- 729 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
27. Tecavüzcü Benim!
(BU YAZI, KOYUNLAŞMA SÜRECİNE GİRMİŞ RUHUMU; KÖTÜ RUHLARIN ESARETİNDEN KURTARMAK İÇİN YAZILMIŞTIR. AMA AĞZIMDA BANT, ELİM KOLUM BAĞLI OLDUKTAN SONRA, BİR ZAMAN GELECEK KENDİ ÇIĞLIĞIMI KENDİM DAHİ DUYAMAYACAĞIM. ÇÜNKÜ HERHANGİ BİR İNSANIN ÖNÜNE KONULMUŞ EN BÜYÜK ENGEL, YİNE KENDİDİR... BU RESMİN TARİF EDİLMEZ ÖLÜMÜNE AİT İSA FİGÜRÜYLE, KELİMELERİMİ KUCAKLAMAK İSTİYORUM HER ZAMAN Kİ GİBİ!)
..kuzu gibi olun diyorlar; büyüyüp ortaya çıkınca,koyun gibi gütmek için sizi... / C.Yücel
Yıllarca parasız eğitim diye tutturdu birileri. Anlamıyordum tabi ki, küçüktüm. Elektrik direklerinde, panolarda, trafik lambalarında, duvarlarda, tuvalet kapılarında hep ’özgürlük istiyoruz, parasız eğitim şart, amerikanın uşağı değiliz...’ gibi bir nevi mekânsız ve de elbisesiz pankart görevi gören söylemlerle karşılaşıyordum. Düşünmenin ilk basamağı olan fikir genetiğim sayesinde ’düşman’ sıfatı hemen sinirlerime yapışıyordu. Hiçbir şey bilmediğim halde, hiçbir şey olduğumu bilmediğim bir halde büyük sözler ediyordum. ’Aman da siz ne istiyorsunuz, bedava eğitim mi olur...’ gibilerinden büyük sözler! Elbette eğitimin ve de öğretimin asıl amacı güçlü bir devlet oluşturmaktı. Ama hangi devletten bahsediyorduk ki! Bizim, ’biz’ olmaktan öte, daha fazla nüanslar içerisinde incitilip, insan ayrımlarının magazinleşmeye alışıldığı güncel bildiriler aralığında, hangi devlet ’insan’ faktörünü yok sayıp, üst sınıfsal hegemonyasının dürtüleriyle yönetilmeye devam edebilirdi ki!
Son cümle aslında ünlem yerine soru işaretiyle bitmeliydi! Bunu izah etmenin evrensel bir değeri de olmalıydı, ama yapamıyorum. Genel geçer soytarılığımın ardınca, şimdi o günlere de geri dönemiyorum. Keşke dönsem de, düşündüklerimle kaldığım ’boyut farkının’ oluşturduğu kerih gelecek tabelalarından uzaklaşmış olup, alırım koltuğumun altına poetikayı, sessiz sedasız tekrar yeşermeme sebep olacak ölümümü beklerim. Ahirde olacak bir şeye evvel de çare arayan ’biz’ olmayı da bu sayede unutabileceğimi hayal ediyorum.
Neyse, klasik bir tabaka partiküllerinde Nasyonel Sosyalizm olgusunu tekrar eden faşist olmaya ihtiyacım yok. Çünkü ’ al bir de buradan yak!’ denilen bu hayat durağında da tek renk çıkarmayan, insan olma faydacılığına ait tutanakların altına hak veren de ’para!’ Çok naif ve de kışkırtıcı olmakla beraber, jartiyeri üzerinde ekonomik dengeler besleyen katmanlarıyla, olgusu ’birincil hak’ olmaya mangalarını çevirmiş yaldızlı bir hayal satıcısı!
Peki, çare ne? Herhangi bir cami tuvaletinde devlet kurtarılabilir mi gençlik? Ya da çeşitli protestoların ortak noktası olan ’demokratik söylemler’ ne kadar adil bir düzen sunabilir geleceğimize?
