- 2740 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Kızıl Gül - III. Bölüm.
Kına gecesini kaçırmak istemeyen azanın hanımı:
-Gidip kendi gözlerimle göreyim bari dedi, Vedat Ağa daha ne rezillikler çıkaracak.
Aza da, sinir küpü kesilmişti; Feriha’yı oğluna layık görmeyen Vedat Ağa için, ağıza alınmayacak sözler sarf ediyordu.
-Putkolu dedi, kızı üç köy ötesine uğrattı putkolu. Ula, bizim köyde kızan mı kalmadı be ya... Tutup, Gacal’lara kız verirsin. N’olacak, zorbalıkla muhacir kızın boynuna binip, kendisine karı olmaya mecbur bırakan adamdan başka ne beklenir ki...
Azanın hanımı akşamın alaca karanlığı çökerken, soluğu Vedat Ağa’nın evinde aldı. Feriha üzgün, umutsuz ve donuktu. Ne olduğunu doğru dürüst anlayamadan, kendini bir anda kına gecesinin kalabalığı içinde bulmuştu. İdris ile ilgili hayalleri lodos önündeki kar gibi eriyip gitmişti. Ne yapması gerektiğini bilemiyor, bir çıkar yol düşündükçe, zihnindeki çıkış yolları önce çatallaşıyor sonra meçhulde siliniyordu. Düşündüğü hiçbir yol kendisini umut güneşine ulaştıramıyordu.
Karamsarlığın bulutları bütün çıkış yollarına çökmüş, yutmuştu. Sanki zaman, yer ve çevresi her şey değişmiş, hepsi beraberce içine düştüğü kâbusun birer parçası olmuştu. Çevresindeki insanları, kolları, boynu ve beline takılan altınların, ağırlığını taşıyamayacak hale gelince fark edebildi:
-Çıkarın be, dedi. Çok ağır geldi... Nefes alamıyorum, boğuluyorum ya, dediğinde; kadınlar parmağındaki yüzük hariç bütün takılarını Feriha’nın üzerinde alınca bir an için rahatlamış gibi oldu.
Kız arkadaşlarının, hep bir ağızdan söyledikleri mâni ve türkülerle neşeleneceğine, aksine daha da duygusallaştı. Onların sustuğu bir anda Feriha’nın sesi yanık yükseldi.
Feriha, içli bir sesle, kına gecesinde kendi üzerine ağıt yakıyordu. Olup bitenlere umutsuzca bir isyandı bu. Feriha’nın yaktığı ağıda, kadınlar gözyaşlarını tutamadılar. Bir çıkış yolu bulamayan yangındaki yüreğin bu içli isyanı, Feriha’nın sesine inanılmaz bir yanıklık getirmişti; öyle ki daha sonraki günlerde Feriha’nın ağıtını yalnızken kendi başına tekrarlamaya çalışan hiçbir kadın ve genç kız, ağıttaki yanık havayı hiçbir zaman Feriha’nın söylediği biçimde tutturamadı.
Feriha’nın ellerine kına yakmak istedikleri zaman, kimse kızın avuç içlerine gömülüp kenetlenmiş parmaklarını açamadı. Şaşkın ve çaresiz birbirlerine bakarken, Feriha’nın birden bire yerinden dışarı fırladığını görenler kapıya üşüştü. Feriha şuursuzca hangi yöne gideceğini bilmez bir halde, bahçeyi dize kadar kaplamış kar örtüsüne bata çıka koşarak erik ağacının gövdesine sarılırken bağırıyordu:
-Kına yaktırmam elime! Kimin için... Kim için kına yakacaksınız elime? Yaktırmam!
Bir kaç kadın Feriha’nın beline yapışırken, bazıları da erik ağacının gövdesine sımsıkı kenetlenen kollarından tutarak, Feriha’yı erik ağacının gövdesinden çözmeye çalıştılar ancak başaramadılar.
Feriha’nın:
-Baharı göstermiyorsunuz bana. Karakışta kurutuyorsunuz beni. Bahar gelmeden, çiçekler açmadan kurutuyorsunuz beni. Ben kurudum, bu ağaç da kurusun! Bu ağaç da benim gibi kurusun. Bir daha çiçek açmasın inşallah! Kurusun benim gibi... diye haykıran sesi erkek misafirlerin olduğu tarafta babasının kulağına kadar gidince, Vedat Ağa öfkeyle ayağa fırladı.
Feriha’nın kolları babasının kükreyen sesiyle, sarıldığı erik ağacının gövdesinden kendiliğinden çözülüp yana düştü.
Vedat Ağa:
-N’oluyor Feriko? bağırdı.
-Baba sen bize sormadın!
-Ben size neyi soracaktım?
-Beni verirken bize sormadın baba...
-Size mi soracaktım? Ben anneni alırken, annene mi sordum ha? ...
-Ellerime kına yaktırmam!
-Demek ki sen ellerine kına yaktırmasın ha! Ben sana yaktırmasını bilirim. Kına yaktırma sen... Ben de yemin ediyorum. O kopilin ölüsünü ayakların dibine atmasam... Görürsün sen!
Verdiği hiçbir sözden asla dönmeyen babasının yemin ettiği bir şeyi mutlaka yapacağına emin olan Feriha, İdris’in olmadığı bir dünyada yaşamaktansa, hiç yaşamamayı tercih ederdi.
-Onu değil beni vur baba dedi.
-Seni sağ mı bırakacağımı sanıyorsun. Yemin ettim, şart ettim. Önce O kopilin ölüsünü ayaklarına sereyim ki, eline kına yaktırmamak ne demekmiş gör. Senin ondan sonra gelir sıran.
Vedat ağanın bu sözleri, Feriha’nın babasıyla arasına örülen on sekiz yıllık korku duvarını bir anda yıkıverdi. O güne kadar babasına karşı sesini yükseltemeyen Feriha isyanla haykırdı:
-Ben de yemin ediyorum baba: Beni sen öldüremeyeceksin. İdris’in ölüm haberini bana veremeyeceksin. Ben de yemin ediyorum işte! Sen döndüğünde beni de ölmüş bulacaksın. Kendimi öldüreceğim! Sen gittikten sonra...
Vedat Ağa:
-Sen bilirsin? dedi. Önce şu kopilin işini halledeyim. Sabah olmadan at sırtında leşini getirip ayaklarına sereyim de gör. Vedat Ağa’nın kızını kaçırmaya teşebbüs etmek ne demekmiş cümle âleme şan olsun. Geç duydum. Yoksa o iş bu güne kadar da kalmazdı.
Vedat Ağa’nın silah kuşanıp, atını atladığını gören hanımı, önce atın önünde durdu, sonra kocasının bacağına yapışıp çekiştirdi. Feriko’nun isyanından da aldığı güçle:
-Kan çıkmasın ağam! Son pişmanlık fayda vermez! Uyma kör şeytana! Dön misafirlerinle ilgilen, dese de; Vedat Ağanın tekmesine hedef oldu.
Annesinin kar içinde yuvarlandığını gören Feriha, babasının önüne geçip, kollarını iki yana açarak:
-Tamam dedi, kimse ölmesin, ellerime kına yaktıracağım! Gideceğim buradan, her şey senin istediğin gibi olsun, ama benim de bir şartım var, bu evden gitmeden önce tek istediğim var!
-Ne şartı?
-Beni kime verdin sen baba?
-Bilmiyor musun? ... Süvari Halil’in oğluna verdim, bilmiyor musun? Şahin’e...
-Ben daha Şahin’i hiç görmedim baba!
-Yarın göreceksin ya! ...
-Ben bu gece görmek istiyorum. Kimin için elime kına yakılıyor? Ben bu gece görmek istiyorum. Şahin gelsin!
-Olmaz öyle şey!
-Söz verdim baba Şahin gelsin, ellerime kına yakacağım. Yarın da gideceğim! Bu kadar meraklıysan söz: Bir daha da bu eve gelmem. Tamam, her şey senin istediğin gibi olsun. Kimse ölmesin, senin de sözün yerine gelsin. Yeter artık annem de üzülmesin!
Feriha’nın annesi söze karıştı, o da artık isyandaydı:
-Vedat Ağa Feriko’m çok mu şey istiyor? Kocası olacak adamı görmek istiyor, çok şey mi istiyor kız? Gözünü kan bürüdüyse önce benden başla! Kız çok mu şey istiyor? Yarın gidiyor işte! Şahin bu gece gelsin! Yarın gelin alayı ile birlikte dönerler... Vedat ağa Feriha’ya döndü:
-Ne yapacaksın bu gece Şahin’i?
-Sadece konuşacağım baba, sadece Şahin’le konuşacağım.
-Ne konuşacaksın?
-Seninle konuşacaklarım bitti. Yarın gidiyorum. Merak etme bir daha da senin kapına gelmem! . Bundan sonra ne konuşacaksam Şahin’le konuşacağım. Şahin gelsin, Ellerime kına yakacaklar! diyerek babasının cevabını beklemeden sakin bir şekilde içeri yürürken annesi de hiçbir şey demeden kızını takip etti.
Annesi de kızı ile birlikte hareket edip ilk kes tek ses, tek yumruk olarak, Vedat Ağa’nın karşısına dikilmişti. Vedat Ağa, kahyayı çağırttı:
-Kahya dedi, hemen ata bin, git Süvari Halil’e selam söyle. Şahin’i bu akşam al buraya getir. Haydi!
