- 1458 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
Zernişan - III
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM.
Leylâ hanım, on beş yıl özlemini çektiği bebeğe bir günde kavuşmanın sevinciyle İstanbul’a dönerken arabada eşine seslendi:
-Şimdi bu kıza, kendisi gibi güzel bir isim bulmak lâzım dedi.
Semih bey gözünü yoldan ayırmadan:
-Güzelliği daha şimdiden belli olmaz hanım dedi. Onun güzelliği birkaç hafta sonra belli olur.
Leylâ hanım:
-Ne diyorsun bey? Gökte ayın on beşi kucağıma inmiş durumda. Nişantaşı bebek görsün, İstanbul kız görsün!
-İnşallah, senin dediğin gibi olur.
-Bundan hiç şüphen olmasın bey. Nişantaşı’nın en güzel kızı olacak.
-Allah ömür verirse, o günleri görürsek...
-Görürüz inşallah bey, hep beraber görürüz. Şimdi bu kıza kendisi gibi güzel bir isim bulmamız lâzım; şimdiye kadar aklımdan geçen isimlerin hepsi bebeğin güzelliği karşısında sönük kaldı.
-Hayırlısı ile eve dönelim, güzel bir isim buluruz.
Leylâ hanım, eve döndükleri gün akşama kadar bebeğe yakışan bir isim bulmak için düşünüp durdu. Aklına gelen isimlerden hiçbirini bebeğe yakıştıramadı. Yol yorgunluğuyla Semih beyin gözlerine erkenden uykunun sisleri çökerken; Leylâ hanım gece boyunca sevinç, heyecan ve bebeğe yakışan bir isim bulma düşüncesiyle gözlerindeki uykuyu sildi. Sabaha karşı aklına hemşire hanımın: ’ Çok güzel bir bebek, O’na iyi bakın. Bebeğin göbek adını biz: Gülnişan koyduk.’ diyen sözleri gelince bebeğin üzerine eğilerek tebessümle:
-Zernişan! dedi. Adını buldum bebeğim. Senin adın: Zernişan olsun.
Semih bey kolunu eşinin yastığına atmış, baş ucuna kadar gelip ismini defalarca tekrarlayan eşini duyamayacak kadar derin bir uykuya dalmıştı. Leylâ hanım seslenerek uyandıramadığı eşini omuzundan sarsarak:
-Uyansana dedi, bebeğimize güzel bir ad buldum. Uyan haydi!
Semih beyin aralamaya çalıştığı göz kapaklarının ağırlığına gücü yetmedi. Uyku ile uyanıklık arasındaki zihnin bulanık çizgisinde:
-Ne oldu? diye ancak sorabildi. Leylâ hanım:
-Bebeğimizin adını buldum dedi. Adı: Zernişan olsun. Beğendin mi? Sorusuna bir yanıt alamayınca bebeğinin yanına geri döndü. Sanki nefes almıyormuş gibi uyuyan bebeği, göz kapakları gittikçe ağırlaşan gözleriyle uzun uzun seyretti.
Semih bey, nüfus idaresine bebeğin kaydını yaptırdıktan sonra eczaneye uğradı. Sedat hocanın yazdığı reçeteyi eczacıya uzatarak:
-Bu ilaç ve mamaları bulabilir miyiz? diye sordu. Eczacı hanım reçeteyi inceledikten sonra:
-Vitamin damlası şu an elimizde mevcut dedi. Mamalar için bir endişeniz olmasın, en kısa zamanda tedarik ederiz efendim. Siz birkaç gün sonra bize bir uğrayın.
Leylâ hanım, otuz beş yaşından sonra kucağına bebek almanın mutluluğunu yaşıyordu. Bebeğin erken doğduğu için vücut direncinin düşük olduğunu ileri süren aile, üç ay boyunca evlerinin kapısını ziyaretçilere kapalı tuttu. Aylarca merakla bekleyen ziyaretçiler, hayırlı olsuna gelip bebeği gördüklerinde söz birliği etmişçesine aynı soruyu sordular:
-Bu bebeğin gözleri kime benziyor?
Zernişan’ın koyu yeşil bir halkayla başlayan göz rengi mavinin aydınlık bir tonuyla göz bebeğini çevreliyordu. Elâ gözlü anneyle mavi gözlü babanın genetik mirası olan büyüleyici güzellikteki gözler için Leylâ hanım soranlara:
-Semih’in babaannesine çekmiş, O’nun gözleri böyleymiş! yanıtını veriyordu.