Bunları düşünmek elbette güzel şeyler! Güzel günleri beklemek kadar insanı kendine cezbettiren birbirinden güzel şişeler mevcut. İçlerinde birbirinden farklı tatlarla içecekler. Oyunun ilk hamlesi balın zehrine ortak etmek küçücük bebeği; -tabi bu noktada başlangıç olarak anne ve de baba eğitilmeli!- Hangi yönetim olursa olsun, reklamların üstün becerisini sağlayacak kalıcı bir düşünce gösterimi, söylemi olamaz dünyada. Ne kadar şekil de yapsa bürokrasi ve ne kadar karizmatik yöneticiler de üç harfli bir simgeye sahip olsa, altı yıldızlı gözlerin reklamları kadar kimse etkili olamaz! Peki, bu yıldızların ışığına aldanmayıp, hayatlarını azimle ve de muvaffakiyetle ile kendilerini bekleyen makbere emanet edenler yok mu? Elbette var, ama onlar bizim için önemli değil! Her ne kadar da koyundan farklı gibi gözükseler de; antiloplar da, boğalarda, yenilmek için ucu bucağı gözükmeyen telaffuz hatalarında gezinip, dururlar.
Peki, çare ne?
Çareyi bulmak mı meselemiz, yoksa çareleri bildiğimizi hatırlayıp, uygulamak mı? İlk başta şunu unutmamalıyız. 20. yüzyıl dünya için ’dönek asrın’ başlangıç noktasıdır. Bir nevi ahir zaman olarak da nitelendirmekten çekinmemeliyiz. Özünde ’bir damla sperm’ ile hayat bulmuş cenin için, önceden hazırlanmış basamakları çıkması istenmekte ve de böylece ’dur’ denilen yerlerde durması, ’koş’ denmesi gereken yerlerde koşması beklenmektedir. Ama cehaletin kusuru değil miydi bunlar? Yani hep birilerine suçu atıp, psikolojik olarak rahatlama mekanizmasını refleks bünyemizce çalıştırmaktan haz mı alacağız? Asıl suçlu hep başkaları mı?
Hollywood son zamanlarda bunu çok yapıyor, çok olmuyor da; çokça bunu uyguluyor. ’Kadere inanıyor musunuz?’ sorgulaması insanların hafızasına filmlerin çoğunda inceden inceye vurgulanarak verilmeye çalışan bir mesaj! Peki, neyi çağrıştırmak istiyor bu döviz matbaaları? Mesajın asıl amacı; ’Bakınız, biz bu kadar bile güçlüyüz’ mi demek, yoksa ’sizi seviyoruz, ne bekliyorsunuz gerçekten de siz şu kısacık hayattan’ mı demek? Her ikisi de ölümlü olduğu için aslında sorun yok tam olarak, ama irdelemek şart ilkin! Kader olsa ne yazar, olmasa ne yazar!
Belki çok evhamlı olduğumuz için ışıkları kapatıp, düşüncelerimizin spot mağazalarından uzaklaşmamız lazım! Ama bir gerçek var ki; eğer paranız varsa, daha fazla unutkan olursunuz. Bu yüzden simgesel olarak tanrıça dediğimiz ’para’ olgumuz egoların tatmin olmasında büyük bir etmen. Şu anda bunu tam olarak hissedemiyor oluşumuzun sebebi de, o hali hayal edememe beceriksizliğimiz. Şeytanın elini tutamama korkumuz. Ama bu haslet aslında ’hiç’ olmanın yolu! Nasıl yani? Şeytan insanlara bir halt olduğunu zannettirmek için uğraş vermiyor mu zaten? Mikrofondan duyulan hep aynı ses olduğu halde, kendi sesinin cazibedarlığı bunu kanıtlamıyor mu?
Mikrofon bize diyor ki: ’Gereken senin burada herhangi bir şeyler söyleyip, tekrar kendini dinlemek için sıranı beklemen!’ Ama hep kendini dinleyen bir insan nasıl kendini geliştirebilir ki?
