- 721 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DUT AĞACINDA Kİ SERSERİ
İçinde yalnızlık olsun diye bir garip sahil kenarında hüzünlü bir dut ağacının altında düşlere dalan bir serseri düşünün. Peki şimdi bu serserinin tesadüfleri ile benim tesadüflerimin karşılaşması acaba bir tesadüf müdür?
Şehrin boş sokaklarında gece yarısını saatler geçe, yürümekten tabanları ağrımış ve bir vakit sonra kendini deniz kokularının arasında bulmuş olan serseri, sanki Sahrada günlerce , kızgın kumların üzerinde yürümüş ve artık takatsiz kaldığı bir anda susuzluktan dizleri çökmüş bir halde durur gibi bu uzaklardaki sayfiyelik dut ağacına bakıyor ve sevinçten gözyaşlarına hakim olamıyor. Anılardan mı yoksa artık düşünememekten mi ağlıyor pek bilmiyor ama oluk oluk akan gözyaşlarının tuzlu tadını aldıktan sonra dut ağacının sokak lambalarını engelleyen gölgesinin altında kendisini güzeller güzeli bir hülyanın kollarına atıyor.
Usul usul şehre yaklaşan kış, çocuklarını da yanına alarak geliyor. İlk yüzüşlerini yapan yavruları ile birlikte göl kıyısından vak vak bağırarak ilerleyen anne ördek misali başı dik ve gururlu bir kış bu. Göğsünü gere gere komşularına nisbet yapan ve düşman çatlatırcasına kasım kasım gerilen ördek geriye dönüyor ve ilk yüzüşlerini yapan yavrularına cesaret veriyor. Annelerinden cesaret alan Poyraz,maystro,dramudana ve karayel heybetlerini şehrin semalarında hava ata ata gösteriyorlar. Soğuk, bir şehri tehdit etmeye artık başlamış bulunuyor.
Dut ağacının dibinde hayale yatan serseri titremeye başlıyor. Bakmayın titrediğine içi tatlı tatlı, ılık ılık. Uyanamıyor. Eh! Aslında uyanmakta istemiyor, bir yaz günü adalarda olduğu düşten. Ozamanlar potinleri gıcırdı. Şimdiki gibi ufacık bir yağmur gördümü -gel vatandaş- diye ucuza don, sütyen satan pazarlardaki pazarcılar gibi davetkar değildi. Eskiden olsa yine çalışır ve eline geçen üç-beş kuruşla soluğu Adalarda alırdı. Burgazada’nın misvak kokularını yine içine çekerdi. Kar beyazı asılmış çamaşırları görünce yine şaşırırdı. Hiç öylesine bir beyazı görmemişti şu istanbul’da. Ak,pak renklerini görmek ruhunu arındırırdı. Peki ya o rum dilberi? İşte bizim serseri o avare günlerde soluğu Adalarda alırdı da boşuna değildi bu. Abayı fena mı fena yakmıştı bu onaltılık güzele. Ha! Tek kelime etmişliği de yok hani. Sadece melül melül izlerdi onu. Eline bir erguvan alır onu evirir çevirir, onu hiç edene kadar uzaktan saatlerce bakardı kıza. Vakit yaz. İçerde durmak ne mümkün. Rum kızı alırdı eline kitabını, geçerdi balkona. Herdaim orda duran hasır koltuğa otururdu. Balkonda bir eşikmi vardı acaba ama yüksekte kalırdı kız heroturduğunda. Öyle gömülmezdi duvarların arasına. Serseri, hemen bir taşın üstüne çıkar, sallana sallana kitabını okuyan kızı dikiz ederdi. Bir türlü kıstıramadı onu tenhada.
Ördek yavruları içlerindeki kini insanlara kustukça, kusmuktan payını alan serseri alttan soğuğu yiye yiye gülümsüyor. Onu dut ağacı da kurtaramaz ya! Artık bir kere geldiler, öyle hemen gitmeye de pek niyetleri olmaz yavruların. Nerden baksan beş altı ay buralarda volta atarlar. Asayiş berkemal oldumu, bir başka zamana kendi yavrularıyla geri dönmek üzere giderler. Hem nolursa olsun öyle kolaymı hülyalarındaki kızı bırakmak. Upuzun, ipek gibi, güneşte parlayan altın saçlar, Burgazada’nın kıyılarındaki koyu mavi denizin rengi ile kenardaki kayalara yapışmış ince yeşil yosunların karışımındaki gözler - nerden mi biliyor bu kadar uzaktan o gözlerin böyesine tasvirini? Bir gün iskeleden seke seke inmişte, ara sokaklardan tepedeki kızın evine doğru yine elinde bir erguvan, yüzünü yalayan güneşin tadını çıkara çıkara ilerlemiş. Yüzünde güneşe şükran dolu bir ifade. Şu ilerideki kalaycı dükkanını gördümü pek bir heyecanlanır, yine heyecanlanmış işte. Bilir ki ev artık yakınında, aha şurada. Köşeyi döner de ne görür peki. İşte o denizli,yosunlu ortaya karışık yakıcı gözler içine, organlarına dolmuş. Afallayışı geçince dönmüş geriye düşmüş kızın peşine. Ama daha üç adıma kalmadanbakmış ki kelli felli bir adam yanında. Böyle ak sakallı, beyaz tenli, tüysüz kollu ama heybetli bir adam. O gün öğrenmiş işte rum dilberinin kim olduğunu. Zangoç Hristo’nun kızı Elena. Ah! Elena vah! Elena diye diye harap olmuş oğlan. O gün bu gündür bir o gözleri unutmaz, bir Elena’yı, bir de o babayı. Peki kızın keskin çenesini, tombul dudaklarını, süt beyazı tenini, kiremit tozu sürülmüş elmacık kemiklerini, kendisine ait değilmiş gibi duran yusyuvarlak omuzlarını, gömlekli elbisesinin açık olan iki düğmesinden yeni filizlenmeye başladığı belli olan dimdik memelerini, tahminen var olduğunu düşündüğünü ayva göbeğini, dolgun kalçalarını ve daha tüy bile çıkmamış olan sütün bacaklarını unutabilmiş olduğuna kim inanır? Şu beş otuzbeş vapurlanırının dili olsada konuşsa. Keşke geri dönerken daldığı düşleri bir anlatabilse bize.