Yedi yaşında ilkokula başlayan Zernişan, güzelliği ve kırmızı kurdela takılmış örgülü sarı saçlarıyla sınıfın ilgi odağı olmuş, arkadaşları arasında paylaşılamayan bir öğrenciydi. Güneşli bir günde öğretmen beden dersi için öğrencilerini bahçeye çıkarmıştı. Işıktan gözlerini kırpıştıran Zernişan’ı süzen öğretmen, yanına gelerek elini tuttu. Göz bebekleri küçüldükçe, yeşilde mavinin sihirli tonunu yakalayan gözlerine bakıp:
-Güneşe bakamıyor musun diye sordu, gözlerin mi kamaştı? Zernişan:
-Bakamıyorum öğretmenim dedi.
Öğretmen:
-Güneş mi senin gözünü kamaştırıyor yoksa sen mi güneşin gözlerini kamaştırıyorsun orası belli değil! dedi. Bakalım büyüdüğün zaman bu efsunlu gözler kimlerin kıyameti olacak?
Leylâ hanımın, Zernişan’a aşırı ilgisinin zamanla azalacağını düşünüp bu konuda yanılan Semih bey bir gece sohbet esnasında eşine bir sitemde bulundu:
-Beni unutur oldun hanım dedi, kendimi bir köşeye atılmış gibi hissediyorum. Leylâ hanım gülerek:
-Niçin böyle söylüyorsun koca bebek, seninle de ilgilenmiyor muyum? diye soruyla karşılık verdi,
-İlgileniyorsun ilgilenmesine de... Eskisi kadar değil. Eskiden daha çok ilgilenirdin.
-Senin o eskiden dediğin bizim iki kişi olduğumuz zamanlardı. Unuttun mu şimdi bu evde üç kişi yaşıyoruz.
-Bazan kendi kendime soruyorum. Bu çocuğu sen doğurmuş olsaydın ne kadar severdin diye? Kim bilir, belki o zaman gözlerin beni hiç görmezdi.
Semih beyin sonrasını hesaplamadan söylediği bu sözler üzerine, Leylâ hanım uzun bir süre sessiz kaldı. Gözleri dolan eşine bakan Semih bey:
-Niçin bir cevap vermiyorsun? diye sordu. Leylâ hanım hüzünle başını öne eğerek kırgın bir ses tonuyla konuştu:
-İncittin beni bey, incittin! Doğru, bu çocuğu ben doğurmadım ama doğursam belki üzerine bu kadar titremezdim. Ya çocuğa bir şey olursa endişesiyle, kaç gece sabahlara kadar uykusuz kaldığımı bilemezsin. Ya bir gün sırrımız anlaşılırsa diye içimi kemiren sinsi endişeyi anlatamam bey. Uyumaya çalıştığım kaç gece, hiç tanımadığım annesinin gelip elimden bebeği alıp götürdüğünü, kâbuslarla yatağımdan fırladığımı, bu güne kadar üzülmeyesin diye sana anlatamadığımı bilemezsin bey. Bu dünyada Zernişan’ı benim kadar seven biri daha çıkar mı? İnsan kendi doğurduğu çocuğunu ne kadar sever bunun cevabını bilemem, Allah o duyguyu bana tattırmadı, ancak bir bebeği doğduğu andan itibaren sevmeyi, büyütmeyi, onunla sevinip onunla beraber üzülmeyi yaşattı bana. Bunun için yatıp kalkıp şükrediyorum. Biliyorum sen hep bir oğlan isterdin, kısmet böyleymiş bey. İnsan, istediği her şeye ulaşamayacağını zamanla öğreniyor. Elimizdeki nimetlere şükrederek yaşamalıyız. Allah bu günleri aratmasın bey. Ne kadar mutlu olsam da, günün birinde mutluluğuma bir gölge düşecek endişesini içimden bir türlü atamıyorum.
Semih bey, gönlünden geçenler ile dilinin söylediklerinin farklı olduğunu, amacını aşan sözleri için üzüntü ve pişmanlığını belirtti. Ertesi gün otomobil lâstiği satışını yaptığı dükkânında yeni gelen lâstiklerin yoğun kokusuna dayanamayarak dışarı çıkarken yardımcısına:
-Ben biraz dolaşacağım dedi, akşama sen dükkânı kapatırsın.