Komik olan da bu ya! Bizde görmek istedikleri, kendi sesimizi dinleyip, kendimizi uyutmamız. Kader denen bir şey olmadığını, kaderin onların pis ellerinde çizilmeyi bekleyen bir harita olduğuna dair inançları dahi olan bir konsey içinde, kendimizi uyutmamız aslında o kadar da zor bir şey değil! Öncelikle televizyon, internet ve de gazeteler. Gazeteleri pek adamdan saymadığımız belli, onu geçmemiz gerekiyor. Ama ilk iki faktörü ciddiye almaz isek, hiç de iyi etmiş olmayız. Beynin rejenerasyon aşamalarına ait kodları çözümleyen görsel şifrelemelerin ’ekran’ sayesinde hafızamızı ele geçirmesi istenilen bir savaş hamlesi. Siperde kazılmış koca hendeklerimiz var. Savaşı kazanmayı bekleyen güçlerin süpersonik silahları var. Biz iki türlü savaşıyoruz; ama sonuçta teslim oluyoruz. Birincisi elimizden geldiğince devam etmek! Ama bu devam etme meselesini vücut kaldırmıyor, ruh üflenilen mertebesinden çıkıp, aklın sefahati içerisinde boğulduğu için, ’kuzudan olsa olsa ancak koyun olur’ evrimine sahip çıkıp, küçük bir gecikmeden sonra ölüm fermanını imzalıyor. İkinci olarak da, deve kuşu misali siperin içerisinde ki toprağa kafamızı sokup, çevrede olup bitenlerden zihinlerimizi izole etmeye çalışıyoruz. İki türlü de teslim olma ve de mağlubiyet masalları taşıyan bu hakarete, peki neden sahip çıkıyoruz?
’Kendim’, öznesi ve fiiliyle sıfatların hepsine sahip çıkacak bir kelime. Utanarak da olsa bu kelimeyi defalarca tekrar etmekten sıkılıyorum elbette. Ama ’kendimi’ şu an, o elektrik direğinin önünde buluyorum. ’Kendim’ çaresiz, ’kendim’ zayıf ve de ’ kendim’ bihaber yaşamaktan! Hala kulaklarında ’parasız eğitim’ sloganlarına ait ayinleri izleme hayali mevcut, ne yazık! Peki, parasız eğitim neyine yarayacak bir toplumun? Yani o kadar soru soruyor ki ’kendim’ olacak işe yaramaz, canımı sıkıyor. Ne yani, okumuş onlarca insanı da görmüyor muyuz? Son vizyon, okuyup da köle olmak mı paraya?
Saçmalıyorsun denebilir, dizgisi yapılmış hayallerin tozunu almak lazım iken; çiçekli, kuş cıvıltıları bol güzel günleri anmak beklenirken, ne diye böyle kötü ruhların işkillenmelerine ait beyhude sorgulamalar altında ezilip kalıyorsun da denebilir. Ama sorun ’kendime’ ait olan ufak bir şey değil! Sorun ciddi görünme merhalesinde, çok iyi piyesler hazırlayan bir toplum, bir dünya! Bunun içerisinde miyim, elbette olabilir! Fakat ciddi görünme, gözükme meselesini hayat olarak algılayan insanlık, tamamen kayboluş çizgisinde ’vebaya’ tutulmuş bir tabur misali yorgun ve de argın. Dali ne diyordu: ’ ..soytarı olan ben değilim..soytarı olan; deliliğini gizlemek için ciddiyet oyunu oynayan şu aklın alamayacağı kadar sinsi toplum.’ Haksız mı sürrealistimiz peki? Sıradan mı geliyor bu bize?
’Kendime’ ait elbette özel cümlelerim var, ama paylaşmaktan çekinmeyeceğim de bazı kıstasları es geçmek günah olur. Bizim, cumhuriyet meşalesine tutunup, ayağa kalkmaya çalışan toplumumuz, ciddi gözükme meselesinde aşırı kıskaçlar altında ezilip kalmış ve de gerçek hürriyete bir türlü ulaşamamıştır. Ezikliğimizi tarif etmek o kadar güç ki! Utanıyorum bu eziklik altında tabi ki! Kadere inanmasam eğer ve de Allah’ın imtihan duraklarının mahiyetini kavramamış olsam, geçmişte yaşamış insanlarımızın çoğuna ’aptal’ diyebilirdim ki öncelikle buna kendi atalarımdan başlayarak. Şimdi bir örnek verebilirim mesela. Mesela bizim ülkemizde ikinci bir dille eğitim okullarda yapılabilir mi? Kalkıp aynı lafları pişirebilme özgürlüğünü zaman veriyorsa, ben de sorgulamaya ait desiselerden korkmadan bu konuya açık getirebilirim. Neden okutulmasın ki, neden ikinci değil; üçüncü, dördüncü diller ile bu meseleye çözüm getirilmesin ki!
