- 546 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çöküş
—Niyazi, eve götür beni, Niyazi…
—Götüremem dayı işim var!
—Niyazi eve götür beni…
Dayı yine aynıydı. Büfenin orada iki üç bira içmiş, eskilerden birkaç arkadaşıyla sohbet etmiş ve sarhoş bir vaziyette kahvehaneden ayılmayı bekliyordu. Hava rüzgâr ve yağmur doluydu. Eve gitse, hem bu halde yürüyemez hem de yağmurda hasta olmaktan korkardı. Zaten kronik şizofrenisi ona yetiyor, bir de kış günü griple uğraşmak istemiyordu.
—Niyazi, eve götür beni, hava yağışlı yürüyemem bu havada, haydi at beni eve…
—Tamam dayı tamam, bekle bir on dakika, atacağım şimdi seni eve…
Niyazi, kahveci Sırrı, dayı ve Ahmet ile birlikte dört kişi arabaya bindiler ve yola koyuldular. Aslında gidecekleri yerde pek yakındı. Niyazi, kahveciyi Lada marka 94 model binek arabasıyla Karasu’ya içmeye götürecek ve karşılığında tabiidir ki parasını alacak ve onu götürürken de dayının evinin önünden geçecekti fakat nedense bu gün pek gelmiyordu içinden dayıya yardım etmek. Yağmurlu bir günde dayıyı evinin olduğu sapağa kadar getirdiler ve selamlaşıp yollarına devam ettiler. Sapaktan içeri girerken dayı halasının oğlunun köpeği Dost’u gördü ve irkildi. Dayı, Dost’u severdi sevmesine ama bir gece ansızın saldırmasından dolayı irkilirdi hep ondan. Bir gece hayli alkollüyken kuyruğuna basmasından dolayı Dost fena halde ısırmıştı dayıyı. O da soluğu sağlık ocağında alıp birkaç kuduz iğnesi yemişti. O gün bu gündür hep temkinli yaklaşıyordu Dost’a. Köpeği biraz sevdikten sonra yoluna devam etti. Eski ayakkabıları çamura batmıştı ve yarın ne giyeceğini kara kara düşünerek geldi evinin önüne. Evi, adeta bir mağarayı andırıyordu. Bodrum katında, iki oda bir salon evinin kapısı yokuş aşağı tarlaya bakıyordu. Odaların birini hemen hiç kullanmıyordu. Eski çamaşırlarını attığı kullanmadığı odanın hemen yanına tuvalet bitişikti. Her zaman oturduğu nahoş kokulu odasında ise bir ranza, sadece TRT kanalları çeken büyükçe bir Grundig, eski bir halı ve bir masa vardı. Masanın üzerinde defalarca okuduğu, ‘Bunu okuyunca mutlu olduğumu zannediyorum’ diyerek her canı sıkıldığında okumaya devam ettiği ‘Mutluluk Üniversitesi’ adlı kitapla birlikte birkaç kitap, sigara sarmak için tütün ve filtrelerle gazete kupürleri vardı. Evinin dışı Rönesans Avrupa’sından kalma şatoları andırıyordu. Kapıyı açar açmaz adımını tarlaya atıyordu dayı. Yokuş aşağı inen tarlanın aşağısında Dikmen adlı orman, ormanın hemen aşağısı da Sakarya nehri. İnsanın asla yaşamak istemeyeceği bir evde yaşıyordu ama artık alışmıştı. Zaten alışmadığı ne vardı ki, cezaevi hayatından Almanya macerasına, İstanbul’dan Romanya’ya kadar her yere alışmıştı. Buraya alışması her ne kadar zor ve acı verici de olsa kendisi için, buna mecburdu. Nitekim bu mağara eve de alışmıştı artık. Diğer her yer ona çok yabancı geliyordu. Evinin üst katında kardeşi Lütfi oturuyordu. Dayının kardeşiyle arası pekiyi olmasa da arada merhabalaşıyordu. Evinde çamaşır makinesi olmadığından merhabalaşmaya mecburdu. Merhabalaşmasa Lütfi yıkamazdı belki çamaşırlarını. Hoş, merhabalaşmasını bile istemiyordu ya kendisiyle, neyse. Dayı evinin kapısını araladı ve usulca eve girdi. Ellerini başına kenetleyerek her zaman olduğu gibi ranzasına uzandı, sadece TRT kanallarını