Sirkeci’ye doğru indi. Deniz kenarında bir müddet martı çığlıklarını dinleyerek yürüdü. Boğaziçi Köprüsü’ne manzaralı bir çay bahçesine oturup kahve ısmarladı. Gözleri köprü üzerinde akan trafiğe takıldı. Köprünün, otuz ekim bin dokuz yüz yetmiş üç yılında, devlet töreniyle dünyanın en uzun dördüncü asma köprüsü olarak açıldığı gün; Avrupa yakasından Asya tarafına yürüyerek gidip gelen şanslı kişilerdendi. Yoğun ilgiyle insan selinin üzerinden akışı esnasında köprünün salıncak gibi sallanması, açıldığı günün ertesi: ’Köprüyü çalacaklar!’ söylentisinin yayılması ve insanların: ’Aman, köprünün başına bir şey gelmeden ben de üzerinden bari bir kez geçeyim!’ telâşı, aklına gelince yüzünde bir gülümseme dolaştı. Kimilerinin inatla: ’Çökecek!’ dedikleri köprü aradan geçen dokuz yıla rağmen bütün görkemiyle dimdik ayakta duruyordu. Yılların ne kadar hızla akıp gitmekte olduğunu düşündü, Kendisine bir evlât veremediği için üzüntüsünü yıllarca üzerinden atamayan eşi, Zernişan’ın eve gelişiyle mutlu görünse de gizli bir endişeyle günden güne eriyor gibiydi. Leylâ’ın son günlerdeki iştahsızlığı ve solgun yüzü aklına gelince eve erken dönmeye karar verdi.
Leylâ hanım ve Zernişan’ı çocuk bahçesinde buldu. Yediği pamuk şekeriyle ağız köşeleri pembeleşen Zernişan salıncağa kurulmuş nazlı nazlı sallanıyordu. Semih bey, eşinin yüzünü saklamak ister gibi haline bakıp:
-Hayrola hanım, üzgün görünüyorsun. Neyin var? diye sordu. Leylâ hanımdan bir yanıt alamayınca eğilerek titreyen çenesi ve ıslak kirpiklerine bakarak: Sen ağlamışsın hanım, ne oldu? diye üsteledi. Leyla hanım günlerdir saklamaya çalıştığı gerçeği ve içini kemiren endişeyi açıklamak zorunda kaldı:
-Hastayım bey, hastayım ben.
-Hasta mısın, neyin var?
-Myom olduğunu sanıyorum. Myoma razıyım da içinde kanser çıkmasa diye dua ediyorum.
-Ne myomu, ne kanseri hanım. Nereden çıktı bütün bunlar?
-Bir ay önce farkettim. Önce bazı şikayetlerim oldu. Geçer sandım. Karnımdaki şişliği sonradan farkettim.
-Bana niye söylemedin?
-Emin olmak istedim, sağlık ansiklopedisine baktım. Dergileri inceledim. Şikayetlerim myoma benziyor. Myom öldürmez öldürmesine de, bazı myomlar içinde kanser taşıyabiliyormuş. Hızlı büyüyen türleri varmış...
-Hanım böyle bir şey için beklenir mi, hemen bir doktora görünmen lazım.
-Bana bir şey olursa Zernişan’a iyi bakarsın değil mi?
Semih bey sitemli sesiyle:
-Hasta olan kendini değil de, sağlamın akıbeti ne olacak düşünüyor, olacak iş mi bu?
-O benim ruhum!
-Tamam senin ruhun olsun, bir diyeceğim yok. Sen önce şu bedenine bir bak. Canlı cenazeye dönmüşsün kendinden haberin yok! Seni hemen doktora götüreceğim. Haydi, kalk ayağa dedikten sonra; salıncaktaki kıza bağırdı: Zernişan, buraya gel! Hemen eve dönüyoruz.
Leylâ hanımın annesini Zernişan’a bakması için alıp evlerine getiren Semih bey eşini Bursa’ya götürmeye karar vermişti. Yola çıkmak için gece yarısına doğru annesiyle vedalaşan Leyla hanım:
-Ağlayıp beni de perişan etme anne dedi, ben dönünceye kadar Zernişan’a iyi bak sadece. Bizi dualarından mahrum bırakma.