Kusura bakmayın, ama ben aptal olduğumuzu söylemek istiyorum. İmparatorluk batırmış, koca tarihi bir kalemle suyun dibine indirmiş bir toplum olarak kokuşmuş fikirlerin esareti altındayız. Öyle yenilik çığlıkları; iyelik, egemenlik, hürriyet, istikbal, kan, asalet, sulh kavramları bizi aldatmasın; aptalız! Biz Almanya gibi bir devlet dahi olmadık ki; 88 senedir meselelerimizin özü hep aynı çember ve aynı çirkeflik! 2. dünya savaşında milyonlarca insanın ölümüne sebep olan ’Nazi’ davasının bir benzeri ülkemizde sürdürülürken, Almanya bütün olarak bunu kanlı bir kıta hadisesine çevirdi. Dünya olarak da onlara karşı çıkıldı ve süreçler tam tersine döndü. Peki, o kadar ırkçı olan ve de milliyetlerini koruyan bir toplum olan Almanya gibi bir devlet 15 sene içerisinde eğitim sistemi ile nasıl başarı sağlayabildi?
Aptalız ya, anlamayız; kusura bakmayın! Kendi dilleri olmak üzere, İngilizce ve de Latince derslerinin önemini akıllı bir Avrupa insanı bilebilir. Ama bizim akıllı insanımız, kendi coğrafyamızda yüzyıllardır mevcut geleneklerin ve de kültürün yozlaşması karşısında gıkını dahi çıkarmaz. Bizim için önemli olan, herhangi bir işe girip, mutlu ya da mutsuz bir yuva kurup hayatın geri kalanını aynı döngü içerisinde tamamlamaktır! Bu da gereken bir şey, bunun da yapılması elbette şart; ama dünya nüfusu arttıkça insanların azaldığı bir cihanda ’özünden kaçışın’ macerası anlatılmış ve de belgeler ile kanıtlanmış olsa, bizim kadar yozlaşmış bir ülke bulamayız. Merhametli, irfan sahibi ve de inançlı insanlarız; ama koyun olmanın, koyunlar gibi sürülüp vadilerce dolaştırılmanın bir mahsuru olmadığına inandırılmışız. Hala da inanıyoruz!
Peki, çare ne?
Nasıl alenileşen aşk, aşk değilse: duyguların pornosu haline dönüşmüşse, öyle de fikirlerin dayatılmış olduğu, cumhuriyetin temel dinamiklerinin hiçe sayıldığı bir ülkede yaşamaktan bence gurur duymaya devam etmeliyiz.
Ha, kimse inanmayabilir; gülüp de geçebilir bu tekrarlanan ’yalnızlaşmış’ fikir inleyişlerime. Ama size güncel bir haber ile fikrimin noktasını koyayım da, içim rahat etsin.
26 kişinin tecavüz ettiği küçük bir çocuğu yıllar sonra suçlu bulan hukukumuz ile gururlanabiliriz mesela. Özgürlüğümüzün kanıtı ne kadar da aleni; sadece konuşup duruyoruz ve yargı büyüklerine söz geçiremiyoruz. Belki de başınızdan geçmiş olabilir. Size yapılmış haksızlık/lar karşısında hiç dava açmaya kalktınız mı? Pardon, kalkan kalkana mı oturmuş da göremedik; kalkışamamışınızdır bile zannımca. Çünkü ’adalet mülkün temeli’ olan bir toplum keşmekeşliğinde, hak ve hukukun ’insan’ olamadığı; hep meta olduğu; armaların ve de yaldızların, koltukların erk konumda daima alt sınıfında olana karşı üstünlük taslayıp, haklı çıktığı sosyal bozukluğun tam ortasında nefes almaya çalışan biçareleriz. Bunu itiraf ettiğim ve de edebildiğim için kelimelerime, beni Yaradana ve de şu geceye elbette şükrediyorum.
