- 734 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
YA BÜTÜN MÜHENDİSLER CEHENNEMDE OLURLARSA…
Sevgili Ayla Berkin, Can Kalem Dostum,
Öncelikle sizden “çok çok özür dileyerek” mektubuma başlamak istiyorum. Yazınızı şu an okuyunca inanın oldukça sarsıldım.
Genelde, size özgün metinleri kafam dinç ve rahat olduğum zamanlarda okumayı tercih ediyordum. Yazı başlığınızdan anladığım kadarıyla yine “Yavru Vatanımız Kıbrıs’la” ilgili bir sorunu ele aldığınızı düşünmüştüm.
Şimdi 28.10.2011 ve saat 18.00 suları. Az sonra gün kızıl eteklerini toplayıp Kaz dağlarının ardına çekilecek. Ve ben şu dakikalarda sizin canlarınızın da göçük altında kaldığını öğreniyorum. Kötü oldum: Duygularım alaşağı olmuş bir durumda.
Neden?
Nedeni yazınızı geç okumam…
Nedeni çok sevdiğim ve önemsediğim değerli kişilik olan SİZ acı içindesiniz…
Nedeni ise 1999 Marmara Depreminde aynı beklentiyi yaşamış ve benzer acıyı sinemde çekmiş olmam.
Evimiz ağır hasar görmüştü, günlerce eşimden, annemden haber alamamıştım…
Endişeli ve karabasanlı bekleyişlerin ne demek olduğunu, çok iyi bilirim…
Yüreğinizin nasıl yandığını da hissedebiliyorum.
Allah sabır versin.
Depremde yıkılan binalara hiç dikkat ettiniz mi?
Hep devlete ait binalarda ağır hasarlar mevcut. Bu şu demektir:
“Devletin üst basamağındaki görevli kişiden, yani yandaşlarından aldıkları destek ve güçle ihaleleri kazanıyorlar. Daha sonra da inşaat edecekleri binalarda gerekli malzemeyi kısıp, çimentodan, demirden ve malzemeden çalıyor, oldukça büyük rakamlarla kar ettikleri kesin.”
Aynı durum bizim İstanbul’daki 1999 Marmara Depreminden ağır hasar gören apartmanımızda yaşadık. Bina yumuşak zemin olan killi toprağa inşaat edildiği gibi, zelzele kirişleri yok, perde beton yok, kolonlar yetersiz ve aynı kolonların deprem sonrası içi boşalmış kum torbası olduğuna tanık olduk. Ayrıca bina 2 metre zeminden ileriye doğru kaymış ve altı katlı,24 dairelik apartmanımız yatay olarak ikiye ayrılmıştı. Binanın imarından sorumlu Karadenizli iş adamı, halen İstanbul Kartal’da aynı inşaat işlerini yapan Hacı Ayyıldız’a ne dava açılabildi, ne de bir ceza verilebildi. Kendisine durumu ilettiğimizde aldığımız yanıt oldukça insanlık dışı bir yanıttı ve gazetelik haberdi:
“Ben sizi Bağdat Caddesinde ev satmadım. Olacak o kadar. İstediğiniz yere şikâyet edebilirsiniz.”
Edemedik…
Neden?
O Hacı Bey ağabeyimiz siyasetin güncel isimlerine meğerse oldukça yandaşmış… Efendim,
Refah Partisinden bazı zatı muhteremleri, o zamanın Belediye Başkanı olması için Mercedes Araçlarıyla konvoylarda boy göstermiş, maddi olarak desteklemiş bir cemaatçilerdendi.
Konuya biraz fıkrayla ara vermek istiyorum:
“…Bir gün cehennem ve cennet arasına köprü yapmaya karar verilir, yarısını cennettekiler yarısını da cehennemdekiler yapacaktır, köprü yapımı başladıktan 1 ay sonra bakılır ki cehennem tarafından çok güzel geniş bir köprü yapılmıştır, ama cennetten tık yok, zebaniler meleklere sorar
-” Siz neden köprü yapmıyorsunuz?” diye.
Melek cevap verir:
-”Nasıl yapalım bütün mühendisler cehennemde”!!!”
***
Kimi kime şikâyet edecektik. Bizlerden can kaybı olmadığı için, yaşadığımıza şükredip Polyannacılık Sendromuna kapılıp dualar ettik.