-Kızım ben ne güne duruyorum? Sana gelen hastalık beni bulsa ya... Tam da mutluluğu yakalamışken... Allah’ım nedir bu başıma gelen? Kızım İstanbul’da doktor mu kalmadı, bu gece yarısı Bursa’ya doğru yola koyulmak da neyin nesi. Ne diyeyim bilmem ki, Allah şifa versin yavrum, güle güle git.
Tedirgin yolculuğun, olduğundan daha fazla uzattığı yolda, Leylâ hanımın eşine tekrar sormamak için çok direndiği soruyu sonunda dayanamayarak soruverdi:
-Bana bir şey olursa Zernişan’a iyi bakar mısın?
Semih bey, sesini içindeki endişeden arındırma çabasıyla:
-Sana bir şey olacağını da kim söyledi hanım? Olmayan bir felaketin tellallığına soyundun hemen. Acele etme bakalım...
-İçimde şimdiye kadar duymadığım bambaşka bir his var. Bunu sana nasıl anlatayım bilmem ki... Bambaşka bir his, şimdiye kadar hiç duymadığım bir his...
Semih bey ağırlaşan havayı dağıtmak için:
-Bak hanım sana ne anlatacağım dedi: Zamanın birinde padişahın biri muhafızlarıyla birlikte kırlarda dolaşmaya çıkmış. Bir gölün kenarında hüngür hüngür ağlamakta olan bir kadın görünce yakınındakilere: ’Ne derdi varmış, gidip sorun bakalım demiş.’ Muhafızlardan birkaçı kadının yanına gelip niçin ağladığını sormuşlar. Kadın kendisini dinleyecek insanları bulmuş ya, dövüne dövüne başlamış anlatmaya: ’Ah, başıma gelecek olanlar diyormuş! Ben ağlamayayım da kimler ağlasın. Şu gölü kendi gözlerinizle görüyorsunuz işte. Ya ben evli olsaydım, benim bir kızım olsaydı, O’nun da bir çocuğu doğsaydı, çocuk yedi yaşına bastığında gelip bu göl kenarında oyun oynamak isterken ayağı kayıp suya düşseydi, kimse de görüp çocuğu kurtarmasaydı, torunum suda boğulup gitseydi... Söyleyin bakalım ben o zaman ne yapardım, bir düşünsenize! Ben ağlamayayım da kimler ağlasın? Ah benim başıma gelecek olanlar...’
Leylâ hanımın yüzünde acı bir tebessüm belirdi:
-Benim aklımla bir zorum yok bey dedi. Benim hastalığım başka diyorum sana!
Endişeli bir yolculuktan sonra Leylâ hanım içindeki korkuyla yüzleşmek için arabadan indi. Yedi yıl önce merakla çıktıkları merdivenleri bu kez tedirgin adımlarla çıkan aileyi, yüzünde eksik olmayan tebessümüyle hemşire karşıladı. Leylâ hanım heyecan ve endişeden titriyordu. Sedat hoca güven veren sesiyle:
-Hoş geldiniz efendim, yolculuğunuz nasıl geçti? diye sordu. Semih bey:
-Şükürler olsun efendim dedi, kazasız belâsız geldik. Hanımın bir sağlık problemi var, sizi onun için rahatsız etmek zorunda kaldık.
-Geçmiş olsun problem nedir?
-Eminim ki kendisi benden daha iyi anlatır.
Sedat hoca, yorgunluğu ve uykusuzluğu yüzünden okunan Leylâ hanıma dönerek:
-Buyurun, anlatınız efendim dedi. Ne şikayetleriniz oldu. Leyla hanım:
-Hocam ben myomdan şüpheleniyorum. Sağlıkla ilgili kitaplara baktım. Benim şikayetlerime tıpatıp uyuyor. Bir kanser varsa diye endişeleniyorum. Çok kuvvetsiz kaldım. İştahım azaldı. Uykusuzluk baş gösterdi.
-İstanbul’da hiç muayene olmadın mı?
-Hayır, muayene olmadım. Acı gerçeği öğrenmekten korktum.
-Endişelenmeyin birazdan anlarız. Feride hanım sizi muayene odasına götürsün.