Süvari Halil’in Karaçam köyündeki evi, etrafı çit ile çevrilmiş on dönümlük arazinin kuzey sınırında, iki katlı geniş bir konaktı. Son yağan büyük kar çit seviyesine kadar bütün meydanı kar örtüsü altında bıraktı. Adamları iki gün boyunca meydandan, iki dönüm kadar bir alanı ellerinde sürgü ve küreklerle kardan temizlediler, öyle ki açtıkları alanın etrafı, iki adam boyu yüksekliğinde ve oldukça geniş bir kar duvarı çevrilmiş oldu. Açtıkları meydanın ortasına odunluk damının yarısı boşalıncaya kadar meşe odunu ve dört bir tarafına tutuşturmak için sap ve ince kuru dallar taşıdılar.
Süvari Halil, çiftlik kahyasının yanına, dört adamı ile birlikte kalabalık kadın ve genç kız kafilesini katarak, kına gecesi için Narlıköy’e uğurladıktan sonra; iki adam boyu yüksekliğindeki odun kümbeti, dört koldan ateşe verildi. Soğuk kış gecesinde meydanda yakılan bu ateşin alevleri ancak bir saati aşkın bir zaman sonra odun kümbetini sarabildi. Gece yarısına kadar, gökyüzüne doğru gittikçe büyüdü. Öyle ki komşu köyler bile gece boyunca yanan ateşin şavkını izlediler.
Feriha’nın düğünü için Süvari Halil’in yaktığı ateş yıllarca unutulmadı. Başka hiçbir düğünde bu kadar büyük ateş yakılamasa da; güzel bir düğün yapmak isteyenler niyetlerini: ’’Süvari Halil ateşi bile yakarım! ’ diye dile getirir oldular.
Süvari Halil, evinin önünde büyük ateşi yaktığı gece, ömrünün en mutlu gecelerinden birini yaşıyordu. Feriha adını, çok kişiden işitmiş kızı daha göremeden oğlu ile evlendirmeyi kafasına koymuştu. Babası Vedat Ağa’yı tanıyordu. Birisine söz verdi mi boynunu da vursalar sözünden dönmezdi. Aslında yazın yapmak istediği düğünü, başka bir ağanın Feriha’yı istemeyi düşündükleri duyumu üzerine, işi çok sıkı tutmuş ve aceleye getirmişti.
Sabaha, gelin almaya gideceklerini düşündükçe, meydandaki ateşin sıcaklığını yüzünde hissettikçe, mutluğu katlanıyordu. Gözlerini, birbirine sarılıp göğe uçuşan alevlerden, yanına telaşlı bir şekilde kahyanın gelişi ile ayırdı. Kahya ağanın kulağına eğilerek:
-Ağam hemen konuşmamız lazım dedi. Süvari Halil bir sorun olduğunu düşünerek kalkıp evin alt katına yürüdü. Kapıyı örterek çalgıların sesini biraz perdeledikten sonra:
-Nedir kahya? diye sordu.
-Vedat Ağa: ’ Süvari Halil’e selam söyle. Şahin’i bu akşam al buraya getir dedi!
-Götür!
-Ağam iyi söylersin de ben bir şey anlamadım. Bu bir tuzak olmasın?
-Vedat Ağa kimseye tuzak kurmaz. Yapacağı şey için de kimseden çekinmez. Tuzak değildir, götür. Bu gece geri dönmeye kalkmayın. Gözün, Şahin’in üzerinde olsun! Yarın hepimiz birlikte döneriz, şimdi Şahin’i al ve hemen yola revan olun.
Kahya:
-Emrin olur ağam hemen hareket ediyoruz. diyerek at değiştirip yanına Şahin’i de alarak gece yarısında tekrar Narlıköy’e hareket etti.
Eve ulaştıklarında, kendilerine doğru gelen Vedat ağa’yı işaret eden kahya Şahin’e:
-Kızın babası, dedi. Elini öp!
Ev ile bahçe kapısı arasında karşılaştıklarında, Şahin Vedat Ağa’nın elini öptükten sonra çekingen bir sesle:
-Beni istemişsiniz. deyince Vedat Ağa:
-Ben istemedim. Feriko seninle konuşacakmış. Git, konuşsun! dediği anda Feriha’nın annesi de yanlarına geliyordu.
Şahin Feriha’nın annesini takip ederek içeri girerken meraklı gözler Şahin’in üzerinde toplandı. Kadın Şahin’e:
-Sen bekle ben Feriha’ya geldiğini bildireyim dedi. Feriha, Şahin’in gelişini duyduğunda odadakilere:
-Herkes dışarı çıksın! Ben yalnızken görüşeceğim. dediğinde dışarı çıkanların içini bir merak sardı.
Kına gecesine gelenler, kapıda beklemekte olan Şahin’i süze süze dışarı çıkarlarken, Şahin’i Feriha’dan daha önce gördüklerinde, gecenin ayazında morarmış ve endişeli yüzüne tanık oldular.
Feriha odada yalnız kalınca, annesi Şahin’le birlikte içeri girdi. Feriha, annesine:
-Anne, sen kapıyı bekle dedi, sakın ola ki kimse konuşacaklarımızı kapıdan dinlemesin! Annesi dışarı çıkıp kapıyı çekerken kapı önünde birikenlere:
-Açılın kapı önünden, kapının önünde durmayın. Konuşacaklar işte. Hepsi bu...diyerek kapının önünü boşalttı.
Feriha, eliyle divanı işaret ederek, ayakta bekleyen Şahin’in oturmasını istedi. Şahin divana oturduktan sonra Feriha, ağır ağır gözlerini yerden kaldırarak Şahin’e baktı: Süvari Halil’e benzemiyordu. Annesini andırıyordu. Çakır gözlü, hafif sarı saçlı kibar görünüşü olan bir gençti. Yüzündeki morluk geçmeye başlamışken, burnundaki kızarıklık annesini anımsatınca, bir anlık hafif bir tebessüm, Feriha’nın dudaklarına yayılır gibi oldu.
Feriha’nın kaşlarına kadar ulaşan, uzun siyah kirpikli gözlerine bakan Şahin, o an ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Elini uzatarak Feriha’nın elini tutmaya niyetlenirken, Feriha’nın kısık sesle sorduğu soru buna izin vermedi:
-Seni niçin çağırdım biliyor musun?
-Bilmiyorum, niçin çağırdın?
Feriko, söze nasıl başlayacağını bilemedi. Şahin’in gelmesini beklediği zaman zarfında neler konuşması gerektiğini tasarlamış olsa da, zihnindeki cümlelerin, diline akışı durmuş gibiydi. Masum bakan efsunkâr gözlerinin anlatmak istediklerine dili bir türlü yanaşmıyordu.
Şahin’in sorgulayan gözleri, Feriko’nun tılsımına kapılmış, gönlü kayıp gitmişti. Aşikâr bir sevinçle, gizli bir endişe arasında, zamanın sarkacı gidip geliyordu.
Sessizliğin, tedirgin belirsizliğini, Feriko’nun billûr sesi nihayet bozabildi:
-Babam, senin babana benim sözümü verirken; bana da anneme de danışmadı dedi. Bizden habersiz söz vermiş babana!
Bir hüzün bulutu indi Şahin’in gözlerine. Sitemkâr bir tonla titredi sesi:
-Peki, bunda benim suçum ne? dedi Feriko’ya.
Pençesine düştüğü şahinin gözlerinde merhamet arayan bir güvercin hissine kapıldı Feriko. Nafile çırpınışıydı.
-Ne senin bir suçun var, ne de benim dedi Feriha. Ama bilmen gereken bir şey daha var; zaten onun için seni çağırdım.
-O neymiş peki?
- Beni seven biri var! Senin annen ve baban, bohçayı getirmeden bir kaç gün önce, anne ve babasıyla birlikte gelip söz kesmek istediler. Babam vermedi. Çünkü senin babana daha önceden sözümü vermiş. O anda haberdar olduk. Bana da anneme de söyleyecek söz bırakmadan işi olupbittiye getirmişler.
Şahin kırgın bir sesle:
-İyi de bunda benim suçum ne? Kına gecesinde bunlar mı konuşulur Feriko?
-Senin bir suçun yok, benim de bir suçum yok!
Şahin, Feriha’nın billûr bir su gibi akıcı sesi, tılsımlı ve sürmeli gözleri, o ana kadar hiçbir kızda göremediği nefes kesen çekici güzelliğiyle anında büyülenmişken; bir anda kezzap gibi yakıcı, gurur kırıcı sözlerle, yıldırım gibi düşen aşkın dünyasında, eşlemden, kutba savrulmuştu.
Kâlbi sıkışmış olarak, Feriha’nın yüzüne baktı. ’’Ben seninle evlenemem bu iş burada biter! ’’ deyip kalkmak istedi. Ancak karşısındaki o büyüleyici yüz ona bu fırsatı tanımadı. Bir kaç kez söylemek istedi ancak yapamadı! Feriko’nun, konuştuğu her acı sözcük bile, sanki tınısında meyan kökünün tadını gizliyordu.
