- 1334 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Zer/nişan
BİRİNCİ BÖLÜM.
Gök yüzünde uçuşan beyaz tüylü birkaç bulut parçası öğle saatlerine doğru, mayıs ayının gülümseyen güneşine yenik düştü. Uludağ’dan başlayan lekesiz, engin mavilikteki büyülü tül, Bursa’yı aşarak ovanın hafif sisli ufkuna ulaşırken; Setbaşı köprüsünün altında zümrüt çimenlerin üzerine çiçeklerle bezenmiş halı desenli canlı tablo ve çevresini fersiz gözlerle süzen genç kız, iklim, tarih ve sevginin mirası eşsiz güzellikleri görebilecek halde değildi. Yeşilin bin bir tonunu gergefine işleyen Uludağ’ın görkemi ve adını yeşil sıfatından alan Yeşil semtinin sihirli çekimine kayıtsız kalmıştı. Sevgi, sabır ve hünerin ipek dokusuna ilmek ilmek işlendiği, sanatla bütünleşen bu büyülü şehrin; görünmez bütün yükü sanki omuzlarına yüklenmiş gibi yorgun görünüyordu.
Son umut ve cesaret kırıntılarını toplayarak aklına takılan iki katlı binaya tedirgin adımlarla yürüdü. Günlerdir cesaret edemediği merdivenleri ürkek adımlarla çıktı. Titreyen elinin uzandığı kapının zili, kendisini yeniden yaşama bağlayacak son şans olabilirdi.
Kapıyı genç ve güler yüzlü bir hemşire açtı. Solgun yüzlü genç kızı kısaca sürdükten sonra:
-Hoş geldiniz hanımefendi, randevunuz var mıydı? diye sordu.
Zorlukla ayakta durmaya çalışan genç kız:
-Hayır, randevum yoktu dedi. Doktoru mutlaka görmem lâzım!
Hemşire kısa bir tereddütten sonra:
-Hocamız dışarı çıkmak üzereydi, gene de bir görüşün isterseniz, diyerek genç kızı içeri aldı.
Doktor, çantasını hazırlamakla meşguldü. Hemşirenin:
-Hocam, bu hanımefendinin randevusu yokmuş, sizinle görüşmek için ısrar etti de... demesi üzerine başını kaldırıp:
-Biliyorsun, benim acele çıkmam lâzım. Randevu ver iki gün sonra gelsin dedi.
Doktorun, hemşireye verdiği yanıtla son umut ışığı da sönmeye yüz tutan genç kızın; odadaki ilaç kokusuyla donuklaşan gözleri, derin bir boşluğu süzüyormuş gibi sabitlendi. Kızın sendelenmekte olduğunu gören hemşire koluna yapışsa da yere düşmesini engelleyemedi.
Doktor, çantasını bırakıp telaşla kızın bileğini tuttu. Hemşireye bakarak:
-Senkop! dedi, yardım et muayene masasına alalım. Bayılan genç kızı muayene masasına aldılar. Hemşire hemen hastanın tansiyonunu ölçtü. Endişeli bir sesle:
-Hocam, pulsasyonu zor alıyorum dedi. Sistolik kan basıncı altıyı zor buluyor.
Parmaklarını hastanın boynuna tutan doktor:
-Bayılmış sadece, endişe etme! dedi. Hemen bir izotonik takmalısın.
Hemşire, yılların verdiği deneyim ve soğuk kanlılıkla kısa sürede serumu hastanın koluna takıp damla sayısını ayarladı. Baygın hastayı bir müddet süzdükten sonra doktora gülümseyerek:
-Hocam, kızın kirpiklerini gördünüz mü? diye sordu, ne kadar uzun, sanki Kudret’ten sürme çekilmiş gibi...
Doktor önemli randevusuna yetişemeyecek olmanın sıkıntısı içindeydi. Hastayı bu halde bırakıp gitmeye de gönlü razı olmamıştı. Hemşirenin sözlerine:
-Siz hanımların mesleği ne olursa olsun, her zaman insanî yönü ve kadınlık duyguları ön plâna çıkıyor! yanıtını verdikten sonra düşünceli bir yüz ifadesi ile odasından ayrıldı.
Yarım saat kadar sonra gözlerini aralayan hasta, baş ucundaki hemşireye, koluna takılan serum ve çevresine şaşkın şakın bakarak, kısık bir sesle:
-Ne oldu bana? diye sordu. Bir ilaç kokusu duymuştum, ne oldu?...
Hemşire güven veren sesiyle:
-Üzülmeyiniz! dedi, sadece bayıldınız. Bak işte şimdi kendinize geliyorsunuz. Endişe etmeniz için bir sebep yok, doktorunuz da burada. Sizi bu halde bırakıp gitmedi.
-Doktor burada mı?
-Burada, endişe etmeyiniz diye sözlerini tekrarladı. Serumunuz bitsin kendisiyle görüşürsünüz. Şimdi kendinizi hiç yormayınız. Sakin olun ve dinlenmenize bakın.
Olağan koşullarda iki saatte verilecek serumu, bir saatten daha az bir zamanda hastaya veren hemşire, serumu çıkardıktan sonra hastayı, beş dakika kadar oturup beklemesi ve aniden ayağa kalkmaması konusunda uyararak, doktora haber vermeye gitti.
Odasına dönen doktor, sitem cümlesiyle söze başladı:
-Tam da bayılacak yeri ve zamanı buldun, şimdi şu koltuğa geç ve anlat bakalım, adın ne senin?
-Figen...
-Böyle sık sık bayılır mısın?
-Hayatımda ilk kez bayıldım hocam, daha önce hiç olmamıştı.
-Ne oldu peki, aç mıydın?
-İki gündür bir şey yemedim hocam, dün akşam içtiğim bir bardak çayla duruyorum.
-Talebe misin?
-Eğitim enstitüsü birinci sınıfta okuyorum.
-Problem nedir peki, buraya niçin geldin?