Muayeneden sonra Leylâ hanımı, Sedat hocanın odasında heyecanla beklemekte olan eşinin yanına bırakan Feride hanım:
-Geçmiş olsun dedi. Hocamız birazdan gelir. Siz dinlenmenize bakınız. Bu arada bir şeyler içmek isterseniz... Semih bey hemşirenin sözünü keser gibi konuştu:
-Teşekkür ederiz hemşire hanım. Sonuç belli olsun da...
-Peki, biraz sonra görüşürüz, siz dinlenmenize bakın diyen hemşire odadan ayrıldı.
Beş dakika kadar sonra, Sedat hocayla hemşire hanım odaya beraber döndüler. Sedat hoca yerine oturduktan sonra ayakta bekleyen hemşireyle göz göze gelince;
-Hemşire hanım? dedi.
Leylâ hanımın tedirgin bakışlarından gözlerini ayıran hemşire hanım:
-Hocam siz açıklayınız dedi.
Sedat hoca aydınlık bir yüz ifadesi ve hoşnut bir sesle:
-Leylâ hanım, size önce şu tavsiyede bulunayım: Sakin olun ve endişelenmeyiniz. Rahat olunuz. Söyleyeceklerimi lütfen sükunetle dinleyiniz. Heyecanlanmayınız. Çok iyi bir anne olabilirsiniz ancak kusura bakmayın hekimliğinizi beğenmedim. Kendi kendinize koyduğunuz myom teşhisi doğru çıkmadı. Rahatsızlığınız myom değilmiş! Nefesini tutarak Sedat hocayı dinleyen Leylâ hanım:
-Desenize korktuğum başıma geldi! Neymiş peki?
-Size sakin olun, heyecanlanmayın dedim. Endişeye gerek yok. Düşündüğünüz gibi habis bir tümör de söz konusu değil.. Geriye yaslanın, derin bir nefes alıp rahatlayınız biraz.
-Hocam?...
-Sakin olursanız söyleyeceğim. Size bir müjde vermek durumundayım: Leylâ hanım siz hasta değilsiniz, gözünüz aydın: Hamilesiniz!
Sedat hocanın müjdesi kendini olası bir felakete hazırlamaya çalışan Leylâ hanım’ın boğazını hıçkırıkla düğümledi. Nutku tutulan kadının tek bir sözcük söyleyemeyen diline inat, yüzü sevinç göz yaşlarına boğuldu. Duyduklarına inanamıyordu. Hemşire odadan çıkıp bir bardak suyla geri döndü. Leylâ hanıma uzatarak:
-Geçmiş olsun dedi. Haydi artık ağlamayı bırak da birkaç yudum iç şimdi, kendine gelirsin.
Leylâ hanım, uzatılan sudan güç belâ bir yudum içmeye çalıştı. Tutulan nutku sanki yutkunmasına da düğüm atmıştı. Yanaklarından süzülen göz yaşlarının titreyen çenesinden, elindeki bardağa damlamakta olduğunu fark edince suyu hemşireye geri uzattı.
Semih bey de ne söyleyeceğini bilemiyordu. Duyduklarına inanamayan yüz ifadesi kısa sürede yerini mutluluk tebessümüne bırakmış, gözlerindeki minnet duygusu ile Sedat hocayı süzüyordu.
Kimsenin konuşamadığını gören Sedat hoca başıyla ’Gel!’ işareti yaparak Semih beyi dışarı çağırdı. Odada hemşireyle yalnız kalan Leylâ hanım, kâbustan uyanarak sıyrılmanın rahatlığı içinde yavaş yavaş kendine gelmeye başlayınca:
-Eminsiniz değil mi? diye sordu. Hemşire alışık olduğu bu soruya alıngan bir tavır ve soruyla yanıt verdi:
-Sedat hocamızın yanıldığını düşünmüyorsunuz her halde?
-Yok, ben öyle bir şey demek istemedim. Yani ben şimdi gerçekten hamile miyim, hasta değil miyim?
-Kendi kendine koyduğun yanlış teşhisle kim bilir kendini ne kadar üzmüşsündür. İstanbul gibi bir yerde insan bir doktora başvurmaz mı?
-Korktum! Kanser olduğumu söylemelerinden korktum.
-Neyse bunlar geride kaldı artık, gözün aydın. Şimdi doğacak bebeğini düşünmenin zamanıdır. İyi beslenmeli, üzüntü ve kuruntularından uzak durmalısın. Dünyaya getireceğin bebeğini düşünmelisin.