İnsanın bir gözü ağlarken, bir gözü güler miydi? Ya da kalbinin bir yarısı yanarken diğer yarısı donar mıydı? Felek, Feriko’ya da Şahin’e de kötü bir oyun oynuyordu. Bu oyuna son vermek Şahin’in iki dudağı arasında çıkacak bir kaç kelime bakıyordu; peki ya sonrası...
Dilinin ucuna kadar gelen: ’’Ben seninle evlenemem bu iş burada biter!’’ cümlesini bir türlü söyleyemedi, kendi kendisine acıdı. Ömründe ilk defa kendini bu kadar aciz hissediyordu. ’’Ben bu kadar mı acizim be?’’ düşüncesi içinden geçerken, Feriha:
-Benim için yine de yanlış düşünmeni istemem. Sevdim, ama sevdiğimle bir kez bile konuşamadım, bir kez bile sesini duymadım! demesi üzerine; Feriha’nın konuşmaya başladığı andan beri ilk kez yanan kalbine bir nebze su serpilen Şahin, kendini biraz toparlayabildi:
-Ne yani, sen hiç konuşmadığın, hiç elini tutmadığın, hiç görüşmediğin birisini mi sevdin?
-Evet!
Kısa bir sessizlikten sonra Feriha:
-Bak dedi! Ben şimdi size gelin gelmeyi kabul etmezsem, babam O’nu, beni ve sonra da annemi öldürür. Zaten bunu yapacakken ben gelin olmayı kabul edince, gitmeden döndü. Kimse ölsün istemedim. Bak Şahin iyi bir insana benziyorsun. Ben de sana gerçeği anlattım. Başkasından duymadın benden duydun. Her şeyi öğrendin işte. Şimdi söyle bana, bu şartlarda beni yine de gelin olarak götürecek misin?
Şahin bir müddet düşündü. Feriha’nın kendi ağzı ile söylediklerinden sonra bu işin sonunu hayırlı görmüyordu. Yerinden kalkıp ’Hayır! ’ deyip köyüne geri dönmek, en doğru seçenekti, Yine aynı soru takıldı aklına: Peki, ya sonrası... Oturduğu yerden kalktı, hayır demesi için yalvarır gibi gözlerinin içine bakan Feriha’nın lekesiz yüzü ve büyüleyen gözleriyle sarhoş gibi olduğu o kader anında ağzından:
-Evet! ... sözcüğü çıkıverdi. Söylediği kelimeye kendisi de şaştı. Söylemek istediği ile ağzından çıkan kelime birbirinden farklı olmuştu. Yavaşça yerine tekrar oturduğunda, bütün direnci kırılmıştı. Kalbine her an biraz daha yerleşen Feriha’nın ani aşkı, gururunu, aklını ve direncini yerle bir etmişti.
Feriha’nın hayal ettiği ve duymak istediği cevap bu değildi. Şahin tek kelime ile son şansını bir anda elinden almıştı. Kısa bir süre düşünen Feriha son sözlerini söyledi.
-Bak Şahin! Bir şeyi daha bil: Herkesin dileği yerine gelecek. Beni sabah götüreceksiniz. Son umudumu da sen kırdın. Ama şunu bil ben istemeden sen bana elini bile süremeyeceksin! Bunu da biliyor musun? Ona göre!
Aklı karışmış, o anda ne yapacağını bilmez halde ve bütün direncini kaybetmiş haldeki Şahin:
-Sen nasıl istersen öyle olsun Feriko! dedi. Feriha’nın:
-Peki söyle annem şimdi yanıma gelsin. demesi üzerine Şahin yerinden kalkarken; içindeki tarifsiz acıyla yarışan; ’Evet! ’ dediği andan beri, kendisini, her geçen an biraz daha fazla hissettiren buruk bir mutluluk hissediyordu.
Annesi, Feriha’nın yanına geldiğinde:
-Ne oldu kızım, ne konuştun Şahin’le? diye sordu.
Feriha:
-Sabaha gidiyorum mayko. Benim senden de son bir istediğim var.
-Söyle yavrum, söyle nur damlası annesinden ne istiyor?
-İdris’e bir mektup yazacağım. Ben gittikten sonra nasıl yaparsan yap, bu mektubu İdris’e kendin ver. Senden başka kimseye güvenemem. Acelesi yok ama bir iki ay içinde mutlaka İdris’e mektubu mutlaka vermelisin. Senden son istediğim bu.
-Çok mu önemli kızım bu mektup? Sen gittikten sonra İdris mektubu ne yapsın? Ben annen olarak böyle bir mektubu İdris’e nasıl veririm kızım? Hem de kendi elimle... Ayıp be kızım, ayıp! Hem de sen evlendikten sonra...
-Anne benim için bu her şeyden daha önemli. Bir iki ay içerisinde bu mektubu İdris’in eline varmalı. Ben, babamın istediğini yapıyorum işte... Benim de senden son istediğim bu.
Bir müddet düşünen Ünzile Hanım, yapacağı işten memnun kalmadığını belirten yüz ifadesiyle:
-Veririm kızım dedi, madem ki sen gittikten sonra verilecek, madem ki son isteğin bu, ne yapar ne eder kendim veririm. İçime hiç sinmiyor ama bu olanlardan sonra veririm kızım. Nur Damlası’nın hatırı için veririm mektubunu. Sen gelin olduktan sonra, İdris ne yapacaksa mektubu! Veririm.
-Hemen şimdi kısa bir mektup yazacağım sen kapının arkasında dur kimse görmesin. Annesi kapının arkasında dururken Feriha perdeleri sıkıca kapattıktan sonra kısa bir mektup yazdı:
İdris’im. Feriko’nun sözüne güven. Yemin ediyorum. Günü geldiğinde, tertemiz yanına döneceğim. Anladın mı? ... Tertemiz... Sakın umutsuzluğa kapılıp kimseye gönül vermeyesin. Sakın ola ki bana kızıp başkası ile evlenmeyesin.
Hiç beklemediğin bir gün, beni karşında bulduğunda şaşıracaksın. Sana geleceğim. Bekle beni. Bu mektubu sana annem verecek. Bu mektuptan kimsenin haberi olmasın. İyice okuduktan sonra mektubu yak. Üzerinde tutma. Söz olsun yemin olsun: Senin Feriko’n sana gelecek!
Mektubu zarfa koyup ağzını yapıştırdı. Üzerine: İdris’ime... diye yazdı. Duvara gömülü dolaptan Arzu ile Kamber hikayesi kitabını çıkardı, Solan kızıl gülüne son kez aktı, birkaç sayfa daha ilerisine mektubu yerleştirdiği kitabı annesine gösterdi:
-Anne bak! Mektup bu kitabın içinde tamam mı? dedi.
Annesi ’Tamam’ anlamında başını salladı. Kızıl gülden sonra mektubu da bağrında saklayan Arzu ile Kamber kitabını dolaba yerleştirip kilitledi. Anahtarını annesine teslim ettikten sonra, perdeleri tekrar açıp divana otururken:
-Gelsinler anne... Feriko’nun ellerine kınasını yaksınlar! dediği anda annesi bir kez daha gözyaşlarını tutamadı.
Feriha’nın kına gecesi, çocukların haricinde herkes için çok uzun ve uykusuz bir gece oldu. Ancak sabah karşı Feriha’nın ellerine kınası yakılabildi. Ellerinin kınası kurumadan sabaha uykusuz ulaşan Feriha, sabah ile öğle arası gelin alayı ile köyünden ayrıldı. Feriha giderken köylülerin aklına takılan iki soru hiçbir zaman cevabını bulamadı. Şahin gelinceye o kadar hırçın olan Feriha, annesinin kimseyi yaklaştırmadığı kapının arkasında Şahin ile ne konuşmuştu? Şahin çıktıktan sonra Feriha’nın perdeleri sıkı sıkıya kapattığını görenlerin merakı daha da büyüktü. Şahin’le konuşurken bile aralık olan perdeler, Şahin çıktıktan sonra annesiyle ne yapmışlardı ki, sıkı sıkıya kapanmıştı? Bu sorularının cevabını hiçbir zaman bulamayan köylüler Feriha’nın köyden ayrılışını da yıllarca unutamadılar:
Kına gecesi için Karaçam’dan gelenlerden hiç kimse, o gece Feriha’nın yaptıkları ile ilgili olarak, Süvari Halil ve hanımına bir tek şey söyleyemediler. Hepsi de: ’Benden duyacağına başkasından duysunlar! ’ diye cesaret edemedi.
Kendisi için hazırlanan gelin atına: ’’Korkarım, düşerim!’’ bahanesiyle binmeyen Feriha; Şahin’in atına da ’Utanırım! ’ diyerek yanaşmadı. Süvari Halil’in terkisine binmiş olarak köyünden ayrıldı. Süslenmiş gelin atı da, gelin alayının en arkasında dizginleri kahyanın elinde sırtı boş olarak Karaçam’a döndü. Feriha, babasına duyduğu kırgınlığını Narlıköy’e bir daha hiç dönmeyerek gösterdi. Süvari Halil’in arkasında giderken bir kez bile başını geriye çevirmeyen Feriha’nın görüntüsü, köylülerin hafızasında silinmeyen bir hayal olarak kaldı.
Feriha öğleye doğru havaya ateş açan mavzer sesleri arasında Karaçam’a yeni evine geldiğinde dikkatini ilk çeken şey; yüksek ve geniş kar duvarının çevrelediği geniş alandaki gece yakılan ateşten arda kalan hâlâ içinden dumanı tüten kül tümseği oldu.