Figen’in sözle yanıtlayamadığı bu soruya göz yaşlarıyla verdiği yanıt, doktorun ses tonunun yumuşamasıyla karşılık buldu:
-Sana yardımcı olmamı istiyorsan, problemin neyse çekinmeden söyle
-Hocam problemin büyük! Ya beni kurtarırsınız, ya da ben bu hayata veda ederim. Başka bir alternatifim yok!
Doktor ön sezisinde yanılmıyordu, hemen konuya geçmek istiyordu:
-Nişanlı mısın?
-Sözlüydüm, nişanlanmayı beklerken ihanete uğradım.
-Nerede kalıyorsun, yurtta mı?
-Mesken’de üç kız arkadaş aynı evde kalıyoruz.
-Problemini arkadaşların biliyor mu?
-Hayır, sadece sözlümle aramızın bozulduğunu biliyorlar, bu sabah da evden memleketime gideceğim diyerek ayrıldım. Buraya gelmem hiç de kolay olmadı. Çok çekindim.
-Son adetini ne zaman gördün, tarihini hatırlıyor musun?
Figen, doktorun muayeneye gerek bırakmadan tanıyı sağlayan sorusuna başını öne eğerek yanıt verdi:
-Beş ay kadar oldu hocam!
-Sözlün kim peki, ne işle meşgul?
-Adı: Tayfun. Kapalı çarşıda mağazaları var, Çekirge’de oturuyorlar.
-Madem ki sözlündü, peki nişanlanmaktan niçin vaz geçti.
-Bilemiyorum, Belki de zenginliğine güveniyordur. En son bir hafta önce gördüğümde yanında uzun boylu, kot pantolon giymiş bir kız vardı. Belki de o kızın yüzünden...
Doktorun aldığı yanıt karşısındaki hoşnutsuzluğu yüzündeki ifadeye yansıdı. Dakikalarca süren sessizliği kahve tepsisi ile içeri giren hemşire bozdu:
-Hocam kahvenizi buyurun.
Doktor, elini fincana uzatırken hemşireye:
-Figen’e kahve verme dedi, iki gündür bir şey yemediğini söylüyor, sen şimdi O’nu al ve yemeğe götür, karnını bir güzelce doyursun. Dönüşünüzde kahvelerinizi beraber içersiniz. Figen, uçuruma düşmek üzereyken tutunacak dal bulan bir kazazadenin umuduyla doktorun yüzüne bakıp:
-Yardım edeceksiniz değil mi? diye sordu. Doktor tebessümle:
-Sen git önce şu karnını bir doyur da gel, dedi. sonrasını birlikte düşünürüz.
Hemşire:
-Gel bakalım, diyerek Figen’in omuzuna elini koydu. Karşıda İskender kebabı yapıyorlar, seni oraya götüreyim. Umarım beğenirsin.
Doktor yarım saat kadar düşünüp durdu, bir karara varamamıştı. Hayat merdiveninin daha ilk basamaklarında boyutunu aşan bir sorunla karşılaşan öğrenciden yardımını esirgemeye gönlü razı olmasa da; sonradan çıkabilecek sorunları düşünüyordu. Olayın bütün boyutlarını akıl süzgecinden geçirip mantıkî bir karar vermeliydi.
Yemekten dönüşü Figen’i kendi odasına alan hemşire:
-Sizi biraz yalnız bırakacağım, dedi. İsterseniz bu arada gazetelere göz atarsınız. Ben doktorla bir görüşeyim, eğer müsaitse sizi yanına götürürüm. Bu arada kimliğiniz yanınızdaysa verir misiniz, doktor görmek isteyebilir.
Figen’in okul kimliğini alarak doktorun adasına girerek kapıyı örttü. Kimliği inceleyen doktor:
-Bize ileride problemler yaratabilir dedi. Durumu nasıl?
-Hocam bence yalan söylemiyor, zaten yalan söyleyecek hali de yok... Düşündüğü tek şey gebelikten bir an önce kurtulmak. Bu imkânı bulamazsa kesinlikle intihar edeceğini söylüyor. Aklını teleferiğe takmış, Kendisini teleferikten atacağını söylüyor. Bence bu konuda kararlı da görünüyor.
-Hemen karar verilebilecek bir konu değil, her şeyi en ince detayına kadar öğrenebilirsek, o zaman daha sağlıklı bir karar verebilir, belki kendisine yardımcı olabiliriz. İstersen bu akşam sende misafir kalsın. Çok yakın davran, konuştur. İşin mahiyetini öğrenmeye bak.
-Siz nasıl uygun görürseniz hocam, kıza zaten kanım da kaynamıştı.
-Peki o zaman, getir de şununla bir konuşalım.
Hemşire güler yüzüyle Figen’in yanına geldi:
-Bundan sonra bana Feride abla dersin, tamam mı? Hocamız şimdi seninle görüşecek ancak sana bir tembihte bulunayım: Sakın sorduğu hiçbir soruya yalan cevap vermeye kalkışma. Hocamız, insanın içini okur... Dürüst ol ki sana yardım etsin. Şu kafandan en ufak bir cinlik geçirirsen yardımı mardımı unut tamam mı? Sadece dürüst ol!
-Abla, Allah sizden razı olsun. Nasıl dürüst olmam... Bana kaybedeceğim hayatımı geri bağışlıyorsunuz. Ömrümce unutur muyum?
-Tamam, şimdi seni hocamızın yanına götüreyim.
Doktor, aklında tasarladığı soruları Figen’e tek tek sordu ve yanıtlarını sabırla dinledi. Her soruyu içtenlikle yanıtlayan Figen’e:
-Durumu gayet iyi anlıyorum. Sana yardımcı olabiliriz ancak bunun için sana kayıtsız ve şartsız güvenmemiz gerekiyor, olur da ileride şartlar değişirse bizi zor durumda bırakmayacağına emin olmalıyız. Durum senin sandığın kadar kolay değil. Öncelikli tehlike beş aylık belki de daha fazla bir gebeliğin sizin de hayatınızı tıbben riske atabileceği gerçeğidir. Bunun kadar önemli bir sorun daha var: Söz konusu aile ileride belki de bebeğin âkibeti araştırabilirler. O zaman da kendimizi senin şu anda aklına dahi getiremeyeceğin problemlerin içinde buluruz. İsterseniz başka bir yere de başvurabilirsiniz. Benim fikrimi sorarsan bu meselenin en uygun çözümü, senin sözlün ile konuşup anlaşmandır. En kısa zamanda evlenirsiniz. Ne senin sağlığın tehlikeye atılmış olur, ne masum bir cana kıymış olursunuz ne de ileride şu anda aklına gelmeyen ancak çıkması muhtemel problemler çıkar...
