- 445 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Tuz beyazı kirliliğinde sevdaların tadı beynime bulanmış… DENEME 2
Her içime düşüşün, sanki yıllar, onyıllar öncesine götürüyor beni… Daha dünmüş gibi her şey tap taze, sanki teri üzerinde, bedenlerimiz gözümün önüne düşüyor…
Her baktığım köşe bucak gözlerimi kaçırdığım yerden fırlıyorsun, yüreğime bir sızı sokarak…
Kızmakla ağlamak arası bu hisler çoğu zaman, nefreti seriyor önüme…
Ne büyük olay kelime nefret…
Çoğu zaman acındırıyor beni sana, çoğu zaman da merhamet gözyaşları düşürüyor göğsüme… Sevginin gücünden korkuyorum… İçimi yarıyor keskinliği…
Bazen gözlerim kararıyor, bazen de ayaklarım çarpıklaşıyor… Kötü sözleri önce kendime, sonra sana yakıştıramıyorum ama canım yanıyor, ağıt türkülerinden, yaşadığım yerin duvarlarına çarparak dolaşan şarkılar içimi yırtıyor…
O günler gıpta ile dinlediğimiz, birbirimize hediye ettiğimiz şarkılar, bu günlerde yine dudaklardan düşmüyor ve beni darmadağın ediyor, durduğum yerde…
Yine her zamanki gibi sen düşüyorsun gözlerimin önünden… O çocuksu bakışlarınla… Nerene kızayım ki senin çocuk bakışların tüketiyor beni bir, bir kez daha…
Sana bağımlılığım bu kızmak ve acımak… Acınmak…
Artık yalvarmak çok düşürüyor beni kendime…
Kendime yalvaramam, sana hiç yalvaramam, acımak gelmez içimden kendime ve sadece nefrete sığınıyorum ve bastırıyorum gözyaşlarımı…
Çocuksu düşler görmek, düşünmek yaşamak, istiyorum… Uçurtma uçurtmak istiyorum, elime kitap alıp, kalemsiz satırların altlarını çizmeden okumak istiyorum, sana cümleler yazmayayım, bitireyim artık bu tek başına kâbus yaşamımı ve yaban çiçeklerinin arasına atayım kendimi ki yıldızsız bir gökyüzüne bakayım da yine, senin, benim dediğimiz yıldız kümelerinde kaybolmasın gözlerim…
Turkuaz mozaikleri gibisin bende… Önce gözlerimi, sonra sesini çekmeliyim kendimden…
Bedeli ödenmemiş, aşklardan biriydi bizim yaşadığımız… Büsbütün biz onu tüketip bitirdik, o da bize hiç acımadan tüketip, bizi bizde bitirdi…
Sen rüzgârı yüzüne yapıştırıp,
güneşin batışına doğru giderken,
rüzgâr,
durduğum yerde yüzümde dağılıyordu…
Vedasız gidişlerin klasik tavrıdır bu,
dönüp arkanı yürümek,
yürüyerek gitmek,
geride,
parçalara bölünmek isteyen
bir bedenden çıkan,
dur gitme,
gidişler acı bırakır,
seslerini duymak istemeden mağrurca gitmek…
Ardında kalan,
beden parçalarının seslerini duyarcasına,
umursamadan, umarsızca gitmek…
Sanki şarkının anlamındaki,
“dönülmez akşamın ufkundayız”
denilen an zamanıdır…
Mağrur ve güçlülük hissiyle durup,
dönüp arkaya bakmadan gitmek…
Bu tariftir ki, gidenler gider,
kalansa,
sadece ufuk çizgisine bakmakla yetinir…
Ne seni tamamen kaybettiğime,
ne de tekrar beraber olmanın inancı vardı içimde…
Sadece konuşulmamış çok kelime vardı aramızda, hem de yazılmamış…
Ne ilk gidişindi bu ne de son gidişin…
Bitirilmemiş bir sevgiydi bu,
“ben seni ne kadar çok sevdim, sen beni ne kadar sevdin” derken…
Artık bir orta noktası yoktu bu düşüncenin…
Sen sana uyan düşünceye boyun eğdin,
bense sadece beklemeye kaldım…
Dar bir geçit bu tek taraflı… Artık şarkıları beraber söylememizin imkânsızlığı, beraber öyküler, şiirler yazmanın zorluğuyla uğraşmanın da anlamı yoktu…