Feriha’yı, konağın üst katına, gürül gürül sobanın yandığı geniş bir odaya aldıklarında, köyün genç kız ve gelinleri, akın akın Feriha’yı görmeye geldiler. Kendi kına gecesinde bile oynamayan uykusuz Feriha, halı minderler ile kaplı divana oturduktan sonra üşüyen parmaklarının ucundaki sızıyla genç kızların oynamalarını seyretti.
Sanki kendi düğünü değil de, düğüne gelen bir misafir gibiydi. Gittikçe ısınan oda, Feriha’nın bütün gün ve gece uykusuz, üşümüş bedenine tatlı bir uyuşuklukla beraber; dayanılmaz bir uyku dalgası ve gözkapaklarına kaldıramayacağı ağırlık verdi. Büyük zorlukla açık tutmaya çalıştığı göz kapaklarının imdadına Atike Hanım yetişti.
-Çok mu yoruldun kızım, uykun mu geliyor? diye sorduğunda, bu soruya Feriha’nın düşen göz kapakları cevap verdi. Feriha’nın zorlukla gözlerini tekrar açmaya çalıştığını gören kadın kızlara dönerek:
-Haydi bakalım. Gelinim çok yoruldu ve üşüdü. Sonra yine gelirsiniz bunun akşamı da var yarını da var. Haydi bakalım, odayı boşaltın şimdi. Gelin bir şeyler yesin., biraz kendine gelsin. Sizler de inin aşağıda hep beraber yemek yiyin. diyerek odayı boşalttı.
Gelinler ve kızlar, odayı terk ederlerken , Feriha’nın başı divanın arkasındaki halı yastığa düşmüştü bile. Atike Hanım, yan odadan yün bir yastık getirerek Feriha’nın başının altına yerleştirerek Feriha’yı divana uzattıktan sonra, gözleri kapalı olan Feriha’nın yüzüne baktı.
Uzun siyah kirpikleri, düzgün kaşları ve beyaz teninden gözlerini alamadı. İçinde gittikçe çağlayan sevgi seline daha fazla dayanamadı:
-Kızım, seni ben doğursam bu kadar sevmezdim be. Nasıl bu kadar sevdim seni? derken, kendini tutamayarak, Feriha’yı yanağından hafifçe öptü! Feriha’yı herkesten önce öpen kendisi olmuştu. Uykusuz gece ve yorgun günden arda kalan üşümüş bedeni ile derin bir uykuya teslim olan Feriha’nın, bu sevgi dolu öpücükten haberi olamadı.
Süvari Halil, Feriha’nın uyumakta olduğunu hanımından öğrenince:
-Kendisi uyanmadan, yanına kimseyi göndermeyin dedi. Sen de bir şeyler yedikten sonra tekrar yanına dönersin.
Atike Hanım alt kata indi. Yemeklerini yiyen misafirlerin bir kısmı yavaş yavaş evlerine dönüyorlardı. O da mutfak tarafında aceleyle ayak üstü bir şeyler atıştırarak Feriha’nın yanına geri döndü. Sobaya birkaç meşe odunu daha atarak, divanın yanına tahta bir sandalye çekti. üstüne bir halı minder yerleştirip, Feriha’nın ayak ucuna doğru oturdu. Uykudaki Feriha’nın elini tuttu. uzun uzun uykudaki Feriha’yı seyrederken, başını, Feriha’nın elini tutan kolunun üzerine koyarak biraz kestirmek isterken, birkaç kez esneyip uykuya daldı.
Akşamın alaca karanlığı çökmeye başladığında, Süvari Halil elinde yeni gömlek takarak yaktığı lüks lambasıyla kapının önüne gelerek hanımına seslendi. Birkaç kez seslendiği halde cevap alamayınca kapıyı aralayıp başını uzattı, Atike Hanım’ı , Feriha’nın elini tutmuş olarak ikisinin de uyumakta olduğunu görünce içinden: ’’Bu kadın, gelini bu gece oğluna vermeyecek her halde!’’ diye gülümseyerek lüks lambasını duvara asarak dışarı çıktı.
Feriha gecenin başlangıcına kadar uzanan bu gündüz uykusundan uyandığında, elini Atike Hanım’ın elinde görünce şaşırdı. Duvardaki hafif bir fısıltı ile yanan lüks lambasının beyaz ışığına boğulmuş odada gözlerini dolaştırdı. Elini Kadının elinden çekip doğrulmak isterken Atike Hanım uyanıverdi:
-Ben de de dalmışım dedi. Odayı aydınlatan lüks lambasını bakan Feriha:
-Akşam mı olmuş? çok mu uyumuşum? diye sordu. Kadın:
-Ben de dalmışım kızım. Sen bir şey de yemedin. Sana yemek göndereyim. Sobanın üzerinde ibrikte sıcak su var. Ben gelinceye kadar istersen yüzünü bir yıka diyerek dışarı çıktı.
Feriha pencereye doğru yürüdü gece ile birlikte sert bir rüzgar başlamıştı. Bir gece önce sabaha kadar yanan büyük ateşin küllerini rüzgâr sağa sola savurdukça altında hâlâ sönmemiş kor parçalarının göz kırpan kızıl ışıltılarını süzdü. Rüzgar esintisi ile bir parlayıp bir sönükleşiyorlardı. Sobanın üzerindeki ibriği aldı. Su çok sıcaktı. Odanın bir köşesindeki suluğun kenarına dizilmiş su dolu kovaların birinden soğuk su alarak ılıklaştırdığı tastaki su ile elini yüzünü sabunlayarak yıkadı. Duvara asılı yeni bir havlu ile yüzünü kurularken; Atike Hanım koltuğunun altında sofra bezi ve elinde yemek tepsisi ile içeri girdi.
-Gel kızım biraz yemek ye, sen yemeğini yiyinceye kadar ben şu ileri biraz toparlayayım diyerek yemek tepsisini bırakıp dışarı çıktı.
Feriha yeni evde ilk yemeğini tek başına yemeğe çalıştı. bira ara pencerenin önüne durup aştıkları karlı tepeliklere gözlerini dolaştırdı. Babasının öfkeli bakışları geldi gözlerinin önüne. Ancak kendi duyabileceği bir sesle: ’’Yemin ederim baba, kapına ayak basmam bundan sonra, değil mi ki yaktın beni, bir daha, asla!’’ İdris’in güzel yüzü sevgi dolu gözlerini düşündü. ’’İdris’im, ölmezsem eğer, mutlaka geleceğim sana. Üç ay olur, beş ay olur bilemem, ama seneyi bulmaz İdris’im. Ben gelinceye kadar Allah sana sabır versin. Feriko’n sana tertemiz gelecek İdris’im.
Sonra annesinin nafile çırpınışları geldi gözlerinin önüne. Elinden hiçbir şey gelmeyen annesinin, bıraktığı mektubu İdris’e vereceğinden emindi. İçinde bulunduğu şartlarda tek umut ışığı İdris’e bıraktığı mektuptu. Mektup, İdris’e ulaştığında İdris’in okuduktan sonra, sabretmek için güç bulacağını, Feriko’sunu bekleyeceğini ve kendisini karşısında görünce ne kadar mutlu olacağını düşünerek yüzüne bir tatlı gülümseme yayıldığı anda Atike Hanım içeri girerek, Feriha’nın yüzündeki mutluluk ifadesini yakaladı. kendisi de gülümseyerek:
-Hoca geldi kızım, nikâhınızı kıyacak! dedi.
Şahin’in ömründeki en zor gecesi Feriko ile nikâhlarının kıyıldığı geceydi. Ne yapacağını bilmez halde kendileri için hazırlanan odaya girdiğinde yüzü açık sobanın yanında oturmuş düşünceli Feriha ile karşılaştı. Elleri çenesinde oturduğu yerden gözlerini kaldırarak içeri giren Şahin’e baktı. Şahin cebindeki yüz görümlüğü altını Feriha’ya takmaya cesaret edemedi. Nereye oturacağını kestiremedi. Gözleri bir gelin karyolasına bir sobanın yanındaki minderlere gidip geldi. ’Hoş geldin! ’ diyeceğine, iradesinin dışında:
-Feriko dedi. Bir şeyi bilmeni istiyorum. Yemin ederim belki inanamayacaksın ama, kına gecesi sen bana sorduğunda: ’Hayır! ’ demek istemiştim bak yemin ederim, doğruyu söylüyorum. Kendim bile şaşırdım. Ben ’Hayır! ’ demek istemiştim. Ama ben de şaşırdım: ’Evet! ’ çıktı ağzımdan dedi.
Feriha’nı sesi sitemkârdı:
-Keşke: ’’Hayır!’’ deseydin. Senin için de daha iyi olurdu. Sen de benim gibi üzülmezdin.
-Feriko ilk defa böyle bir şey başıma geldi. Senin de hiç başına geldi mi yani ’Hayır! ’ denmek isterken ’Evet! ’ dediğin?
-Gelmedi.
-Benim başıma ilk defa böyle bir şey geldi işte. Kader işte, ne diyeyim?
-Otursana Şahin, ayakta durma, sana bir şey sorayım.
-Sor.