-Hocam denedim! Defalarca ayağına kadar gittim, ağladım, yalvardım... Hiçbir faydası olmadı. Üstelik bana kötü bir insanmışım muamelesi yaptı. Zaten şu anda başka bir kızı ağına düşürmekle meşgul! O’nun suratını bir kez daha görmektense ölmeyi tercih ederim. Tek şansım sizsiniz hocam. Günlerce muayenehanenizin önünde dolaşıp durdum. Buraya gelmem kolay mı oldu sanıyorsunuz. O bana acımadı, siz acıyın hocam. Ben öldükten sonra annemin ne kadar üzüleceğinden emin olmazsam sizin yardımızı da talep etmez çoktan intihar ederdim. Çıkış yolum yok. Bana sadece siz yardım edebilirsiniz. Yeminle söylüyorum, ne kadar para lâzımsa fazlasıyla veririm. Hiç yemem, içmem paranızı veririm. Uçurumun kenarındayım hocam, elinizi uzatın n’olur...
Figen’in içtenlikle söylediği sözler üzerinde bir süre düşünen doktor:
-Peki o zaman, akşama doğru Feride hanım seni kendi evine götürüp birkaç gün misafir etsin. Bu arada iyi beslenmeye bak. Baksana ayakta dururken bayılıyorsun. Bu halinle hiçbir müdahaleye dayanamazsın. Dediklerimizi harfiyen yerine getirirsen bu işten kârlı çıkarsın. Feride hanımın sözünden dışarı çıkma...
-Yardım edeceksiniz değil mi?
Doktorun sözlerini keser gibi gelen bu sorusu üzerine Feride hanım Figeni bileğinden yakalayıp çekti:
-Daha nasıl bir yardım talep ediyorsun, hocamızın dediklerini duydun işte... Ayağa kalk, benimle gel! diye çıkışmış gibi göründü. Doktora dönerek: Hocam müsadenizle... diyerek Figen’i kendi odasına götürdü.
Akşamın alaca karanlığında bir araba tutan Feride hanım Figen’i, Altıparmak caddesinde bakımlı bir binaya götürdü. Kimseye görünmek istemeyen telaşlı bir hali vardı. Üçüncü katta, ana caddeye manzaralı sevimli dairesine aldı. Akşam yemeğinin hazırlığı için dışarı çıkarken, Figen’in sebebini anlamakta güçlük çektiği bir uyarıda bulundu:
-Pencerelerin önünde fazla görünme, dedi. Senin bu evde olduğun bilinmesin! Ben evde yokken fazla gürültü etmemeye de gayret göster.
Akşam yemeğinden sonra sofrayı beraber topladılar. Feride hanım misafirine çay ikram ettikten sonra söze başladı:
-Bak, önce ben anlatayım. Hocamız İstanbul’da fakültede çok başarılı bir uzman doktordu. Özellikle infertilite konusunda başarılı çalışmaları vardı. Tam doçent olmak üzereyken üniversitelerde başlayan ideolojik gruplaşmalar akademik tercihlere yansıyınca, hoca haksız bir tutumla karşı karşıya kaldı ve çok kırıldı. Zaten kendin de zamanla göreceksin ki; sevgi üzerine kurulu bir dünyası var, haksızlığa tahamülü yoktur. Uzatmayalım: Hocamız fakülteden ayrılma kararını verince hepimiz çok üzüldük. Aynı serviste yıllarca beraber çalışmıştık. Ben de görevimi bıraktım. Kader birliği yapıp Bursa’ya gelip bu muayenehaneyi açtık. Hocamız para düşkünü birisi değil, istese başkasının bir yılda kazanacağı parayı bir ayda rahatlıkla kazanırdı. Ancak o bilim, hizmet ve sevgiyi ön planda tuttu. Buraya gelmesine de daha önce buraya gelip yerleşen arkadaşları vesile oldu. Kendisi de az ileride Kültürpark var, oraya yakın bir dairede oturuyor. Şimdi sen anlat. Bursa’ya gelişini, geldikten sonra neler yaşadığını, sözlünle tanışmanı ve aranızda geçenleri açıkça anlat. Bir şey saklamadan ve karanlık bir nokta bırakmadan anlat ki; yaşadığın acıları ve sebebini bilirsek sana daha çok yardımcı oluruz.
Figen, Feride hanımın anlattıkları can kulağı ile dinledikten sonra:
-Anlatayım abla, dedi her şeyi anlatayım. Dinlemekten sıkılmazsın değil mi?
-Gece uzun, endişen olmasın dedi. Dinlemekten sıkılmam... En başından itibaren, hiçbir şeyi saklamadan uzun uzun anlatmaya başla!
-Peki abla, anlatayım... diyerek söze başladı:
***
Her şey Üniversiteler arası seçme sınavı sonuç belgesinin gelmesiyle başladı. Uzun beyaz bir zarf içinde uçuk pembe renkli bir belgeydi. Bursa Eğitim Enstitüsü gündüz bölümünü kazanmıştım. Dört yüzü aşan ağırlıklı fen puanım aslında bazı tıp fakültelerini kazanmam için de yetiyordu ancak merkezi yerleştirme ve hatalı tercihimden dolayı burayı kazanmıştım. Uçuk pembe renkli sonuç belgesini çok anlamlı bulmuştum. Kazanamayan adayların hayallerinin uçup gitmesini; kazananların da pembe hayallerine aralanan bir kapının sembolüydü sanki. Benim için ikisinin arası gibi bir şey...