-Kırk iki yaşından sonra ben şimdi doğum mu yapacağım? Milletin ağzına sakız olurum...
-Kırk iki yaşından sonra anne olmak her kadına nasip olmaz. Dört ay sonra istesen de o bebek orada durmaz. Bence çok mutlu olmalısın. Böyle bir mutluluk her kula nasip olmaz, kıymetini bil!
Leylâ hanım tedirgin adımlar ve endişeli kâlbiyle çıktığı merdivenleri; mutluluktan ayakları yerden kesilmiş hissiyle indi. Sokağa çıktığında derin bir nefes aldı. Birkaç adım atmıştı ki Semih beyin kolunu çekiştirdi:
-Çok açıkmışım dedi, içim kazınıyor. Kızarmış et kokusu alıyorum, buralarda bir yerlerde bir kebapçı olmalı. Semih bey etrafına bakındı:
-Haklısın dedi, bak tam karşıda İskender kebapçısı var, haydi oraya gidelim.
Dönüş yolculuğunda, endişelerinden arınmış, kendini yeniden doğmuş gibi hisseden Leylâ hanım, anlamakta güçlük çektiği Sedat hocanın tavrını düşünüyordu. Semih beye:
-Dikkat ettin mi bey: Ne Sedat hoca ne de hemşiresi, bize verdikleri bebek konusunda tek bir kelime bile etmediler dedi. Bebeğe ne ad verdiğimizi bile sormadılar.
-Doğrusu ben de şaşırdım. Sanki öyle bir şey hiç olmamış gibi davrandılar. Senin hasta olmadığını söyledikten sonra bu konuyu açarlar sandım ama baktım ki onlar hiçbir şey söylemiyorlar ben de bir şey diyemedim.
-Sence niçin böyle davranıyorlar? Ben bir anlam veremedim, sonradan pişman mı oldular dersin?
-Sedat hocayı tanırım, sonradan pişman olabileceği ihtimal dahilinde olan bir konuda adım atmaz. Hele böyle bir konuda... Bence bütün ihtimalleri hesaplamıştır. Sonunu kestirmeyeceği yola adımını dahi atmaz.
-Peki neden böyle davrandı öyleyse?
-Bence bu konunun konuşulmasını dahi istemiyor.
-Bu yaptığı doğru mu sence?
-Bence en doğrusunu yapıyor. Bizimle bile bu konuyu konuşmadıklarına göre, hiç kimseyle de konuşmayacaklar demektir. Bu konuda gönlünü ferah tut. Sen bunları düşüneceğine bundan sonra iki çocukla ne yapacaksın onun hesabını yapsan daha iyi edersin.
İstanbul’a döndüklerinde yüzünde güller açan Leylâ hanıma annesi:
-Hayırdır inşallah, çok neşeli görünüyorsun, ne oldu diye sordu. Leylâ hanım, Semih beyi işaret ederek:
-Damadına sor dedi, o sana her şeyi anlatsın.
Akşam üzeri okuldan dönen Zernişan’ı annesinin boynuna atlamaya çalışırken gören Semih bey bağırdı:
-Koca kız oldun artık, çocuk gibi davranma. Yoksa annen bebeği sonra eline vermez ha, ona göre...
Babasının söyledikleri üzerine annesinin ellerine bakan Zernişan:
-Anne, babam ne söylüyor, bana yeni bebek mi aldınız? diye sordu.
Yavaşça eğilerek kızının yanaklarından öpen anne:
-Hayır kızım, sana bebek almadık; canlı bebek getirdik dedi. Elini karnına koyarak: Sana kardeş geliyor. Dört ay sonra kardeşinle oynarsın!
Annesinin söyledikleri küçük kızı havaya zıplatmaya yetmişti:
-Yaşasın! diye bağırdı, şarkı söyler gibi bir sesle: Bana kardeş geliyor, bana kardeş geliyor...
Leylâ hanım, sorunsuz bir gebelikten sonra dünyaya bir oğlan getirdi. Semih bey için ömrünün en mutlu günleri başlamıştı. Hayırlı olsuna gelenlerin bebeğin gözlerine bakıp bu kez de:
-Bunun gözleri Zernişan’a benzemiyor! demeleri üzerine, Leylâ hanım:
-Allah’ın işine karışmayın siz; bu oğlan, Zernişan kız. İkisinin gözleri aynı olacak diye bir kanun mu var? diye ağızlarını kapattırdı.