-Sen hiç kimseyi sevdin mi?
-! ...
-Niye sustun?
-Söylesem inanmazsın!
-Söyle, inanırım. Yeter ki sen doğruyu söyle!
-Ben kimseyi sevmediğimi seni görünce anladım Feriko. Ben bu güne kadar kimseyi sevmemişim!
-Şahin beni iyi dinle! Olmayacak duaya âmin deme. Bir de senin için üzülmek istemiyorum. Günü geldiğinde bu evden gideceğimi biliyorsun. Belki üç ay, belki beş ay buradayım. Bana umut bağlama. Ben yemin ettim. Yeminimden dönemem. Kendini daha bu geceden hazırla buna. üzülme sonra. Ben, babam kimseyi öldürmesin, senin babanın da şerefine bir leke gelmesin diye... Sen bana elini sürmeyeceğine dair ’Evet! ’ dediğin için geldim.
-Annem de bana bir altın vermişti sana yüz görümlüğü takayım diye!
-Yüzümü sen açmadın ki altını sen takasın. Kendim açtım. O altını diğer altınların yanına koyarsın. Ben gittikten sonra nasılsa yine evlenirsin! . O zaman gelininize takarsınız. Bu evin gelini ben değilim şahin, ben değilim.
-Ben seni gördükten sevdikten sonra başkasını mı seveceğim Feriko? Ben de yemin ederim ki sen beni bırakıp gidersen, ben de kimseyle evlenmem! Ben de yemin ederim!
-Şahin, bir de sen beni üzme! Bana bir daha, beni sevdiğini söyleme buna hakkın yok.
-Seni sevmemek, mümkün olsaydı sevmezdim, Feriko dedi. Acaba senin sevdiğini söylediğin kişi benim kadar mı seni sevdi? Benim yerime o olsaydı kendi düğününün kına gecesinde ’Hayır! ’ yerine Evet! ’ der miydi? Bir de bunu düşün. Demezdi Feriko, demezdi. Benden başka kimse demezdi. Feriko birden yerinden fırladı iki elini sıkarak:
Gecenin sessizliğini yırtan bir çığlık attı: ’’Yeter şahin, yeter! dedi. Sonra üzgün, yalvaran ve kısık bir sesle: İstersen vur beni, bu iş tümden bitsin! Allah aşkına, beni seviyorsan bir daha beni sevdiğini bana söyleme, söyleme ya!
Feriko’nun çığlığını iki oda öteden duyan Atike Hanım, yatağında Süvari Halil’e koluyla vurdu:
-Sen de duydun mu diye sordu, Feriko bağırdı!
Süvari Halil gülerek:
-Duydum hatun, duydum! dedi. Dur kalkayım da havaya bir iki el ateş edeyim!
Tabanca sesini duyan Feriha:
-Ne oluyor Şahin, kime ateş ediyorlar? diye telaşla sordu. Şahin:
-Kimseye ateş etmiyorlar, Senin sesini duymuş olmalılar. Yanlış anladılar havaya ateş ediyorlardır.
-Neyi yanlış anladılar?
-...
Sorusuna bir cevap alamayan Feriha biraz düşündükten sonra, gözlerinden yaşlar süzülürken, Şahin bu mutlu tesadüfe içinden şükretti, Kına gecesinden beri pençesine düştüğü ilk gece kâbusunu, Feriha’nın çığlığı ile bir anda kendiliğinden aşmıştı.
Feriha ile arkadaş olan genç kızlar ve gelinler, ser verip sır vermeyen Feriha’dan işin aslını öğrenemezken, durumu tek fark eden Atike Hanım oldu. Feriha ve oğlundan hiçbir şey öğrenemeyen anne, Oğlunun daha ilk gece odalarına bir kat daha yatak taşıması ile şüpheye düştü. Feriha hiçbir zaman kendisi için hazırlanan karyolada uyumadı. Şahin’in bütün yalvarmalarına rağmen:
-O gelin yatağı, benim yatağım değil! diyerek kestirip attı. Şahin o şartlarda uyumadan her önce her gece içinden: ’-Allah’ım, Feriko’m gitmesin buna da razıyım! Ölünceye kadar buna da razıyım.’ diye dua etti.
Feriha ise her gün bir sonraki günü iple çekiyordu. Batan her güneş ile gecelerin kâbusu başlasa da, her ne kadar fark ettirmemeğe çalışsa da Şahin’in durumuna için için üzülse de; Her sabah, her yeni bir gün kendisini İdris’e biraz daha yaklaştırdığını hissediyordu.
Atike Hanım durumu öğrenmek istediğinde, Feriha’dan sadece gözyaşları ile cevap aldı. Bir daha da Feriha’nın üzerine gidemedi. Oğlu Şahin’in: ’Anne ben böyle de çok mutluyum! benim için dua et. Dua et ki böyle devam etsin...’ demesine de bir anlam veremeyince, bir gece kocasına durumu açtı:
-Halil’im biliyor musun Feriha ile Şahin aynı yatağı paylaşmıyorlar?
-Dert ettiğin şeye bak! Bu gün küsseler yarın barışırlar. Sen de ilk geldiğin zamanlar bana az mı küsüyordun? Üzülme düzelir.
-Bu öyle değil Halil, bu öyle değil.
-Nasıl ya?
-Ben de bilmiyorum. Ser verip dışarı sır vermiyorlar, bunların arasında bir şey var sanki, Bir sır var.
-Daha ne istiyorsun hatun? Sırrını dışarı vermiyorlar işte. Bu iyiye işaret. Allah büyüktür, O ne yapacağını bilir.
-Öyle de... Ben Şahin’in yüzü gülse de gönlü ağlıyor diye düşünüyorum.
-En iyisi onlara hiç karışma, halledemedikleri bir dertleri olursa nasılsa bize söyleyecekler. Sen sadece Feriko’ya gözün gibi bak. Hiçbir şey olmaz.
-Feriko’yu ben Şahin’den daha çok seviyorum. Ama...
-Ya hatun sen devayı bulmuş, kendine dert ararsın! Feriko veya Şahin sana bir şey mi söyledi, bir şey mi duydun kimseden?
-İkisi de bir şey söylemiyor. Hatta ilk geceleri için bile bir şey söylemediler.
-Gelin bizim gelinimiz oğlan bizim oğlumuz. Ne yaparlarsa yapsınlar sen karışma. Ne zaman ki bizden bir şey isterlerse o zaman düşünürüz. Biliyorsun insan her küstükten sonra barışınca sanki yeniden evlenmiş gibi oluyor! ... Ne dersin seninle bu ara bir kavga etsek mi diyorum!
-Otuz senedir hiç değişmedin Halil’im! Ne değiştin ne de... Süvari Halil hanımının daha fazla konuşmasına fırsat vermedi!
Şubat ayının sonlarına doğru esen büyük lodos bazı tepelerin kuzeye bakan yamaçlarının ardı hariç, iki günde yerdeki karları eritip buharlaştırdı. Süvari Halil’in düğün gecesi büyük ateş için açtırdığı iki dönüme yakın alanı çevreleyen kar duvarı bile lodosa yenik düştü. Büyük lodosun estiği gece, Feriha gece yarısından sabaha kadar rüzgârın uğultusunu mutlulukla dinledi. Rüzgâr gecenin sessizliğinde en güzel ezgilerini sundu Feriha’ya. Ömründe rüzgâr sesini bu kadar içten dinlediği, ruhuna huzur verdiği kendisini bambaşka dünyalara taşıdığı başka bir gece hatırlamıyordu.
Mart güneşinin gülümsediği, bahara müjde verdiği bir gün Feriha duyduğu at sesi ile pencereden bakınca çiftlik kahyası ve Süvari Halil’i dizginlerini tuttuğu huysuz beyaz bir tayı sakinleştirmeye çalışırken gördü. Beyaz tayı çiftlikten buraya niçin getirdiklerini düşünürken, Atike Hanım geldi:
-Feriko’m, baban seni çağırdı dedi. Feriha merdivenleri inerken beyaz taya bakıyordu. Beyaz tayın yanına vardığında, ilk kez ağzına vurulan gemden huzursuz olan tay, durmadan diliyle gemden kurtulmaya çalışıyor, başaramadıkça, huysuzlaşıyordu. Süvari Halil:
-Feriko bu senin tayın dedi! Bak bakalım beğenecek misin? Feriha şaşırdı:
-Benin atım mı?
-Senin tayın bu.
-Ben ata binemem ki korkarım.
-Zaten şimdi binmeyeceksin. Daha kimse binmedi. Birkaç ay daha büyüsün sana alışsın ondan sonra sana ata binmeyi öğretirim. Bundan sonra burada kalacak. Çiftliğe geri göndermeyeceğim. Adını ne koyacaksın? Feriha tay için bir isim düşünürken taya bakıyordu. Bembeyaz bir taydı. Ne kadar güzeldi. Hayvanlardan en çok sevdiği yeni doğan kuzulardı. Ama bu tay bambaşkaydı. Biraz daha yaklaştı. Tayın güzelliğini seyretti.
-Adı: Beyaz İnci olsun. Olur mu? diye Süvari Halil’e sordu.
-Senin atın istediğin gibi olsun. dedi Süvari Halil, nasıl istersen... Beyaz İnci bence de çok güzel isim oldu. diye taya verilen ismi beğendi.