Manisa’dan gece otobüsle yola çıktım. Şafak sökmeden Bursa’daydım. Enstitüye erken saatlerde geldim. İkinci katta kayıt bürosu vardı. Kaydımı yapacak görevliye belgelerimi uzattığımda önündeki listenin en üst sırasındaki ismimin yanına artı işaretini koyduktan sonra müdür yardımcısı olduğunu söyleyerek beni tebrik etti.
Kaydımı tamamladıktan sonra kalacak bir yerim olup olmadığını sordu. Bizim liseden geçen yıl Bursa’yı kazanan Hülya isminde bir ablamız vardı. Babasından adresini almıştım. Onun yanında kalacağımı belirttim.
Hülya ablam, iki kız arkadaşıyla birlikte Mesken’de ev tutmuşlardı. Onların yanına gittiğimde öğrendim ki; Hülya abla geldiği yıl bir kuyumcu ile nişanlanmış ve birkaç gün sonra düğünü vardı. Beni görünce çok sevindi. Odasını eşyaları ile birlikte bana bıraktı. Hatta giderken televizyonunu bile almadı. Çok şanslı olduğumu sanıyordum.
Birkaç ay sonra yağmurlu bir günde okuldan eve yürürken Ertuğrulgazi tabelasını henüz geçmiştim ki. bana bu kâbusu yaşatan Tayfun arabası ile peşime takıldı. Gideceğim yere beni götürmek istediğini belirterek arabasına binmemi istedi. Kabul etmesem de peşimi bırakmadı. Beni eve kadar takip edip kaldığım yeri öğrendi.
Ondan sonraki günler de peşimi hiç bırakmadı. Enstitüden çıkarken, eve gelirken, Mesken’de, Davutkadı pazarında her yerde peşimdeydi. Sürekli beni farklı bulduğunu ve benimle evlenmek niyetinde olduğunu söylüyordu. Ben başlangıçta inanmadım. Ne zaman ki beni ailesi ile tanıştırmak istediğini, söz yüzüklerini almamız gerektiğini söyleyince inanıp arabasına bindim. Söz yüzüklerimizi aldıktan sonra beni arabasıyla Mesken’e eve kadar kadar getirip bırakırken, pazar günü beni ailesiyle tanıştırmak için almaya geleceğini söyledi.
Üç gün sonra da gelip ikindi üzeri beni evden aldı. Çekirge’deki evlerine götürdü. Evde o an sadece hizmetçi bir kadın vardı ve yemek hazırlığı yapıyordu. Bana evi gezdirirken çok mutlu görünüyordu. Anne ve babasının alışverişte olduğunu birkaç saate kadar geleceklerini bunun için hazır olmam gerektiğini söyledi. Çok heyecanlıydım. Bana banyoyu gösterip, yemekten önce banyo yapmamı ve bakımlı görünmemi sitedi. Ben kabul etmeyince anlayışla karşılayıp yemek masasına götürdü. Hizmetçi kadını bir daha göremedim. Yemekte heyacanımı farkedip beni yatıştırmak için bir kadeh viski içmemi istedi. Ben bu isteğine de direnince çok üzülmüştü. Kendisini kırmamamı rica ederek kola içine yarım kadeh viski koydu. Ömrümde ilk viskiyi o evde içtim.
Viskili kola ateş suyu gibi boğazımdan aktı. Yaşaran gözlerimi saklamaya çalıştım. O anda Kızılderililerin içkiye niçin ’Ateş suyu!’ adını verdikleri sorusu aklıma takıldı ve güldüm. Niçin güldüğümü sordu, söyledim. Neşeli bir tavırla.’Haydi Kızılderililerin şerefine içelim, Apaçi aşkına!’ deyip kadeh kaldırmamı istedi: ’Senin kadehinde fazla viski yok, bir şey olmaz!’ diye endişemi gidermeye çalıştı. İkinci yudum da ilkini aratmadı, yine gözlerim yaşarmıştı.
Bu arada Kızılderililerle ilgili birkaç fıkra anlattı. Çok hoş sohbet ediyordu. Aklım, anne ve babasının gecikmesine takılmıştı. Dayanamadım sordum. ’Gelinlerine alacakları kıyafet ve takıları seçmekte zorlanıyorlardır! Bir kaç saate kalmaz burada olurlar... dedikten sonra, aklına aniden gelmiş gibi: İster misin onlara asıl sürprizi biz yapalım? diye sordu.’ Cevabımı beklemeden söz yüzüklerimizi çıkardı, elimi tutup öptükten sonra söz yüzüğümüzü parmağıma kendisi taktı. Çok duygulandığımı görünce, önümdeki yarısı boşalmış kadehi işaret edip: ’Haydi ömür boyu sürecek beraberliğimiz ve mutluğumuza içelim! dedi.’
Benim kadehimi bitirmediğimi görünce itiraz etti:
’Sakın ha!... Mutluluğa ve ömür boyu sürecek beraberliklere kaldırılan kadehler yarım bırakılmaz. Hepsini bir kerede içeceksin.’
Nasılsa bir şey olmuyor diye kadehimde kalan son iki yudumu da içtim. Boşalan kadehime tekrar kola ve ilkinden daha fazla viski dökerken sordu: ’Biz nişanlandıktan sonra da okuluna devam etmeyi düşünüyor musun?’ sorusuna: Okulumu yarım bırakmayacağımı, mutlaka bitirmem gerektiği cevabını verdim. ’Bu konudaki tercihine ben ve ailem saygılı davranırız.’ diye söylediklerimi onayladı.
Her konuda konuşacak bir şeyler bulup beni güldürmeye çalışıyordu. Bu arada yabancısı olduğum yemeklerden tatmamı istiyordu. İçkinin ikinci kadehin nasıl boşaldığının pek farkına varamadım. Bir ara aniden ayağa fırladı: ’Sakın yerinden kıpırdama, annemler geldi sesini duydum, diyerek dışarı çıktı. Kısa bir süre sonra da dışarıdan Tayfun’un bağırmasını duydum. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı: ’Olur mu ya baba, olur mu? Hem de böyle bir gecede... Nasıl unutursunuz ya? Geri dönün, gidip hemen alıp gelin!’ diye yüksek sesle babasına sitem ediyordu.