Tercih senindi, dönüp arkanı yürümek artık kaç şafak olacaktı uykusuz, bu da sorun değildi artık senin için…
Artık kendime yabancıyım…
Sana ise apayrı bir yabancılık içindeyim…
Oysa dizlerini karnına çekip, avuçlarını başının altına alarak, yanağını saracak gibi tuttuğunu ve derin uykularda pervasız rüyalar gördüğünü biliyorum…
Bense seni kendimle eşleştirip ayrıştırma çabasındayım…
Bu gecelerin ıssız gizemi,
bu yalnızlıkların korkusu,
bu utangaç düşlerin titreyişleri,
bu bedeli ödenmiş aşkların son çırpınışları…
Ve…
Bu sonla benim gözlerimden parçalarla dökülüyor…
Dünler artık yarınlarda, ruhumda özgür olmayacak…
Kendi ışıklarına küskün bir güneş altında kollarımı göğe doğru kaldırıp, haykırmak istiyorum… Sen bendin, ben sen diye…
Yalvarmak istemiyorum küstüğüm sevgiye…
Terklerin acı veren gölgelerinde uzanırken, diz çöküp, toprağı yumruklarken, üşümüş bedenimin titreyişlerinden, utanmadan, sadece kendimi kaderime terkten başka seçeneğim olmadan, yasıma gömülmek istemiyorum…
Ağlamıyorum…
Susmaya çalışıyorum,
gözlerim yorgun göz kapaklarımın altında bulanık görüyor…
Sadece damlalar birikmiş, göğsümün üstünde
şarapnel parçaları gibi,
dağınık, ıslak gömleğim…
Sadece ayıplıyorum kendimi kendime…
Toplanan ıslaklıklara bakıyorum,
hepsi benim parçalarım,
darmadağın bir bedende…
Bunca yılın birikintileri,
hepsi bir anda dökülmüşler…
Sen ki benim parçalarımı gördüğünde parçalanırdın…
Pervasız bir yaşamın dağınıklığını yaşıyoruz…
Sevmek bir kumbara mı hem de en kocamanından, sevgi kumbarası…
Çocuklaşıyoruz galiba… Hani delikli paraları, bir kuruşları, beş kuruşları en çok da sevindiğimiz, beş liraları atar, olduğumuz yıllardaki kumbara şakırtıları metal seslerini kulaklarımızda biriktirdiğimiz seslerle miktar ölçtüğümüz zamanlar gibi sevinçli değiliz bu sefer…
Bu sefer acı sesleri yürek cidarlarımızdan beynimizde zonkluyor…
Bu sevmek neden bu kadar kocamandır, neden bu kadar tok çıkar acısının sesi?
Neyi saklıyoruz göğsümüzdeki ıslaklıklarla… Hangi ses ıslaklık yaratmış bu tokluk acılarına…
Tiksinemiyorsun acıdan, sazın ince nakaratından, incecik bir saz sesi gibi sızlıyor bedenimiz…
Biz hangi ağı sevginin altında kaldık da ıslanıyoruz acı ile acı acı ağlarken…
Biriktirdiğimiz onca anı, neden şimdi bir ağıtla çarpıyor bedenimizin en ince cidarlarına…
Sen ne yaptın bana sevdiceğim, diye içimden iki gözüm tek yüreğim demek geliyor… Olmuyor onlar da ıslanıyor göğsümde…
Dermansızlığı öğreniyorum bu kadar anının ardından…
Oysa sen kaçaklarsın… Ben kaçak avcılığı yapıyorum yüreğimle…
Bu koca dağların benim olması isteği akıyor beynimden…
Uzaklara, tepelere bakıyorum belki sen, belki senden sallanan bir renk yapışır gözlerime, belki senden bir ses uğuldar yamaçlardan aşağı yankılanarak…
Belki en, belki en gölgen düşer önüme… Olmuyor istemiyorum bunları da…
Koca dağlar sessiz…
Koca dağlar içine,
kendi kendine gömülmüş…
Titrek kuşlar dallarda,
kuru yaprak hışırtılarında
ve
çocukluğum kayboluyor içlerinde…
Sesler gömülüyor hâllerine…
Körlemesine bakışlarım dolaşıyor çocukluğumun,
kısa pantolonlu hâllerinde
ve
yokluklarımda…