Tayın biraz sakinleştiği gören Süvari Halil:
-Kahya, dedi. kemendi de çöz. Boynundaki kemendi çözülünce sadece dizginleri ile kalan tay daha da sakinleştince Süvari Halil kahyayı çiftliğe gönderdikten sonra Feriha’ya döndü:
-Nasıl beğendin mi tayını?
-Çok güzel ya, bembeyaz.
-Yaklaş elini yavaşça dokun bakalım ne yapacak?
Feriha tayın gözlerine baktı. Ne kadar güzel diye düşündü. Elini yavaşça boynuna koydu. Tay hiç huyssuzlanmadı. Biraz okşadı. ’Ne kadar tatlı! ’ diye düşündü. Okşamakla kalmadı, önce boynuna sarıldı sonra öpünce Süvari Halil şaşırdı:
-Hayret! bu tay sana hiç huysuzlanmadı ya! Al bakalım dizginlerini ne yapacak? Tay hiçbir huysuzluk göstermeyince dizginleri Feriha’nın eline verdi. Dizginleri Feriha’nın elindeki tay başını ve kuyruğunu sallayarak hareket edince Feriha da onunla birlikte yürüdü. Süvari Halil boşuna tetikte bekledi. Tay, Feriha’ya karşı hiç huysuzluk göstermedi, geldiği yere doğru yöneldi. Feriha:
-Biraz dolaştıralım mı? diye sordu.
-İyi olur, dedi bu fırsatı kaçırma. Tayı dolaştırırlarken Feriha, Süvari Halil’e sordu:
-Etraftaki bütün köyleri bilir misin?
-Benim atımın ayağının değmediği köy yok. Gitmekte oldukları yöne doğru elini uzatarak sordu:
-Bu tarafta hangi köyler var?
-Bu tarafta üç köy sonra sizin köy var. Diyerek sırayla köyleri saydı.
Eliyle güneşin doğduğu yönü göstererek:
-Peki bu taraftaki köyler hangileri? sorusuna Feriha aldığı cevapla, geri döndüklerinde, Meşeli köyünün, Karaçam’dan dört köy ötede beşinci köy olduğunu, at sırtında yazın yarım günde ulaşılabileceğini öğrenmişti. Akşam yüzünü öperek beyaz tayın yanından ayrılan Feriha, ertesi sabah tayın yanına kendisi gitti. Kendi avuçları ile taya yulaf yedirirken, yulaf tanelerinin uçlarında siyah kılçıkları ile atın ağzına nasıl batmadıklarını düşünüyordu.
Bir sabah Feriha’nın, beyaz tayı tek başına dışarı çıkarmış dolaştırmaya götürürken gören Süvari Halil hanımına seslendi:
-Baksana hatun şunların güzelliğine dedi! Birbirine ne kadar çok yakışıyorlar. Bir iki hafta sonra Feriko’ya ata binmeyi öğretmeliyim dedi.
Kışın sonlarına doğru yağan yağmur ve eriyen kar suları Ergene Nehri’nin taşmasına sebep oldu. Öyle ki nehrin iki yakasına kurulmuş komşu köylerin sakinleri birbirine günlerce gidemediler. Tek istisnası, karşıdan karşıya kayıkla geçen bir kaç maceraperest ve gümeciler oldu. Yer yer tren yolunu da aşarak ovayı çarşaf gibi kaplayan çamurlu nehir suları geri çekildiğinde, ovada kalın bir alüvyon tabası ile birlikte, köylülere uzun yıllar unutamadıkları bir bolluk ve bereket yılı bıraktı.
Feriha’nın baba ocağından ayrıldığı sene, mayıs ayı Ergene Ovası ve civarındaki köylere bambaşka bir güzellikle geldi. Bütün ova birkaç günde zümrüt kesildi. Bir türlü gelmez sanılan bahar, güzel havası, gülümseyen güneşi, bereketi ve canlılığı ile bir anda gelivermişti. Bu baharı diğer baharlardan daha farklı kılan bir şey daha vardı: Beyaz at üzerinde zümrüt yeşilliklerde at koşturan Feriha! O güne kadar köylüler ne böyle bir görüntüye tanık olabilmiş ne de akıllarından geçirmişlerdi. Süvari Halil, beyaz atı ve düğün gecesi yaktırdığı büyük ateşten sonra, bir de: ’Süvari Halil’in Gelini! ’ sözü ile bir kez daha akıllara yerleşecekti.
Beyaz atı üzerinde, zümrüt yeşilliklerde saçları rüzgârda süzülen Feriha’yı, masallardaki peri kızlarına benzeten Şahin, aynı odanın içinde yatan Feriha’yı rüyasında görüyordu. Feriha’nın yakın bir zamanda gideceğini, ata binmeyi de bunun için öğrendiğini bilen köydeki tek kişiydi.
İdris’e teslim edilmek üzerine annesine bıraktığı mektup olmasaydı; Süvari Halil ve ailesinin, kendi öz anne ve babasının bile kendisine göstermedikleri, sevgi, saygı ve anlayışın altında adeta ezileceğini, kaçmayı aklının ucundan bile geçirecek cesareti bulamayacağını biliyordu Feriha. Ancak yemini vardı ve bunu kanıtlayan mektubu. Süvari Halil ve ailesi kendisine bu kadar iyi davranmasalardı kaçtıktan sonra işi daha kolay olacaktı. Süvari Halil ve ailesine yaşatacağı üzüntüyü düşündükçe, bölünmüş yüreği daha şimdiden paramparça oluyordu.
İdris, Feriha’yı kaçırmak için kendisine yardım edecek arkadaşından Feriha’nın gelin olduğu haberini aldığında önce inanamadı. Karakışın ortasında düğün olabileceğine ihtimal bile vermemişti. Acı haber doğruydu. Bir kez daha yıkılmıştı. Sanki kötü bir rüyadaydı. Başlangıçta duyduğu acı haber, yakıcı bir düşün birkaç günde silikleşen etkisi gibi gelse de; zamanla öyle hiç de öyle olmadığını anladı.
Feriha’yı kaybetmenin üzüntüsü, her geçen gün, artık bundan sonra hiçbir şey yapamayacak olmanın çaresizliği ile bütünleşip ağır bir yük olarak çöktü omuzlarına. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez bir haldeydi. Engin hayat tecrübesi rağmen babası Balcı ve her zaman en büyük desteği bulduğu annesinin de elinden hiçbir şey gelemezdi artık. İçinde yaşadığı dünyaya bir anda yabancılaşmıştı. Günden güne bedeni ve aklını eriyor gibi hissediyordu. Ancak bir mucize kendisini yeniden hayata bağlayabilirdi ve o mucize de gecikmedi:
Kasaba pazarında indiği bir gün gördüğü insanları tanımaz halde dalgın dalgın yolda yürürken arkasında duyduğu bir kadın sesi ile kendine geldi.
-İdris, İdris kızanım... İdris!
Geri döndüğünde Feriha’nın annesi ile burun buruna geldi, şaşırdı. Kadın:
-Keşke mektup yanımda olsaydı sana verseydim, kızanım. Feriko sana bir mektup bıraktı. Gelecek hafta burada ol! Sana mektubu vereyim. Feriko çok önemli dedi! ... Feriha’nın annesi bu sözleri söyledikten sonra İdris’in bir şey söylemesine meydan bırakmadan telaşla gözden kayboldu. Gerçekten de bir hafta sonra dediği yerde mektubu İdris’e teslim eden kadın yine hiçbir söylemeden uzaklaştı.
İdris, mektubu alarak önüne çıkan ilk kahvehaneye girdi. Feriha’nın gelin olduğunu haber veren arkadaşının uzattığı ilk sigaradan beri cebinde paket taşır olmuştu. Sigarası ağzındayken yakmaya zaman bulmadan; kedisinin başaramadığı şeyi zamanı gelince Feriko’nun yapacağını müjdeleyen mektubunu açtı, okudu:
İdris’im. Feriko’nun sözüne güven. Yemin ediyorum. Günü geldiğinde, tertemiz yanına döneceğim. Anladın mı? ... Tertemiz... Sakın umutsuzluğa kapılıp kimseye gönül vermeyesin. Sakın ola ki bana kızıp başkası ile evlenmeyesin.
Hiç beklemediğin bir gün, beni karşında bulduğunda şaşıracaksın. Sana geleceğim. Bekle beni. Bu mektubu sana annem verecek. Bu mektuptan kimsenin haberi olmasın. İyice okuduktan sonra mektubu yak. Üzerinde tutma. Söz olsun yemin olsun: Senin Feriko’n sana gelecek!
Üst üste defalarca okudu mektubu. Kahveci:
-Sen çayını içmeyecek misin? diye önündeki çayı işaret edince kendisine geldi., dudaklarına yapışmış henüz yakmadığı sigarasının da farkına vardı, günlerden sonra ilk kez dudaklarına bir tebessüm yayıldı. Bir kez daha uçurumun kenarından dönmüştü. Bu kez elini uzatan, mektubu ile Feriha olmuştu. Mektubu yeleğinin iç cebine mendilin yanına koyarak kahveden çıkarken; içine hâlâ Feriko’sunu kaybetmemiş olduğunun sevinci ve günün birinde kavuşacaklarının umudu düşmüştü!