Elinde kırmızı kurdela ile süslenmiş, mavi kadifeden bir takı kutusu ile içeri geldi, suratı asılmıştı! Dayanamadım, ne olduğunu sordum. Elindeki kutuyu yemek masasının yan tarafına bırakarak hayal kırıklığına uğramış bir sesle: ’Takıyı alırken sana aldıkları kıyafetleri kuyumcuda unutmuşlar! Geri gönderdim. Böyle bir gecede bize bu yapılır mı ya...’
Sinirli bir hareketle elini yine viski şişesine uzattı. Bu kez kadehime yarıdan fazla viski üzerine az miktarda kola döktü.
’Gel de içme arkadaş şimdi...’ diyerek kadehini kaldırdı. Gözlerimin içine bakıp: Üzülme hayatım, bir saate varmaz dönerler. Dilerim kuyumcu dükkanı kapatmamış olsun, haydi şerefe!’ Bana ilk kez ’Hayatım!’ demişti.
Beklenmedik bu tersliğe Tayfun kadar ben de üzülmüştüm, O üzüntüyle içki dolu kadehi bir dikişte yarıladım. Tayfun masada ağırlaşan havayı dağıtmak için elini hediye kutusuna uzattı: ’Bakalım annemler müstakbel gelinlerine ne hediye almışlar?’ diyerek hediye paketinin kurdelasını çözdü. Kutu içinde ışıl ışıl parlayan pırlanta gerdanlığı gözlerime tutarak: ’Vah canına... Şuna bakın hele, annemle babam gök yüzündeki bütün parlak yıldızları gelinleri için yere indirip bu kutuya hapsetmişler... Bir an önce gelseler de gelinlerin boynuna kendileri taksalar... İşte asıl şimdi buna içilir... Haydi sevgilim şerefe!’
Benim, o gece Tayfun’un söylediklerinden hatırlayabildiğim son sözleri bunlar işte! Kadehimde kalan içkiyi de bu sözlerden hemen sonra bitirdiğimi hatırlıyorum.
Gözlerimi açtığımda gördüklerim, beni uykudan uyandıran kâbusa rahmet okutur cinstendi: Tayfun’un yatağındaydım ve kirletilmiştim, kendimden utandım! Tayfun’un iğrenç horlamasına sessiz göz yaşlarım eşlik etti. Yarım saat kadar sonra horlaması kesilince uyandığını anladım. Başım çatlayacak gibi zonkluyordu, kolumu kıpırdatacak mecalim kalmamıştı. Sessiz sessiz ağlamakta olduğumu görünce: ’Ağlayacak ne var ki sevgilim, dedi. nasılsa olacaktı!’ O anda boğazım düğümlenmese kim bilir neler haykıracaktım. Anladım ki en büyük acılarda insanın boğazı düğümleniyor, gıkı bile çıkamıyordu!
Beni banyoya taşıdı, musalla taşındaki cansız cesetten farksız bedenimi aklınca kirinden arındırmaya çalıştı. banyodan sonra kıpırdayamadığımı görünce beni kucağında günah yatağına götürüp uzattı. Kurulayıp giyenmeme yardım edeceğini umarken; hiçbir genç kızın sevgisiz ve nikahsız yaşamak istemeyeceği günah anını yaşattı bana. Kişiliğim parçalandığı, ruhumun derinden yara aldığı o saatleri yaşamaktansa; hiç yaşamamayı tercih ederdim.
Öğleye doğru beni Mesken’e bırakır bırakmaz geri döndü. Bütün gece merakla beni bekleyen arkadaşlarımın sorularına cevap verebilecek halde değildim. Sadece parmağımdaki pırlanta yüzüğü gösterip uyumak istediğimi söyledim.
Bir gün devamsızlık yaptığım okula ertesi gün gittiğimde, müdür yardımcımız önümde durdu. Yüzündeki güzelliği, kâlbindeki güzellikle yarışan çok değerli bir hocaydı: ’Tatlım sen çok solgun görünüyorsun, dün okula da gelmemişsin, bir problemin mi var?’ diye sordu. Hakikati gözlerimden okur korkusuyla yüzüne bakamadım. Rahatsız olduğumu söyedim, anlayışlı davrandı üstelemeden: ’Gene de yardımımızı gerektiren bir problemin olursa çekinmeden söyle, dedi. ’Teşekkür ederim hocam, sağ olunuz, diyerek sınıfa girdim.
Bir hafta sonra Tayfun beni almaya geldi. Evlerine geldiğimizde bahçıvanın bana acıyarak bakan gözleriyle tedirgin oldum. Anne ve babasından eser yoktu. Sorduğumda: ’Olmadıkları daha iyi... dedi. Rüya gibi bir gün ve gece bizi bekliyor!’ Bir hafta boyunca içimi kemiren kuşku, hakikatin acı bir tokadı gibi yüzüme patlamıştı, oyuna getirilmiş, kandırılmıştım.
Bu evde kalamam diye yürümek isterken koluma yapıştı. kolumu bırak! diye bağırak kendimi dışarı attım. Peşimden koşarak beni bahçede yakalayıp içeri sürüklemek istedi. Olan gücümle bağırdım. Merakla koşup gelen bahçıvanı görünce sert bir şekilde adamı azarladı: ’Sen karışma! işine bak...’ diye bahçıvanı uzaklaştırmak istedi. o arada ben bahçe kapısından yola fırladım.