Cehalet demiştiniz değil mi? Eğitim görüp nice mertebeler kazanmış insanların, toplumda facia çıkardığı bir zamanın çocuklarıyız. Unutmayı çok sevdiğimiz için, ’kendimi’ de katarak bu unutmalara ortak olmak için şimdi hayatımıza dönebiliriz.
’Kendimden’ iğreniyorum, midem bulanıyor. O çocuğa 27. tecavüzü ben şimdi devlet yoluyla yapıyorum. Hak ve hukukumu deniz kenarlarında villa yapımına harcamalıyım. Daha fazla faili meçhullerim olmalı. Öyle süslü püslü hafıza dolambaçlarım olmalı ki; silmeliyim gerçeği hafızamdan.
Peki, çare ne?
Benim bildiğim tek çare var beyler ve bayanlar; pencereden bakanlar, gözünü kapatanlar, göbeğini kaşıyanlar, kadehini yudumlayanlar, namazını kılanlar, orda burda büyük söz edenler, susup dinleyenler, kendilerini bir halt zannedip herkesi küçümseyenler...
-Herkes kendi vazifesini en iyi şekliyle yapıp, şeytanın insanlara giydirdiği o süslü elbise olan ego libasından soyunup, Hak ve hukuku bilip, her insanın eşit olduğunu, Allah katında hiçbir insanın ırk, din, dil mertebesinde ayrılmayıp; yalnız hak olanın takva silueti olan inanç basamağı ile amel güzelliğine sığındırılmış Cennet kokularını insanların alabileceği ’din mekanizmasına’ sahip çıkmanın insanı doğruluğa götürdüğünü, gerisinde kalan her şeyin aslında iradi bir figürden olduğunu ve de hiçbir zaman bu dünyada yapılmış kötülüklerin karşılıksız kalmayacağına tabi olarak yaşarsa, çareyi bu yolda ruhuna sünger gibi çekebileceğine inanarak devam ederse, bir insanın bir toplum inşasında huzur kolonu haline gelip, çare yerine; çareler oluşturabileceğini düşünüyorum.
Ben inandığımda çok kazanan gördüm, okudum... Ama paranın dokunduğu, fırsatçılığın, torpilin olduğu hiçbir yerde gerçek huzura ya da mutluluğa rast gelmedim. Ya ben gözü kapalı yaşıyorum, ya da ben hala o elektrik direği önünde ’parasız eğitim’ bildirilerini okuyorum.
Ha, parasız eğitim sen de istemiyor musun şimdi?
Geçen gün okulun birinde, müdür 81.000 lira borçları oldukları söyleyip, öğrencilerin her birinden 50 lira toplanacağını söylemiş. Eğer istemiyorum dersem, bir yerim acayip derecede sıkışacak. Allah inandırsın ki istiyorum; ama o nasıl bir şey hiç bilmiyorum! Sadece duydum ve okudum biraz. Gerisi fasofiso!
KELAMBAHÇE
Nasyonel Sosyalizm: Irkının en üstün olduğuna inanan, ekonomik olarak mantıklı açıklamalar getiren; ’Tanrı’da beyazdı’ diyebilecek kadar keskin sirkesi bol olan ideoloji.
Koyun: Uysal hayvanlardır. Dünyanın hemen hemen her bölgesinde bir benzeri bulunur. Dört ayaklı olmak üzere, iki ayaklı yaklaşık 7 milyarlık bir türü de mevcuttur.
Parasız Eğitim: Tamamen Avrupa devletlerinde uygulanmak üzere kurgulanmış, okul müdürlerini çileden çıkartabilecek bir uygulama. Ülkemizde yapılması sakıncalıdır. Döner sermayeye zarar verebilir AlimAllah!
Biz: Olmamız gereken sınıfın 1. çoğul şahıs hali.
Jartiyer: Genellikle çorapları dizin altında veya üstünde tutmaya yarayan lastikli bağ olmak üzere, beyinlerin belli bir kapasite çalışmasına izin verip, daha fazla yüklenme halinde yırtılabilen ideolojik eylem.
Küçük Bebek: Yeni bir insan ve ailesine neşe kaynağı olmakla beraber, küresel bir av; kirletilmemiş yeni bir mekanizma. Sıfır Köle!
20. yüzyıl: Fikirlerin para ile cenabetleştiği, yaşamak denen olguyu sanayileştiren köhne asır.