Badem ve erik ağaçlarının çiçek açması ile Narlıköy’e müjdesini veren bahar Vedat Ağa’nın bahçesine Feriha’nın evden ayrıldığı sene çok farklı geldi. Bahçedeki erik ağacı bir tek çiçek açmadan, tek bir tomurcuk patlatmadan kendiliğinden kurudu! Vedat Ağa bedenine su yürümeyen ağacın uç birkaç dalcığını büküp kontrol ederken çıtırtı ile kırılan dalcıklar elinde kaldı. Hanımına:
-Ünzile baltayı getir, bu ağaç kurumuş! diye seslendi. Nasıl kurumasın ki? Ben bu yaşa geldim daha böyle kış görmedim.
Kadın baltayı getirdiğinde aklına gelen sahne ile dehşete düştü. Feriha’nın kına gecesinde ağaca sarılmış hali gözlerinin önüne geldi. Kızının o gece söyledikleri tekrar kulaklarında çınlar gibi oldu:
-Bana baharı göstermiyorsunuz. Karakışta kurutuyorsunuz beni. Bahar gelmeden, çiçekler açmadan kurutuyorsunuz beni. Ben kurudum, bu ağaç da kurusun! Bu ağaç da benim gibi kurusun. Bir daha çiçek açmasın inşallah! Kurusun benim gibi...
Vedat Ağa’nın körelmiş balta ve kurumuş erik ağacıyla başı beladaydı. Gittikçe sinirleniyordu. Zaten çok da sabırlı bir insan değildi. Öfkeyle baltayı, ağacın ana gövdesinin ikiye ilk çatallandığı yere üstten vurunca ağacın ana gövdesi inanılmaz bir şekilde uzunlamasına toprağa kadar bir anda kendisi ortadan ikiye yarılı verdi.
Ağacın her bir yarısı bir tarafa düşmekle kalmamış toprağa, bağlanan yerden de kırılmıştı. Vedat ağaya sadece her iki ana dalı sürükleyerek taşımak kaldı. Geri döndüğünde ağaçtan arda kalan toprak seviyesindeki kök başlangıcına bakıp ağlayan hanımı görünce:
-Ne ağlıyorsun? Ağaç işte! ... Kendi işini kendi gördü. İçerden boydan boya kendi kendine çürümüş işte... Gelecek sene yerine yenisini dikeriz! dese de aynı yere ikinci bir ağaç hiçbir zaman dikilmedi. Kuruyan erik ağacının Vedat Ağa’nın hışımlı bir darbesi ile kendi kendini yok etmesi ile; Feriha’nın baba evindeki hüzünlü bir anısı daha silindi.
İdris bir hafta gelen mektupla yatıp kalktı. İlk günler mektubun kalbine verdiği teselli, kısa sürede yerini yine sabırsız bir bekleyişin tedirginliğine bıraktı. Feriha’yı beklemek dünyadaki her şeyden daha zor geliyordu kendisine. Gün değil saatler bile geçmiyordu. Bir gün öğle üzeri evin arkasındaki ormana doğru yürüdü. Dere kenarına gelince dudaklarının arasına bir sigara tutuşturdu. Sayısız kez okuduğu, artık her kelimenin yerini ezbere bildiği mektubu, zarfından çıkarıp bir kez daha okudu.
Feriha’nın iyice okuduktan sonra yak dediği mektubu ucundan kibritle tutuşturdu. yazıları tamamen yanan mektuptan, sadece parmaklarının tuttuğu yerde kalan son kağıt parçasını önündeki dereye attı. Su, yazısız parçayı döndüre döndüre götürdü. Sonra zarfa baktı, önce kıyamadı. Üzerinde: İdris’ime... yazıyordu. Bir müddet gözlerini yazıdan ayıramadı. ’Yazı ne kudretli şey. diye düşündü. Sözlerin çizilmesi dedi. Evet yazı sözlerin çizilmesidir! Ama sözler sadece kağıda çizilmiyordu. Onların en güzel çizildiği aklım.’’ dedi. Bir müddet sonra zarfı da tutuşturdu.
Zarfın yanması kağıttan daha uzun sürdü hatta bir ara, İdris’ime... yazılı yere gelince yanması daha da yavaşladı. Zarfın da parmakları ile tuttuğu yanmamış son parçasını suya attı. Zarftan arda kalan son parça suyun kenarında dolana dolana yavaşça gözden kayboldu. Ağzındaki yanmamış sigarayı hatırladı. Bir kibrit daha çıkardı kutudan sigarasını yaktıktan sonra çöpü suya atarak bir kaç nefes çekti. Artık Feriha’nın mektubu yoktu. Feriha’nın istediği gibi mektubu yakmıştı. Çizilmiş sözler yanmıştı!
İdris’e ne olduysa işte o mektubu yaktıktan sonra oldu: Eve dönüş yolunda içine bir şüphe düştü: Feriha neden gönderdiği mektubun yakılmasını istemişti? Bu soru üzerinde düşüncesi yoğunlaştıkça içine düşen şüphe tohumu çimlendi, hem de aynı günde kabuğunu çatlatıp filizini verdi. Birkaç günde büyüyen bu zehirli bitki ilk meyvesini kalbinin içinde derin bir endişe olarak verdi. Düşüncelerini zehirleyen ikinci meyve, İdris’in sağlıklı düşünmesini engelledi. Üçüncü meyve de dilini zehirlediğinde, İdris artık kendi kendine konuşuyordu: İçindeki şüphe, bu zehirli sarmaşın dallarından aklına ulaşıyor, yetinmeyip, dilinden umut kırıcı sözler olarak dudaklarından dökülüyordu:
-’Mektubu yak! dedi.’ Niçin? Çünkü, ortada şahit ve ispat kalmasın, diye! Mektubu kendi annesi verdi. Niçin? Çünkü kimsenin haberi olmasın diye! Feriko’n sana gelecek! Sana geleceğine, gelin olup gitti. Gelecekse niye mektubun yerine kendi gelmedi. Mektup ne zaman geliyor? Kendisi evlendikten aylar sonra. Evlenmeden önce mektup gönderip ’’Gel, beni al!’’ diyemez miydi. Şimdi ne diyor? Evlenme diyor. Düşüncesi ne? Keyfine bakacak eğer işine gelmezse o zaman belki sana dönecek. Dönüp dönmeyeceğini de Allah bilir. En çok da: ’’Tertemiz yanına döneceğim. Anladın mı? Tertemiz... ’’’ sözlerine kafayı yoruyordu. Hem evlenecek hem de tertemiz geri dönecekti! Kocası olacak adam bu kadar saf olur muydu? Aylarca evli kaldıktan sonra nasıl tertemiz dönecekti? Kendisini en çok çileden çıkaran şey de bu sözlerdi.
Zehirli sarmaşık bir tek Feriha’nın mendiline laf söyletmiyordu:
’’Sakın ha! O mendil senin sevdiğin ve seni seven Feriko’nun mendili. O mendili sana gönderdiğinde evli miydi? Değildi. O mendili sana gönderdiğinde seni seviyor muydu? Seviyordu. O mendil senin kendi Feriko’nun mendili. Gözün gibi o mendile bakacaksın. O büyük sevdadan tek kalan tek yadigâr. Vay uyanık Feriko vay! Nasıl mektuptaki sözleriyle, mektubunu sana yaktırdı! Haydi şimdi ispat et Feriko’dan mektup geldiğini. Edemezsin işte... Yandı mektup, yandı kağıda çizilmiş sözler!
Morali bozulmuş, her gün ruhsal çöküntüye doğru yavaş yavaş yol alan İdris’i kurtaracak tek mucize Feriha’nın çıkıp gelivermesiydi. Ancak her günü yıl gibi uzayan zamanda, her gün ufukları umutsuz gözlerle tarayan İdris, Güneş’in her batışı ile derin bir acıya tekrar gömülüyordu. Öyle ki, Balcı konuya el atma gereğini duydu. Eşi Gülfatma ile konuştu:
-İdris’in durumunu hiç beğenmiyorum. Bir ara düzelir gibi oldu ama sonra tekrar kötüleşti. Çocuk kafayı bozdu sanki.
-Öyle oldu, elimizden bir şey gelmiyor. Kızı da gelin ettiler!
-Ben o işte bir hayır olmadığını daha o zaman anladım.
-Biz anlasak da İdris anlamadı ne fayda?
-İdris günden güne daha kötüye gidiyor. Baksana kendi kendine konuştuğunun farkında bile değil. Sanki içinde başka bir İdris var da, o konuşuyor gibi?
-Bir çare bulalım İdris’ime.
-Tek çaresi, bu çocuğu kafayı oynatmadan evlendirmek!
-Bu haliyle mi?
-Gün geçtikçe daha kötüye gittiğini görmüyor musun?
-Evlendirirsek sence düzelir mi?
-Belki daha kötüye gitmekten kurtulur. Zeynep’in kızı Asiye’yi düşünüyorum Çok güzel bir kız.
-Çok güzel bir kız! Kaç kışı istedi de, onun da aklında İdris var diye isteyenleri geri uğrattılar. İdris istese bu iş hemen olur.
-Sen İdris’le bir konuş bakalım ne diyecek. Feriko evlendi. Bu iş çoktan bitti. Kendisinin de anlaması lazım.
-Konuşayım.