Peşimi gene bırakmadı: ’Sevgilim, niçin böyle davranıyorsun. sözlüm değil misin?’ diye elimi tutmak istedi. Sözlüler böyle mi yapıyor diye sordum. Beni bu şekilde bir daha göremeyeceğini yüzüne haykırdım. Annen ve babanı almadan bir daha kapımı çalma dedim. Benim anne ve babasını telâfuz etmemle sanki bütün cinleri tepesine üşüştü. Saygısız bir tavırla: ’Senden başka kız mı yok? Defol şimdi, Cehennem’e kadar yolun var, gözüm görmesin seni. Böyle zırcahiller de...’ Parmağımdan çıkarıp yüzüne fırlattığım yüzük sözlerini tamamlamasına meydan vermedi. O yüzüğü bulmanın telaşın düşerken, koşarak uzaklaştım. Birkaç defa geriye dönüp baktım, peşimi bırakmıştı.
Hıçkırık ve pişmanlıkla yürürken bir araba önümde durdu, Bakımlı ve güzel bir kadın: ’Tatlım, lütfen bakar mısınız? diye seslendi, durdum. Yanıma gelince: ’Canım, siz ağlıyorsunuz!’ diyerek yüzüme hayret ve merakla baktı. Elimi tutarak: ’Lütfen izin verin sizi gitmek istediğiniz yere kadar götüreyim.’ Beni ön koltuğa oturttu, araba hareket ederken sordu: ’Sizi nereye götürmemi istersiniz?’ Mesken’de oturduğumu beni oraya bırakmasını rica ettim. Yumuşak bir sesle: ’Sizi üzen bir şey mi oldu, anlatmak ister misiniz, belki bir faydam dokunur.’ Teşekkür ederim, bir şey sormayınız lütfen dedim. ’Özür dilerim, bir art niyetim yoktu, bağışlayınız lütfen!’ dedikten sonra, Meskene gelinceye kadar bana başka bir şey sormadı. İneceğim yeri söylediğimde bana kartını uzattı. Bir problemim olursa aramamı istedi. Kartını alıp teşekkür ederek indim.
İki ay boyunca Tayfun’dan bir ses seda çıkmadı. Ben de kendisini aramayı düşünmüyordum. Ne zaman ki hamile kalmış olabileceğim kuşkusuna kapıldım, işte o zaman işler değişti. Üçüncü ayda mecburen mağazalarına gittim. durumumu Tayfun’a anlatıp yardımcı olmasını istedim. ’Başının çaresine kendin bakacaksın! diye beni azarladı. Onu beni reddederken düşünecektin...’ Beni istemeye geldiniz de sizi mi reddettik? diye sorduğumda, daha da hiddetlendi: ’Beni bu işe bulaştırma, ne malum karnındaki veledin benden olduğu! diye hakaret etmekle kalmadığı gibi; buralarda fazla ayak altında dolaşıp durma, yoksa başına bir kaza gelir, belki de buraya gelmeye yeltenirken yolda bir trafik kazasına falan kurban gidersin!’ diye tehditler savurdu. Çaresiz geri döndüm.
On gün önce görüşmeye gittiğimde son noktayı koydu: ’Defol, seni bir daha gözüm görmesin!’ En son bir hafta önce yanında uzun boylu, kot pantolon giymiş bir kızla beraberken gördüm, yanına gitmeye cesaret bulamadım. O’nun dediği gibi başımın çaresine kendim bakmalıydım. Üç gündür hayat ile ölüm arasındaki ince köprüden düşmemeye çalışıyorum. Muayenehaneye bunun için gelmiştim. Gerisini biliyorsun...
***
Feride hanım, anlatılanları dikkatle dinledi. Aklına takılan iki soru vardı. Figen’in ıslak ve uzun kirpiklerine bakarak sordu:
-Karanlıkta kalan iki nokta var, onların da cevabını ver! Figen endişeli bir sesle:
-Her şeyi anlattım ablacığım. Yemin ederim sakladığım hiçbir şey yok.
-Sana inanıyorum, yalnız bir iki noktayı aydınlığa kavuşturmamız lâzım. Birincisi: O gece Tayfun’un dışarı çıkıp sözde sana aldıkları giysileri kuyumcuda unuttukları için anne ve babasına bağırdığını anlattın. Peki anne ve babasını hiç gördün mü, nasıl insanlar?
- Ne annesini ne de babasını hiç görmedim.
-Peki, Tayfun’un sesini duyduğunu söylüyorsun; annesinin veya babasının sesini hiç duydun mu, Tayfun onlara bağırırken onlar ne cevap verdiler?
-Duymadım, annesi de babası da hiçbir cevap vermeden gittiler.
-Hiç mi?
-Hiç...
-Biliyor musun sen düşündüğümden de safmışsın. Annesi ve babası o gece hiç gelmediler! Allah bilir belki Bursa’da bile değillerdi.
-Abla hediye paketindeki pırlanta gerdanlığı kim getirdi öyleyse?
-Hiç kimse getirmedi, o da oyunun en önemli parçasıydı. Annesinin takısıydı. Üzerindeki kurdelayı da kendisi gündüzden hazırlamıştır. Kim bilir senin gibi saf ve iyi niyetli kaç kızı böyle tuzağa düşürmüştür. Sana sergilediği tiyatro oyunundaki rolünü de çok iyi oynamış. Çok kurnaz olduğu senin hâlâ bu oyunun farkına varamamış olmandan da belli olmuyor mu?
-!........
-Görüyorsun oyun tutmuş, aktörü çok yetenekli!
Figen söyleyecek söz bulamadı, belki de ömrünün sonuna kadar karanlıkta kalacak acı gerçek Feride hanım yaşam deneyimi ile bir anda aydınlatmıştı.
-Gelelim ikinci meseleye: Seni şu yoldan alıp Mesken’e arabası ile götüren kadın... O’nu bir daha gördün mü?
-Hayır, hiç görmedim.
-Sana verdiği kartı ne yaptın, O’nu hiç aradın mı?
-Verdiği kartı yırtıp un ufak ettim, eve girmeden yola fırlattım.
-Niçin yırttın peki, belki sana bir faydası dokunurdu.
-Benim dünyam yıkılmıştı abla, kartı görecek halde miydim ki...
-Kartın üzerinde ne yazıyordu?
-Hiç bakmamıştım bile, kimin kartıydı, ne yazıyordu bilemiyorum.