-Adını ne koydunuz peki? sorusuna da:
-Babası adını: Yusuf koydu yanıtını verdi.
Evin her köşesine mutluluk havası sinmiş, Zernişan’ın sevinçten yerinde duramadığı günlerdi. Semih bey, bir akşam bebeğin beşiğini sallarken kendince ninniler uydurmaya çalışan Zernişan’a bakıp tebessüm eden eşine dönerek, günlerdir aklına takılan soru için:
-Hanım sormadan, rahat edemeyeceğim dedi. Sana bir şey sormak istiyordum...
Leylâ hanım gelecek soruyu sezmişti:
-Sakın bey dedi, sakın ha! Aklındaki soruyu biliyorum. Hiç sorma o soruyu, cevap veremem. Allah’ın gücüne gider sonra!
Semih bey, eşinin ağzından hiçbir zaman yanıtını alamayacağını anladığı sorusuyla yıllarca baş başa kalırken; Leylâ hanımın çocuklara davranışına bakarak da bir tahminde bulunamadı.
Mutlulukla geçen günlerin rüzgâr gibi aktığı söylenir. Zernişan’ın peşine takılan delikanlıların davranışları aile için rahatsızlık yaratan boyutlara varınca; Leylâ hanım bir akşam ortaokul üçüncü sınıfta okuyan kızıyla konuşmak zorunda kaldı:
-Kızım bu oğlanlara sen mi yüz veriyorsun böyle? Senin için kavga edenler babanın kulağına kadar gitmiş, adam küplere bindi! Böyle giderse baban seneye seni liseye göndermeyecek haberin olsun. Zernişan suçsuzluğunun verdiği güvenle gülümsedi:
-Anneciğim yemin ederim benim kimseye aldırdığım yok. Bu konuda tamamen masumum. Kendi kendilerine gelin güvey oluyorlar!
-Bak hele! Neler de öğrenmiş böyle? Demek: Kendi kendilerine gelin güvey oluyorlar ha... Kız, boyundan büyük işlere kalkışırsan baban o dilini koparır haberin olsun!
-Yemin ederim anne benim bir şeyden haberim yok. Okuldaki arkadaşlarım beraber ders çalışalım diye beni çağırdaklarında bile kabul etmiyorum. Ben bu evde kardeşim Yusuf’la çok mutluyum. Gözüm kimseyi görmez. Siz kendinize bakın. Yarın bir gün tutup da beni birisiyle baş-göz etmeye kalkışırsanız; ben o zaman bilirim ne yapacağımı!
Leylâ hanım kulaklarına inanamadı, gözünde hep yedi yaşındaki tatlı kız çocuğu olarak kalan Zernişan’ın söylediklerini hayretle dinledikten sonra:
-Kız sen ne zaman büyüdün de bu lafları öğrendin ha... diye çıkıştı. Merak etme seni dizimin dibinden ayıracak değilim. Yeter ki sen kimseye yüz verme! Zernişan kendinden emin bir halde:
-Yemin ederim anne kimseye yüz vermem dedi. Beni liseye de gönderirsiniz değil mi?
-Sözünde durursan baban seni liseye de gönderir.
-Peki ya üniversite?
-Bu sana bağlı, kimseyi peşine takıp gezmezsen üniversiteye de gönderir.
Leylâ hanımın annesi Nurbanu artan nefes darlığı şikayetleri üzerine bir gün Zernişan’ı yanına alarak özel bir polikliğe başvurdu. Eczaneden ilaçlarını alarak geri dönerlerken Yaşlı kadın içine doğmuş gibi:
-Kim bilir belki de bir daha görmek nasip olmaz yavrum, beni Sultanahmet meydanına, Ayasofya taraflarına götür dedi. Mekanı Cennet olsun rahmetli deden beni hep oralarda gezdirirdi. Gülhane parkını da görmek istiyorum.
Zernişan bir araba tutarak anneannesini Sultanahmet meydanına getirip istediği yerleri gezdirmeye başladı. Yokuş aşağı inerken bile nefes darlığı çeken yaşlı kadın Gülhane parkına geldiklerinde rastladığı ilk banka çöktü, birkaç kesik nefes aldıktan sonra gözlerini kapatıp arkaya yaslandı. Biraz dinlenen yaşlı kadın gözlerini açtığında karşısında ayakta duran Zernişan’a elini uzatarak:
-Gel yanıma otur şöyle dedi. Sana söylemek istediklerim var.