Annesi İdris’e konuyu açtığında İdris’in cevabı:
-Bilmiyorum anne! Ben de yapacağımı bilmiyorum. İçimde iki ayrı ses var. Birisi Feriko’nu bekle diyor. Diğeri de hiç bekleme diyor. Ben de şaşırdım. ne yapayım kendim de bilmiyorum. Feriko evlenmeseydi bunların hiç biri olmayacaktı. Birkaç hafta bekleseydi kaçırmaya gidecektim. Her şeyi bu sefer iyi düşünmüştüm.
-Babası vermedi oğlum. Ben çok sevdim. hem de canım gibi sevdim. Babası vermedi kendisi de gelemedi. Şimdi yapılacak bir şey yok. Bak sana ne diyeceğim. Zeynep’in kızı Asiye’yi bilirsin. Bu gün istesek yarın verirler. Kız köyün en güzel kızı hem seni de seviyor. Kaç kişi istediyse kız seni seviyor diye kimseye varmadı. Feriko evlendi artık aç gözünü. Başkasının karısı, anla artık. Sana gelecek değil ya?
-Ya gelirse anne, ya gelirse? ...
-Gelecek olsa evlenmeden önce gelsindi. O kapıdan girdi de biz bacadan mı kovduk? Şimdi başkasının karısı olduktan sonra mı gelecek? Tertemiz kız dururken sen el âlemin dul karısına mı kaldın! ? ...
Annesinin son cümlesi bir hançer gibi İdris’in kalbine saplanırken, içindeki zehirli sarmaşık annesinden de beter atağa geçti: ’Annen doğru söylüyor, el âlemin dul karısına mı kaldın. Sen onun için ölümden dönmedin mi? Ama Feriko ne yaptı? Evlendi. Sana o mektubu niye gönderdi? Sen bekle diye gönderdi. Sen kuzu kuzu bekle ki, kendisinin huzuru kaçmasın. Keyfi bozulmasın! O evleniyor da sen evlenemez misin? Sana tattırdığı acıyı biraz da o tatsın! ’’İçindeki zehirli sarmaşık konuştukça İdris’in son direnci de kırıldı. Güzeller güzeli Feriha’nın inanılmaz yüzü ile Asiye’yi yan yana düşündü. Köyün en güzeli, üzerine maniler yakılan Asiye; Feriha’nın yanında, Güneş’in yanında Ay gibi solgun kalıyordu.
-Babanla da konuştuk oğlum. Sen bugün ’Evet! ’ de, yarın Asiye’yi isteriz sana. Kız seni düşünemeyeceğin kadar çok seviyor diyen annesine İdris:
-Benim Feriko’yu sevdiğim kadar mı beni seviyor anne? diye sordu.
-Allah bilir belki de ondan daha çok seviyordur seni. Hiç olmazsa seni bırakıp gidip başkası ile evlenmedi!
Gülfatma’nın son sözleri ile İdris’in içindeki zehirli sarmaşık son hücumuna geçti:
-Uyan İdris, Uyan bu gaflet uykusundan! Şu an belki de hamiledir! Peki Asiye’nin suçu ne? Sen kıza hiçbir umut vermediğin halde seni sevdiği için mi suçlu? Ya senin uğrunda geceni gündüzüne kattığın Feriko? O şu an evli. Belki de bir oğlu olur! Oğlan doğursa adını İdris koyar mı sence? Hiç merak etme: Adını İdris koymaz. Ama sen evlensen kızın olsa adını Feriha koyarsın. Bilirim adını Feriha koyarsın. Çünkü sen onu gerçekten sevdin. Canını verecek kadar sevdin! O da seni biraz sevseydi sonuç böyle olur muydu?
İdris nereye gitse, içine yerleşen, düşüncelerine hükmeden, bu zehirli sarmaşıktan kurtulamayacağını biliyordu. Bir kaç gün sonra Asiye’yi istemeye gittiklerinde sevincinden ağlayan Asiye’yi gördü. Anne ve babası aynı gece Asiye’nin sözünü almakla kalmayıp düğünü en kısa zamanda yapmayı kız tarafı ile kendi aralarında karara bağladılar. Başka bir odaya İdris’i alarak, kızın, bir kahve ikram ederken baş başa konuşmalarına bile izin verdiler.
Asiye o gece kendisini tutamayıp İdris’in boynuna sarıldı. Sevinç gözyaşları arasında:
-Beni hiç istemeye gelmeyeceksiniz sandım. İnanamıyorum İdris... Ben şimdi senin sözlün mü oldum? Ne olursun, bunun bir rüya olmadığını söyle bana! derken İdris’i kadar çok sevdiğini hem söz hem de davranışıyla hemen itiraf etmiş oldu.
Asiye ile söz kestikleri gece, zehirli sarmaşık da sesini ve soluğunu kesti, İdris’i rahat bıraktı. İdris sırtından dağların yükü kalkmış gibi kendini hafiflemiş olarak hissetse de; kalbinin derinliklerine inceden inceye yakıcı bir sızı düştü ve İdris’i hiçbir zaman rahat bırakmadı.
O gece Balcı ve hanımı çok mutluydu. Zehirli sarmaşık susmuş İdris de kendi kendine konuşmaz olmuştu. Günlerdir ilk kez huzurlu ve derin bir uykuya daldıklarından; sabah karşı gördüğü yakıcı rüya ile yatağından fırlayan İdris’in kalbindeki ince sızı ile söylediği:
-Saçının her bir teline ayrı ayrı kurban olduğun Ferikom. Sen gittin! . İdris yandı, bitti kül oldu. Bu düğün olmadan mektubunda dediğin gibi tez yetiş bana, tez yetiş! Sözleri duyamadılar.
Susan zehirli sarmaşın yerini kalbine düşen ince yakıcı sızı almıştı. O günden sonra her gün ufukları, yolları ve tarlaları gözleriyle tarayan İdris, baktığı her yerde Feriha’yı boşuna aradı. Son bir mucize ancak herşeyi tersine çevirebilirdi: Feriha mektubunda belirttiği gibi yetişmeliydi. Düğün yapılmadan yetişmeliydi! İdris annesinin sözleri, zehirli sarmaşığın hücumu ve Asiye’ye rağmen; Feriha’nın geldiği an, gözünün Feriha’dan başka hiçbir şeyi görmeyeceğini çok iyi biliyordu!
Asiye ile söz kesildikten sonra günler hızla düğün gününe doğru akmaya başladı. Daha önce bir günün bir yıl kadar uzadığını bilen İdris baharın bir anda gelişini o yıl anlayamadı bile. Düğün günü hızla yaklaşırken, ortalarda ne Feriha vardı ne de Feriha’nın geleceğine dair en ufak bir işaret. Feriha’nın gönderdiği mektup da sanki hiç gelmemiş gibi hayal perdesinin sisli hatıralarına karışmış, yerini teker teker ezbere bildiği o çizilmiş sözler; batan her güneş ile birer birer yerlerinden sökülüp düşüyorlardı. Yeleğinin iç cebindeki Feriha’nın mendili de olmasa, her şeyin bir rüya olduğuna kendisi bile inanacaktı.
Mayıs ayının sonlarına doğru; Feriha’nın gönderdiği mektuptaki bir kelime ve son cümle: ’Tertemiz... Senin Ferikon sana gelecek! ’ hariç, bütün kelime ve cümleler aklın ezber sayfalarından silinince İdris kendisine şaşırdı. Yaşadığı hüzün dolu günler, uykusuz geceler, kırılan umutlar ve Feriha’nın dinmeyen hasreti, henüz genç yaşta hafızasını da zayıflatmıştı.
Bahçedeki sarı ve beyaz güller daima kızıl güllerden önce çiçek açıyorlardı. İdris açan güllere doğru yürüdü. Kızıl güllerin hepsi tomurcuktaydı. İrili ufaklı onlarca tomurcuk taze dalların ucuna yerleşmişti. Gözleri tomurcukların üzerinde dolaşırken bir anda, Mayısın son günlerinde öğle güneşini selamlayan, tomurcuktan henüz açmış tek adet kızıl gülü fark etti. Yeşil tomurcuktan fışkıran kan rengiyle kendini ya ertesi günkü düğüne ya da Feriha’ya hazırlamıştı. Anlaşılan diğerleri de birkaç gün içinde peş peşe açacaklardı. Biraz dikkat edince zayıflayan hafızasına rağmen Feriha’ya götürdüğü kızıl gülü kestiği dal olduğunu hatırlayıverdiği an; içindeki o yakıcı ince sızı kendisini daha çok hissettirdi.
-Niçin bu kadar erken açtın kızıl gül? dedi. Niçin bu kadar erken açtın? Yarın düğünüm var diye mi bu telaşın gül? Kendini düğüne mi yetiştiriyorsun yoksa düğünden önce Feriko’m mu gelecek? Kime hazırladın kendini gül, kime hazırladın? İdris seni kime versin gül... Kime versin? Kendin biliyor musun gül? Bilmezsen açmazdın gül, hepsinden önce davranmazdın gül! diyerek güllerin yanından ayrılırken, bahçenin açık tarafına doğru yürüdü. Gözlerinin görebildiği her alanı umutsuzca bir kez daha süzdü! ufukta hiçbir silüet görünmüyordu.
(Üçüncü bölümün sonu.)