ak bir kuzu olabilir bu. Dorukların kuytularında, kıştan kalan kar oylumları olur ya öyle bir şey.
Yüreğim hızla çarparak yaklaşıyorum o şeye.
Düşümde görsem, yarattığı coşkunun basıncıyla uyanacağım denli güzel bir kuş önümde yatan. Uzun, kül rengi bacakları leyleği andırsa da ondan çok daha parlak ve kar katmeri tüyleri, bulut kümelerini andıran kanatları, elmas parlaklığında kara, kısa kuyruğu, gagasının ortasında kırmızı akıtması, siyah-beyaz uzun boynuyla, gözüme bakan, yalvaran bir düş kuşu. Yalnız ayaklarını oynatabiliyor ve inim inim inliyor o dünya güzeli varlık.
Malı, mülkü, nerede ve kim olduğumu unutmuştum. Ne yapacaktım şimdi? Onu alıp eve mi götürmeli yoksa akşama değin yanımda, çantamda mı taşımalıydım. Gücüm yeter miydi buna? Çok düşündüm. Hayvanlarım da alıp başını gitmişti. Nereye gideceklerini bilirlerdi ama yinede başıboş bırakamazdım onları. Uzun süre karar veremedim. Okşadım, ağladım, gözlerinden öptüm kuşumu. Onunla ölebilir, kulu olup diyar diyar dolaşabilirdim yanında.
Çevreyi gözden geçirince onu saklayabileceğim bir çalı dibi bulmakta zorlanmadım. Çok ağırdı, kucağıma almam kolay olmadı. Kimsenin göremeyeceği bir biçimde yerleştirdim çalının dibine. Açtır diye solucan aramaya koyuldum. Kaldırdığım taşların altından çıkan iki orta boy solucanı önüne koydum. Gözünü devirip bakmadı bile.
Akşama dek bir an bile aklımdan çıkmadı. Kurduğum düşün ucu arkası yoktu. Ömrümce ayrılmayacak, her şeyimi paylaşacaktım onunla. İyileştirmek için gerekirse canımı vermeye hazırdım. Ne ayaklarında ne başında ne de kanatlarında bir yara görebilmiştim. Sayrılığının çok ağır olmadığını, kolaylıkla iyileşeceğini varsayıyordum. Babamın bile, böyle bir kuş görmüş olabileceğini düşünemiyor, onun şaşırmış halini gözümün önüne getirerek zevkten uğunuyordum. Kucaklayacak, havaya kaldıracak, “Benim gözüaçık oğlum, nereden bulmuş bu dünya güzeli, cennet kuşunu”, diye gözlerimden öpecekti. Köylünün durumuysa daha beter, şaşkınlığı daha büyük olacaktı hiç kuşkusuz. Akşam, kimseye göstermeden alıp eve, babama götürecektim onu.
Dönüşte yüreğim ağzımdaydı yanına yaklaşırken.
Çalının dibinden ses gelmiyordu, bir inilti duymak için neler vermezdim? Yüzümde, gözlerimden ateş saçan bir tokat patladı sanki. Tüyleri kıpırdıyor gibiydi, soluk aldığını sandım önce. Korkarak uzattım ellerimi, sıcaklık yoktu gövdesinde. Gözleri donuktu, kuruyuvermişlerdi birkaç saat içinde. Ölmüş olabilir miydi? Ayakları kıpırdamıyor, sessi de çıkmıyordu düş kuşumun.
Köyde günlerce yalnız o ve ben konuşulduk.
Saptamak kolay olmamıştı ama onun bir turna kuşu olduğuna karar vermişti köylü.
Yüreğimin bir köşesinde, iyileşmemiş bir yaranın sızısını duyarım anımsadıkça. [/b]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.