Feride hanım, öğrenmek istediklerini eksiksiz öğrenmişti. Figen’in omzuna elini atarak:
-Bu gece benim yatağımda yatarsın, Bebeğinle güzel bir uyku çekmeye bak, dedi. Merak etme yatağım temiz ve rahattır. Yarın yan odada sana yeni bir yer yaparız. Ben bu gece kanepede uyurum... Sabah sen uyandığında ben işe gitmiş olurum, Kahvaltını yaparsın. Kendi evin gibi rahat et, hiçbir şeyden çekinme. Ben öğle arası bir fırsat bulursam uğramaya çalışırım. Olur da kapının zilini çalan olursa, evde kimse yokmuş gibi davran. Ben geldiğimde zaten kendi anahtarımla açarım. Yarın, Sedat hocamızla görüşür ne karar verdiğini sana söylerim; ancak şu kadarını söyleyim ki, sen kendini iyice toparlamadan bir müdahalede bulunmaz. Onun için iyi beslen ve dinlen. Zaten hamilelerin çok uykusu gelir. Haydi, şimdi kalk seni yatağına götüreyim.
Ertesi sabah Sedat hoca muayenehaneye geldiğinde, Feride hanım her zamanki gibi bir bardak sıcak sütü masasına koydu. Doktorun bakışlarındaki sorguyu anladı. Masasın önündeki koltuğa oturup:
-Hocam, Figen tamamen masum, dedi. saflığı ve tecrübesizliğin kurbanı olmuş. Sözlüsü olacak kişi anladığım kadarıyla tilkiden daha kurnaz. Figen her şeyi en ince detayına kadar anlattı. O kadar içten ve samimiyetle anlattı ki söyledikleri bir film şeridi gibi gözlerimin önünde canlandı. Gerçi ben onun kadar güzel anlatamam... İşin aslı şöyle... diyerek gece dinlediği aldatılış öyküsünü dilinin döndüğünce anlatmaya çalıştı.
Sedat hoca renk vermeden anlatılanları dinleyip birkaç dakika düşündükten sonra:
-Göreceğiz bakalım, kurnaz tilki bundan sonra kümesteki piliçlere yan gözle bakmaya cüret edebilecek mi! dedi. Randevulu hastalarımız bitince git kendine bir güneş gözlüğü ve biraz makyaj malzemesi al! Feride hanımın ilk şaşkınlığı geçince gülerek sordu:
-Hocam, bunlar da niçin?...
-Sen dediklerimi al, gerisini sonra anlatırım. Kurnaz tilki başına çorap örülmesini çoktan hakketmiş. Öğleden sonra bu işle uğraşırsın.
-Hocam ben öğle arasında Figen’e uğrayacağımı söylemiştim.
-Tamam, önce Figen’e uğrarsın, evde şık bir kıyafet giyer; dönüşünde kendine bir güneş gözlüğü alarak buraya gelirsin.
Randevulu hastaların muayeneleri tamalanınca, Feride hanım kısa süreliğine Figen’i ziyaret etmeye gitmişken, kıyafetini de değiştirdi. Sedat hocanın istediği güneş gözlüğünü alarak muayenehaneye geldi. Hoca kahvesini içtikten sonra Feride hanıma ne yapması gerektiğini sakin bir şekilde anlattıktan sonra:
- Bir tartışma zeminine sakın meydan verme, sadece söylediklerimi tatbik et. Gereksiz tek bir cümle ve çaba bütün plânlarımızı suya düşürür. diye uyarmayı da ihmal etmedi.
Feride hanım:
-Anladım hocam, arkamdan dua et! diyerek kendi odasına geçti. Baş örtüsünü çıkarıp saçlarını taradı, Dudaklarına koyu kızıl bir ruj sürdü. Elinde şık bir çantayla dışarı çıktı. Ahmet Vefik Paşa tiyatrosunu geçtikten sonra da güneş gözlüğünü taktı.
Kapalı çarşıda mağazayı kolaylıkla buldu. Han müşteri kaynıyordu. Mağazada iki kız tezgahtarla genç bir erkek, müşterilere mal beğendirme çabası içindeydi. Feride gencin önünde durdu, sert bir sesle:
-Adın, Tayfun mu senin? diye sordu.
Tayfun şaşkınlıkla:
-Evet, dedi. mesele nedir?
Feride hanım aynı sert sesiyle:
-Söyleyeceklerimi kimsenin duymasını istemezsin! Özel görüşelim.
Tayfun merak ve endişeyle:
-Peki efendim, dedi. yazıhane bölümüne geçelim.
Feride hanımın sert ve tehditkâr sesi içerde biraz daha yükseldi:
-Ben: Manisa Barosu’ndan avukat Nesrin!... Tayfun’un kendisini toparlamasına meydan vermeden konuşmasına devam etti: İğfal ettiğiniz Figen adındaki kızın bana başvurusu üzerine sizinle görüşüyorum. Bir genç kızı zina yoluyla kirletip hamile olarak kaderine terk etmeye utanmıyor musunuz?
Tayfun ne diyeceğini şaşrmıştı. Feride hanım sözlerini tamamladı:
-Yatıp kalkıp dua edin ki kız aile şerefini düşünüp meselenin duyulmasını istemiyor. Anne ve babasının yazılı izni olmadan hiçbir doktor da bebeği almak istemez. Uzatmadan söyleyeyim biz bir hastahane bulduk. Gizli kapaklı olarak bu işi halledecekler. Maliyeti on bin lira. Ben üç gün sonra buraya tekrar geleceğim. On bin lirayı alıp gideceğim. Bu mesele de burada kapanacak. Dediğimi yerine getirmezseniz, iğfal suçundan ne kadar yatacağınızı, bu işin maddi ve manevi tazminatıyla birlikte doğacak bebeğin aile mirası üzerindeki hakkını da varsın annenizle babanız düşünsün artık!
Tayfun kendini toparlamaya çalışıyordu, şeytanî zekası imdadına yetişecek oldu:
-Şantaj ha... Ben nereden bileyim para alındıktan bir ay sonra tekrar kapımın çalınmayacağını?