çeken televizyonunu açtı, sigarasını elinde sarardıktan sonra televizyona bakmaya başladı. Pek bir kanal alternatifi olmadığından birkaç kez TRT 4’e kadar değiştirdi kanalları. Karıncalı TRT 2’de dünyadan ve yurttan haberlere baktığında iğrendi ve değiştirdi hemen. ‘Ulan’ dedi, ‘Ne kadar iğrenç bir dünyada yaşıyoruz, karısını doğrayan adam, kaynanasını kesen damat, öz kızına tecavüz eden babadan hannibala kadar her şey var. Haber mi izlenir be, televizyon mu izlenir bu çağda…’ Biraz Sanat Müziği dinledikten sonra sıkıldı ve televizyonu kapattı. Sıkıldığı zaman hep yaptığı şeyi yapar ve kitap okumaya dalardı. Bu gün canı ne kitap okumak ne de televizyon seyretmek istiyordu Bedri dayının. Yine o eski günlere takılmıştı kafası. Taş plak ile DVD arasında kalan eski, acı ve kahır dolu günlere. Henüz çok genç yaşlarda babası Almanya’ya göç etmiş, karısı, Bedri, Lütfi, Enes ve Sabri’yi Türkiye’de bırakmıştı. Günün Türkiye’sinde para kazanmak zor olduğundan kapılarını Türk işçilere açan o günlerin en büyük umut kapısı Almanya’da çalışacaktı babası. Kendine has kurallarından hiç taviz vermeyen, eve ve ailesine karşı umursamaz bir tavır takınan babasına hayat elbette kolaydı ama Bedri ve köyde bulunan diğer aile fertleri için hayat cehennem gibiydi. Babasız kalan çocukların ne olacağı ve güzeller güzeli annesinin de bir iftiraya maruz kalmayacağı meçhuldü. Bir gün Bedri abisi Sabri ve birkaç arkadaşıyla birlikte Sakarya nehrine yüzmeye gittiler. Birlikte çocukça suda oynarlarken Sabri aniden girdaba takıldı ve bağırmaya başladı. Oradaki çocuklardan hiçbiri yüzme bilmiyordu. Sabri’nin çığlıkları, Bedri’nin kulağında bir ömür çınlayacak olmaya dursun, hiçbiri suya atlayamıyordu. Daha o zamanlardan cesareti aşikâr olan Bedri suya atladı. Nehir kudurmuş gibi akıyor, girdap iki kardeşi ölüme doğru çağırıyordu. Bedri inat etmişti ama. İstediklerini gerçekleştirmeden ölüm denen hayta kuyuya düşmeyecekti. İki genç yaştaki çocuk Sakarya Nehri’nin ortasında hayatla cebelleşiyorlardı. Bedri abisini kurtarmaya çalışırken sanki abisinin onun canına kastı varmış gibi Bedri’yi suya batırıp çıkarması iyice korkutmuştu Bedri’yi. Sudan çıkmaya karar verdi. Nasıl olduğunu kendi de anlamadan sudan kıyıya atıverdi kendini Bedri. Kafasında başka bir plan vardı. Eline uzunca bir çubuk alıp Sabri’ye uzatacak ve öyle kıyıya çekecekti çok sevdiği abisini. Sabri suda can çekişirken Bedri alelacele uzunca bir sopa buldu. Bağıra bağıra koşuşturup sopayı abisine uzattı. Sabri zor da olsa tutabilmişti sopayı. Tam kıyıya gelmek üzereyken olanlar oldu ve Sabri cıvık toprağa saplandı. O sırada daha da azan nehir, adeta Sabri’yi öldürmek istercesine hareket ediyordu. Katil ruhlu Sakarya, topaç hızında dönen girdabıyla sopayı da kırdı ve Sabri suların içinde kayboldu. Bedri ağlamaktan gözleri balona döndü. Havadis, köyde olanca hızıyla yayıldı. Kimisi nehri, kimisi çocukları suçluyordu ama kati olan bir şey varsa Sabri’nin öldüğü ve cesedinin bulunamadığıydı. Bu durum ta o zamanlardan Bedri’nin ruhunda büyük bir yara olarak kaldı. Abisi Sabri gözleri önünde boğulmuştu. Babası Cevdet apar topar Almanya’dan dönüp, cenaze, defin işlemleri gibi bir dizi işle uğraştıktan sonra Bedri’yi bir güzel patakladı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.