Hollywood:Dünya sinemasının en verimli kölelerinin çalıştığı Amerikan ideolojisi besleme ve geliştirme kampları. Mükemmel derecede emperyalist ve erotik çağrışımlar bulunabilir. Yaş sınırlaması yok!
Mikrofon: Sesi uzakta olana iletmek amacıyla, yaşanılan asıl tarihi simgeleyen gerçek!
Gazete: Umut dizgisi, öğrencinin sofrabezi, kupon veren; zevkli bir şey!
Salvador Dali: Taklit edilen deha!
Cumhuriyet: Bizi yöneten bazılarının öne sürdüğü hayal.
Nazi: Herhangi bir dazlak insan. Zeki, atik, asil ve de sportmen.
Okul:Zamanında anarşist yetiştiren, arka arkaya sıraları dizilmiş sınıfları olan ve de birkaç insanın müfredatını koca millete öğretilmesini sağlayan araçları olan mekan, döner sermaye. Bakınız: Parasız Eğitim
YORUMLAR
Her biri ayrı ayrı tartışılacak konular.
Eğitim; birebir eğitim, paralı eğitim, parasız eğitim, evde uzaktan eğitim.
Faşizm, sosyalizm, Cumhuriyet fikir babaları kimdi? Neden toplumları mutlu edemiyor? Demokrasi diye biraz daha esneklikler katılınca neler farkediyor?
Dil öğrenimi de ayrı bir konu. Eski yazma eserlerde en az üç dil ile hem de el ile yazıldığını görüyoruz. Günümüzde bu kadar teknolojik imkanlar varken eserler neden bir kaç dilde birden çıkamıyor?
Yazıda çok fazla sorunlar ele alınmış, bende özet bir yorum yapmaya çalışayım.
Neyi, neden, nasıl okuyacağını bilmeyen toplumun içinden âlim çıkacak değil ya, çıksa çıksa zalim tecavüzcü çıkıyor işte.
''İçlerinde yok yok. Yüzbaşı da var, Ziraat Odası Başkanı da, imarette hayır işleriyle uğraşan da, muhtar da. Ve hepsinden beteri ilköğretim okulu öğretmeni, daha doğrusu müdür yardımcısı da.'' (F.Altaylı)
Bu sistem sadece bir pazarlama sistemi. Savaş çıkar, kaçakçılar kazansın. Ahlaki çöküş başlat, uyuşturucu ve içki işiyle uğraşanlar kazansın. Fazi ver, millet borç ödeme derdiyle uğraşsın. Bu kredi sistemi hele bir felaket. Bankalar, olmayan bir paradan, ekran üzerinden krediler veriyor. Yani böyle bir para yok aslında. Fakat böylece topluyor parayı ve bol bol kart veriyor istemesen bile.
Hiçbir şey okumayan sadece bir veda hutbasini bari okusa. Hiçbir ırkın diğerine üstünlüğü olmadığı, faizin belası kısaca hayat ve ahiretin düzenine dair özet mesajlar var hutbede.
Araştırmaya ve okumaya merakınız belli oluyor. Bir toplum nasıl başka bir toplum haline dönüştürülebiliyor? Bu büyük pprojeleri hangi kuruluşlar yapıyor? Bu dönüşümler nasıl sağlanıyor? Bu konularda araştırma yapacaksanız, İlluminati kuruluşları, Tavistock örgütünü, tapınak şövalyelerini, Mısır tapınakları ile bağlantılarını vs gibi konuları da çok incelemek gerekiyor. Sosyalizmin fikir babası yahudi olduğu gibi kapitalizmin fikir babası da aynı kaynaktan. 1500'lü yıllarda başlar bu macera ve Osmanlı'ya da gelir bu örgütler. Osmanlı zamanında bunların içinden üç tanesi şeyhülislamlık dahi yapmıştır.
Yorum karışık oldu farkındayım ama yazı da öyle çok konu varki. Bende bana düşündürdüklerini yazdım. Eğer bahsettiğim konuları detaylı inceleyebilirseniz toplumdaki bozulmaların sebepleri çorap söküğü gibi ortaya çıkıyor.
Hayırlı bayramlar, selam ile