İnsan sevdimi zamanın nasıl aktığını bilmez derlermişte, bizim serseri oğlan bunu bilmezmiş. Şimdi düşünde yüzü ekşiyor, dut ağacının altında, ördek yavrularının gölgesinde. Zangoç Hristo’nun sopası geliyor aklına. Her acının kendine has bir güzelliği vardır. Pazartesi sıkıcılığına gebe bir Pazar günü, sabah erkenden atlamış vapura, dayamış bedenini kızın balkonunun karşısına. Dalmış, yine dilberinin etüdünü yapmakla meşgul. Ah! bir çıksa dışarı, çıksa ya diye sayıklıyor içinden. Elleri, köse suratının altında emanet duran çenesinde birbirine kavuşmuş, gözleri çakmak çakmak izliyor. Çat! Sırtında patlayan bir sopa. Dengesini kaybetmiş yere düşmüş. Gözlerinden akmak üzere olan afal afal yaşlar Zangoç Hristo’yu karşısında görünce korkudan içeri kaçmış. Hristo, – yakacağim seni namussus herif, domuzin tohumu bacaklarini kıracağim- diye peltek peltek koşarak iki sokak kovalamış oğlanı da nerde! Kaş göz arasında oğlan iskeleye kadar gelmiş bile. Birkaç hafta sırtının ağrısından ne vapura binebilmiş ne de Burgazada’ya gelip Elena’yı görebilmiş. Sırtının acısına mı yansın kalbinin acısına mı bilememiş. Neredeyse iki yaz boyunca bu sessiz sedasız aşk devam etmiş. Kız balkonda kitap okur. Pek nadir dışarı çıkar. Çıksa da mendebur zangoç efendi kıza göz açtırmaz, serseri ise haftasonları atlar gelir ve bir umut kızla konuşabilirmiyim acaba diye bekler, bekleyişlerini de izleyişleri ile süslerdi.
İşte bu hayali serserinin hülyalarını düşlediğimde ben Beyoğlu’nda pekte şık olmayan bir meyhanede içmiş içmişte kendimden geçmiştim. Başım bir o yana bir bu yana sallanırken, göz kapaklarımın ağırlığını bedenimde hissediyordum. Niye direndim sızmamak için bilmiyorum ama utandım herhal. Gece pek bir yavan, pekte bir geç olmuştu. Benim arka tarafımda duran iki masa ve beş kişi, bir ben, bir de Yan masada ki kadın ile adam. Meyhanede ki tek kadın rakısından bir yudum alıyordu. Buğulu buğulu baktım ona. Hülyalarımdan çıkımıştım artık.
-Şimdi ananlar da nereden çık
Adam bir sola ufluyor, bir sağa pofluyor kadına dönüp görece kibar bir biçimde derdini anlatmaya çalışıyordu.
-Yine başlama kadın allahaşkına! Dedik ya sana gelecekler, gelecekler de şu aymaz Lütfü’nün tükan işini çözeceğiz. Tapu işleri karışık. Anan gelsin demişler. İmza mı neymiş, lazım gerekmiş. Safiye ile o kocası olacak pezevenkte İstanbul yüzü görmedilerdi, kardeş hatrı dedik, onları da yanına alıp gelirmiş işte. Hem konuşacaklarımız da var. Kalacakları üç beş gün.
-Adam sende! Ananın bir iş gördüğü nerde görülmüş. Gelirler, yerler, içerler, eve de oh bir güzel yerleşirler. Sonra evin bütün işi benim üzerime kalır, gelin şunu yap, gelin bunu al, gelin kalk, gelin otur. Ne o tükan işi olur ne de Lütfü’nün çenesi durur. Ben bilmezmiyim malımı.
Kadın konuştukça , o , iğrenç ince sesi kulaklarıma baskı yaptıkça, sızmamaya direnen bünyemde mecal kalmadı. Yavaş yavaş kendimi salmaya bıraktım. Ne yalan söyleyeyim bir büyüğü devirmiştim. Hani bıraksalar şişeyi sıkıp daha da içeceğim ama şu kadının sesi yokmu! Kalkıp gidesim de var ama derman yok.
-Ay! Latif baksana şu adama bir gözü toprağa bir gözü fezaya bakıyor. Bak, bak, bak! şimdi de şişelerin üzerine devrildi. Bi baksan mı adama bişey olmasın. Fena devirdi kafasını
-Yav sen beni katil mi edecen kadın, işin kalmadı demi? elin ayyaşının derdi bize mi. Bak önüne de şu haydariyi uzat. Garsonn!
-Beyefendi, beyefendi...
-Uyan be adam, Selim abi kütük gibi devrilmiş bu hödük.
-Kaldırın hesabı alın. Başımıza bela!
Acaba şu bizim dut ağacındaki serseri ne yapmıştır ki? Kıstırmışmıdır kızı tenhada. Yoksa kızı onsekizinde Galatalı bir sarrafa mı vermişlerdir?