Güneş dermansız ışıklarında göğsümde buharlaşmalar… Dermansız…
Hayatın zorluk kapısı bu,
anıların önünde kalan,
hep açık,
kapanmıyor…
Ve sen,
sahipsiz bir ruhla,
peşinden koştuğum,
sen…
Ardına bile bakamayan sen…
Ben kendi gölgemi kovalıyorum yamaç aşağı…
Bir dermansız koşma bu belki de sadece zavallılaşma…
Kaybolan çocukluğumun acınası hâli…
Benim için ağladığın zamanların çok arkada kaldığını görüyorum…
Senin için ağlamalarımı durduruyorum…
Bittin sen ama sevgin bitmez biliyorum… Senli sevmenin bir zül olduğunu öğrendiğimde ise artık çok geçti ve vakit akşam olmuştu…
Ve
vakit gece olmuştu…
ve
vakit karanlık puslu olmuştu,
ve
vakit artık sen bakışı olmuştu…
Kurtarmak için kendimi geceyi deliyorum…
Kurtarmak için kendimi usumu deliyorum…
Kurtarmak için kendimi düşüncelerimi deliyorum…
Ve
kendimi kurtarmak için düşlerde kayboldukça, düşler deliniyor…
Zorluyorum bakışlarımı karanlıklara… Karanlıklar zifir oluyor…
Zakkum oluyor kokular, zehir zemberek bir zifir kokusu sarıyor durmayasıya bedenimi…
Zorluyorum nefeslerimi,
zorluyorum darlıkla iç çekişlerimi
ve
nefessiz bu sabahlar olmuyor…
Bu nasıl bir sevmedir zehirliyor kanımı…
Olmadı be hayat olmadı, bu kadar kolay zorlayamazsın beni… Bu kadar kolay karartamazsın beni…
Bu kadar kolay zifir karanlık edemezsin baktığım her şeyi…
Bu kadar zifir acı edemezsin tattığım her şeyi…
Ben bu sevmeye gülmek için varım dedim… Oysa batakta buldum kendimi…
Bu kadar kolay boğamazsın beni… Bu kadar kolay akmaz sunaklara kanım…
Bir ben var… Bir benli yaşam artası var… Kalanı var daha yaşamın…
Bu kadar kolay sevmeleri yasak edemezsin bana
ve
bu kadar ölmeleri atamazsın önüme…
Ben seninle ölmek için vardım, sevgili, bu kavil bozma bu…
Bu kavilde kaybolma, bu düşlerin, düşüncelerin üşengeç sürtünmeleri… Beni halsiz bırakamazsın hayat…
Sevmeler, sevilmeleri bilenlerle yaşanırmış, geç öğrettin bana… Bunu benden alamazsın…
Vay ki vay... Çöreklenmiş düşler bunlar... Belki de düş dediğimiz ama sadece düşünceler bunlar...
Ama bitmeyecek hep bir günlerde bunlar... Ve hep umulmazla çıkacak karşımıza bunlar...
Bazen acı verecek bazen kızgınlık...
Ama belki bir gün tiksinti verecek düşler bunlar...
Ama yine de göreceğiz, tıksıra, tükene yine bu düşlerde varız diyeceğiz kendimize çünkü unutulmazlık mührü yapışmış beynimize...
Ne onu, ne de onunla kendimizi... Terk edeceğiz boşluğa...
Boş verilecek sevdaların, omuzlarımdaki yükünü, atmak istiyorum… Olmuyor ama bir gün muhakkak olacak…
Sevmenin uğultusunu, bir ömür kulak diplerimde duymadan kapamak istiyorum…
Her şey ürküntü içinde zamana karşı sürükleniyor…
Sevmelerin bedeli dar zamanlara yüklenince, acısı bedeni daha daha geriyor… Ve ben bu gerginlikten çıkmak istiyorum…
Her şey duvarlardan atlarcasına arkada kalmaya mecburdu… Tekrar tutunmak, tekrar denemek, yeniden başlamaya çıkıyordu…
Belki bu yalnızlaşma yavaş bir son dediğimiz ana doğru uzayacaktı… Kaybedilmiş ne kadar özlem varsa, hepsinin bu anda birleşmesi, karanlığa doğru bir kaçıştı belki de bu yalnızlaşma…
Unutmak istiyorum her şeyi, kaçamak yaşıyorum hayatı…
Mustafa Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.