Yanına oturan Zernişan’ın elini bırakmadan konuşmaya başladı:
-Gerektiği kadar yaşadım yavrum dedi. Misafir olduğumu hissediyorum...
-Böyle konuşma anneanne, Allah ömür versin. İyileşirsin inşallah, bak ilaçlarını da aldık işte...
-Sözümü kesme yavrum. Dediklerimi iyi dinle. Sultan Süleyman altı yüz sene yaşamış da göçmeden önce sormuşlar: ’Bu dünyadan ne anladın diye?’ Ne cevap vermiş biliyor musun? ’-Dünya iki kapılı bir han demiş, dün şu kapıdan içeriye girdim; bu gün de bu kapıdan çıkıyorum!’ düşünsene: Altı yüz sene bir gün gibi gelip geçmiş. Şimdi bana soracak olsan yetmiş beş senelik ömrüm için ben de aynı şeyi söyleyeceğim. Neyse benim sana söyleyeceklerim başka, kulağını aç da beni iyice dinle:
İnsanın kaç yıl yaşadığı değil, nasıl yaşadığı önemlidir. Allah her kuluna mutlaka bazı nimetler verir. Sana da eşsiz bir güzellik vermiş. Şunu bil ki, güzellik bir kadının en büyük baş belâsıdır. Çünkü rahat bırakmazlar. Çok güzel olmayan bir kadın bu konuda bence daha şanslıdır; iffetini koruması zor olmaz, ama güzel bir kadın için öyle mi? Hem şeytan, hem de erkekler başına musallat olur. Zenginlik ve fakirlik gibi bir şey. Zengin olan bir kişinin hırsızlıkta bulunmaması daha kolaydır. Fazilet odur ki; fakirken, ihtiyacı varken hırsızlık yapmasın. Bir kadın için fazilet odur ki; güzelliğine rağmen iffetini korusun... Duyduğum kadarıyla erkekler şimdiden senin peşine takılmaya başlamışlar, sakın ola ki annenden babandan habersiz kendi başına bir şey yapmaya kalkışmayasın. Bir şey ilk kez oldu mu, sonu gelmez olur artık. Sakın ha, sakın kızım kimseye aldanmayasın! Zamanın değiştiğini görüyorum da, elimden bir şey gelmese de üzülüyorum işte!
Zernişan anneannesinin omuzuna yaslanarak:
-Bunları mı söyleyecektin dedi. Daha fazlasını annem de söylüyor. Hiç endişen olmasın. Sizleri üzecek bir şey yapmam. Söz veriyorum. Gönlünü ferah tut.
Yaşlı kadın sevgiyle torununa bakıp:
-Sana güveniyorum yavrum dedi. Soluklandım biraz, haydi sen şimdi beni parkta biraz dolaştır, sonra eve götürürsün.
Zernişan ortaokuldaki başarısını lisede de sürdürdü. Genç kızın eşsiz güzelliğine rağmen sakin geçirdiği lise yıllarının, fırtına öncesinin sessizliği olabileceğini kimse aklından geçirmemişti!
( Üçüncü bölümün sonu )
YORUMLAR
İnsanın kaç yıl yaşadığı değil, nasıl yaşadığı önemlidir. Allah her kuluna mutlaka bazı nimetler verir. Sana da eşsiz bir güzellik vermiş. Şunu bil ki, güzellik bir kadının en büyük baş belâsıdır. Çünkü rahat bırakmazlar. Çok güzel olmayan bir kadın bu konuda bence daha şanslıdır; iffetini koruması zor olmaz, ama güzel bir kadın için öyle mi? Hem şeytan, hem de erkekler başına musallat olur. Zenginlik ve fakirlik gibi bir şey. Zengin olan bir kişinin hırsızlıkta bulunmaması daha kolaydır. Fazilet odur ki; fakirken, ihtiyacı varken hırsızlık yapmasın. Bir kadın için fazilet odur ki; güzelliğine rağmen iffetini korusun...
ne güzel bir ailenin o yavruları almaları bir taşla iki kuş misali hem kadın cocukların katili olmadı hemde bir ailenin mutluluğuna vesile olundu...eyvallah degerli hocam yürekten saygılar...