- 463 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SIRADIŞI HAYATI ARARKEN
SIRADIŞI HAYATI ARARKEN
Geceyle belirginleşen ışık dantelâlarını seyretmeye koyulmuştum. Hafif bir müzik odamda neşeli kelebekler gibi uçuşuyor, baharın tatlı esintisini taşıyordu. Müziğin dingin melodisiyle hayata bulaşmamış bir köyün tepeleri, ırmakları, yeşillikleri odama misafir olmuştu. İçerde bahardan sızarak içimi ırmaklar kadar coşturan bir mevsim, dışarıda geceyle ışıldayan aydınlıklar vardı. Sonra alabildiğine uzayan ışıklar arasında gezinmeye başladım. Apartmanlardan, arabalardan binlerce ışık sızıyordu. Ben birinden diğerine atlıyor, acaba şu ışığın ardında nasıl bir yaşamın yansımaları var, diye düşünüyordum. Bu sorgulamalarla pencereden pencereye atlıyordum. Işık huzmeleri küçüldükçe ben daha uzaklara gittiğimi anlıyordum. Işıkların ufuk çizgisi oluşturduğu en uzaklardaki huzmeler artık nokta gibi görünüyordu. Allah’ım, binlerce ışıltının ardında milyonlarca ayrı dünyalar saklıydı. Hepsi kendince farklı yaşamları sürdürüyordu; ama her biri bir bütünün sıradan kareleriydi. Oldukça büyük bir tablonun kimsenin pek dikkat çekmeyen kareleriydi.
Acaba uzaklardaki o aydınlık pencerelerin birinden bakan yabancı, benim penceremin ışıltısı ardında nasıl bir hayatı tükettiğimi fark edebiliyor muydu? Onca ışık demeti arasında beni fark edebilir miydi? Çok uzaklara gitmeye gerek yoktu. Şu birkaç bina ötedeki pencereden biri, iç dünyamın enginliklerine doğru yol aldığımı fark edecek miydi? Sanırım bu sorunun cevabı benim biraz önce çizmeye çalıştığım tabloda saklıydı. Hayır, saklı değildi, apaçık ortadaydı. Binlerce ışık huzmesi beni odamın kafesinden alıp uçurmuştu; ama hiçbirine ayrı bir sıra dışılık yüklememiştim. Her biri çok sıradandı. Sıradandı sıradan olmasına da o sıradan tekillerin oluşturduğu tablo, beni ruhumdan sarsan, titreten bir bütünün eşsiz görüntüsüne ulaştırmıştı.
Ve ben de herkesten beni ayıran yaşantımla sıradan bir karede yerimi alıyordum. Oysa ben kendi enginliklerinde fırtınayla boğuşmaya çabalayan bir gemiydim. Karşıdaki yabancının beni fark edememesi şaşırtmıştı beni. Kendi dünyamın girift koridorlarında herkesten farklı olmanın tadını çıkarmaya çalıştıysam da büyü bozulmuştu. Ülizyonistin oyununun sırlarını bilen bir seyirci karşısında yaptığı sihirbazlıklar ona ne kadar zevk veriyorsa bana da kendimce oynadığım farklılık oyunu da tat vermiyordu artık. Hayal kırıklığı yaşıyordum. Belki de o ışığın yansıdığı pencerelerin ardındakilere kızıyordum.
Oysa bir adım vardı. Bir de unvanım. Öğretmendim. Öğrencilerim vardı. Bana ulaşmaya çalışan ateşböcekleri gibiydiler. Çevremde dönüyorlardı. Arkadaşlarım, beni telefon rehberinde özenle saklayan dostlarım vardı. Yalnızlıklarım, acılarım, sevinçlerim, umutlarım benim dünyamı başkalarından ayıran ve beni herkesten farklı kılan yönlerimdi. Bu tende bambaşka dünyalar barındırıyordum. Seviliyor ve seviyordum. Kendimce özel sayılırdım ama farklı değildim. Çünkü toplum planında herkesin bu şekilde ‘özel’leri vardı. Bunca şeye rağmen sıradan mıydım acaba?
O halde ben neydim, beni farklı kılacak olan neydi?
Ve ben bunun için ne yapmalıydım. Çok mu yazmalıydım; yoksa çok başarılı bir meslek hayatım mı olmalıydı? Çok iyi bir baba mı? Hepsi farklı farklı özelliklerdi; ancak sıradan bir bütünün özellikleri. Çok özel kişiler için ‘farklı biriydi.’ ya da ‘farklı bir kişiliği vardı’ denirdi. Bu farklılık da nasıl bir şeydi o halde?
Sanırım bu gelgitler, sahiline bıraktığı artıklarla temizlenmesi kolay olmayan kirlenmelere yol açtı zihnimde.
Sonra kara bulutlarla kaplı gök aydınlandı. Birkaç bulut kümesinin arasında bir kumaşı yırtarcasına ışık şeritlerini gönderen güneş beliriverdi ruhumda.
Yaşamın keşmekeşine kapılmış kuru bir yaprak gibi rüzgârda savruluyorduk. Bazen geniş bulvarlara uzanan bir kaldırıma düşüyor, kalabalıkların arasında kimliğimizden sıyrılarak kalabalıktan biri oluyor, bazen de çıkmaz sokaklarda tekil’leşen bir hayatın solgun karelerini tamamlıyorduk. Kendi’miz olmaktan çok, bize biçilen hayatların kahramanlığına soyunmakta ve aslında sıradanlaştırdığımız kimliğimize sıra dışı renkler çalarak farklılığımızı göstermeyi arzuluyorduk. Böylece sıra dışı olabildiğimize inanıyorduk. Oysa güzelliğin ve farklılığın, doğallığın ayrıntılarında saklı olduğunun farkında bile değildik. Akan suyun tersine giden bir sandal sadece o ritmi bozuyordu. Suyla aynı yöne ilerlediğinde hem güç kazanıyor hem de o akıp giden suyun güzelliğini tamamlıyordu.
Aykırılıklarımızın, güzel bir senfonide kulak tırmalayan tınılar olduğunu çok sonra anladım. Zaman geçmiş, mekân başka mekânlara dönüşmüştü, artık geriye dönmenin imkânı yoktu.
Hayat, koca bir tabloydu. Koca bir ömür boyunca o tabloya fırça darbeleri iniyordu. Tuvale her an farklı bir rengi dokunduruyor, yıllar sonra ortaya çıkan tabloda farklılığımız değil, güzelliğimiz ortaya çıkıyordu. Fakat biz o güzelliği hiçbir zaman seyredemiyorduk.
‘Farklı bir kişiliği vardı’ sözünün ‘iyi’yi , ‘nitelikli’ yi ya da ‘güzel’ sözcüklerini karşıladığını yine çok sonraları anlayacaktım.
Sahnede oynayan bir oyuncu nasıl kendini seyredemiyorsa biz de öyle seyredemiyorduk hayatımızı. Seyircilerin alkışları, heyecanları bize ipucu veriyordu, oynadığımız oyun hakkında.
Oyun bittiğinde resim de tamamlanmış oluyordu.
Ve yaptığımız tablo bittiğinde karşısına geçip onu seyredemiyorduk.
Ölüm, sanırım resmimizi bitirdiğimiz son fırça vuruşu oluyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.