Feride hanım, tartışma zeminine meydan vermemek için:
-Bana bak, ahlaksız! sen, bizi kendinle karıştırıyorsun her halde. Bu terbiyesizliğin cezasını da çekeceksin. Yirmi bin oldu! Üç gün sonra buraya aynı saate geldiğimde yirmi bin lirayı eksiksiz olarak almadan gidersem, sen de soluğu mahkemede alırsın! diyerek sert ve kararlı adımlarla dışarı çıktı. Bir araba tutarak Kültürpark’ın önünde indi. Parktan içeri girince derin bir nefes aldı. Güneş gözlüğünü çantasına koyup biraz dolaşır gibi yapıp dışarı çıktı. Önce evine uğradı makyajını temizleyip, üstünü değiştirdi. Başını örterek dışarı çıkıp bir araba tutarak; Avukat Nesrin olarak çıktığı muayenehaneye hemşire Feride hanım olarak geri döndü.
Sedat hocayı görür görmez:
-Hocam özür dilerim, dedi. Bir hata yaptım galiba!
-Nasıl bir hata?
- Her şey sizin plânladığınız gibi giderken bana: ’Ben nereden bileyim para alındıktan bir ay sonra tekrar kapımın çalınmayacağını?’ demez mi!...
-Peki sen ne cevap verdin?
-Sinirlerime hakim olamadım hocam, elimi masaya vurarak: Bizi kendinle karıştırma ahlaksız dedim. Bu terbiyesizliğin bedeli Yirmi bin lira oldu! Üç gün sonra yirmi bin lirayı eksiksiz vermezsen soluğu mahkemede alırsın! diyerek yazıhaneden çıktım.
-Mükemmel olmuş hemşire hanım, hata değil bu. Ben on bin lira şüphede derken, sen yirmi bin lirayı garantiledin. Üç gün sonra gider, parayı alıp gelirsin.
-Ya polise başvururlarsa? Bir avukata falan...
-Kendileri düşünsün! Bence olayın duyulmasını istemezler. Figen’le temasa geçmeden hiçbir şeye cesaret edemezler. Sen sadece kızı iyi korumaya bak. Kimsenin Figen’den haberi olmasın.
Üç gün sonra Feride hanım aynı kıyafetiyle parayı almaya giderken kapalı çarşının girişinde Tayfun kendisini karşıladı:
-Avukat hanım, zahmet etmeyiniz buyurunuz efendim! diyerek elindeki paketi uzattı. Paketi çantasına koyan Feride hanım tek bir söz söylemeden ayrılmak niyetindeydi. Tayfun’un:
-O iş bitecek değil mi? seklindeki sorusuna.
-Bizimle işiniz bitmiştir, Başka kızların da canını yaktıysan orasını bilemem; şundan da emin ol: Bana yaptığın saygısızlığı başka bir avukata yapsaydın, benden çok daha katı davranırdı! yanıtını verip hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.
Aynı gün ikindiden biraz sonra Sedat hoca, bir bankanın Setbaşı şubesinde yirmi bin liralık bir hesap açtırdı.
Feride hanım en tedirgin olduğu gün sona ermek üzereydi. Hocanın kahvesini bitirmesini beklerken:
-Çok korktum hocam, dedi. bir terslik olacak diye...
-Hemşire hanım, bu işe bulaştık bir kere, sonlandırmadan olmaz. Bu, işin henüz başlangıç safhası: İnceden bir çay aktı sadece, Bir nehir akmalı ki deniz oluşsun. Sen, Figen’e çok iyi bak. Çok iyi beslensin. Kendisi de, bebeği de... Fazla geç olmadan gidip odasını hazırlasan iyi olur.
-İzninizle hocam, hemen gideyim. Odasını hazırlarım. Ne ihtiyacı varsa gideririm, endişeniz olmasın.
Feride hanım, hava kararmadan gerekli eşyaları satın alarak, şirin bir oda hazırladı. Figen kendisi için hazırlanan odayla ilgilenmiş gibi görünse de aklı fikri gebeliğindeydi. Bir an önce kurtulmak istiyordu. Dayanamadı sordu:
-Abla, Sedat hoca bebeği ne zaman alacağını sana söyledi mi?
Feride hanım, kararlı bir ses tonuyla:
-Canım, dedi. Sedat hoca neyi, nerede, nasıl ve ne zaman yapacağını çok iyi bilir. Kaç kere söyleyeceğim sana. Öncelikle iyi beslenip, kendini toparlaman lâzım diyorum sana. Zamanı geldiğinde o bebek oradan alınacak. Hiç endişen olmasın. Bunun gününü ve şeklini ben bilemem. Sormaya da cesaretim olmaz. Bu halinle dışarıda kurda kuşa yem olursun. Sen sadece kendine iyi bak ve sabırlı ol. Lütfen bu konuda benim üzerime de fazla gelme. Üzüldüğünden daha fazla beni üzersin!
Figen, karnındaki bebekten kurtulmayı umarken; kaderin kendisine çizdiği yol, aklının ucundan bile geçmemişti!
( Birinci bölümün sonu...)
YORUMLAR
BU SAYFAYA GİRİPTE ÖZDEN PİŞMEMEK OLURUMU HER ERDEMLİ İNSANINI BUNU OKUYUP ANLAM MANA BULMASI LAZIM KARNICA MİSALİ GELDİM HAK KABUL ETSİN SAYIN USATDIM İNAKİ HAZ ALDIM SENİN BİLGE KALEMİNDEN SEVGİ DOLU
BİLGE DOLU NASİYAT DOLU ERDEMLİĞİNDEN FAYDALANMAMAK ELDEN DEĞİL MEVALNA MİSALİ YUNUS MİSALİ HUNKAR HACİ BEKTAŞ VELİ MİSALİ ARTSIN KALEMİN PİŞİN ÖZÜN İNSANA SAYIN USTADIM HAK İLE AŞK İLE NİYAZ EDERİM SONSUZ SEVGİLER BABA SULTAN..SAYIGILAR SETİT KAZİM,,,