Ağır hasarlı binamız için de “ bir bardak su” içip kaderine terk ettik. Ve İstanbul dışına göç ettik. Akçay’da yeni bir sosyal yaşamda “Merhaba Hayat” dedik.
Çünkü o yıllar bir Adapazarı, bir Yalova, bir Gölcük acılarına tanık olunca bizim yaşadığımız devede kulak kalmıştı.
Şimdi bu yazdıklarımın ne manası var, diye de düşünebilir bazı arkadaşlarımız.
Anlamı çok büyük efendim, çok büyük!..
Bizler duyarlı değiliz.
Bizler deprem kültürü edinmiyor ve bilincini taşımıyoruz.
Bizler birbirimizden sorumlu değiliz.
Bizler geçmişten ders almıyoruz.
Bizler çok çabuk unutan bir milletiz.
En dayanılmazı da nedir biliyor musunuz?
“Bizler acıyla yaşamaya alışmışız…”
Bizler hakkımız aramaktan bile aciz insanlarız…
Ve küçük bir örnek vermek istiyorum bu yorum yazıma;
…Bir gün Akçay’da kırlarda dolaşıyordum. Elimde poşet ve ot kesme makasıyla beni gören bir kadın yanıma yaklaşıp sordu:
-Pardon, ne topladığınızı merak ettim, rahatsız etmiyorum ya?..
-Hayır, etmediniz. Arapsaçı topluyordum.
-O ne demek, nasıl bir ot?
-Dereotuna benzeyen, anason kokusunda bir ottur.
-Nasıl pişiriyorsunuz?
-Soğanı pembeleşene kadar kavurup içine önceden yıkadığım bu otları katıp birlikte pişiriyorum. Sonra da içine iki yumurta kırıp, 2 dk çevirip servis yapıyorum.
-İlk kez gördüm. Teşekkür ederim bilgi için.
-Rica ederim. Siz burada yenisiniz galiba?!.
-Evet, yeniyim. Gölcük Depremi sonrası yerleştim.
-Aa, bizde İstanbul’dan aynı nedenle göç ettik. Geçmiş olsun. Adım Emine.
-Öyle miii?!! Teşekkür ederim, size de geçmiş olsun. Benim adım da Necla. Belki beni tanırsınız. Basında çok fotoğraflarım çıkmıştı da…
-Nasıl yani?
-“Necla Öğretmen 8 gün göçük altında kaldı, mucize yaşıyor,” diye…
Ayaküstü yaptığımız o kısa sohbetimizde; öğrendiklerim karşısında sanki aklım durmuştu!..
Necla Öğretmen sekiz gün göçük altında kaldıktan sonra oğulları tarafından İsviçre’ye uçakla götürülmüş. Ve tam on bir ay komada yatmış, tedavi görmüş. Dile kolay geliyor: Kadının boyun kemiği de olmak üzere vücudunun bütün kemikleri kırılmış, böbrek fonksiyonları iflas etmiş. Şans eseri yaşayan Necla Öğretmen, iyileştikten sonra bozulan sinirlerini de tedavi ettirmiş. Kendine gelince de doğruca adalete başvurmuş: Suların altında kalmış ve kendisine ait 14 dairesinin hesabını sormuş: Bunun için aylarca adaletin basamaklarını tırmanmış yasal haklarını aramış. Ama nafile!..
Nedeni ise Necla Hanımın kimliğini kanıtlayamadığı gibi 14 dairenin tapusunu da getirmesini istemişler. Öğretmenimiz her ne kadar “ayol ben tam 8 gün o göçük altında kaldım, tapum da kimliklerim de pasaportum ve diplomalarım da, 14 dairem gibi suların altında kaldı.” dese de tapudaki görevli memurlar “Nuh” diyor, ama Peygamber demiyorlarmış.
Sonunda Necla Öğretmen hakkını Avrupa Adaletinde aramış ve her daire başına 20.000TL kazanmış. Oysa dairelerinin asıl bedeli:9-10.000TL edermiş. Kaybeden kim oluyor? Türk Adaleti!.. Yazık değil mi?
Necla Öğretmenin beni çok şaşırtan ve mantıklı gelen bir kaygısını da haklı bulmuştum. Şimdilerde artık üst katlarda oturmayı tercih ediyormuş. Nedenini sorduğumda;
-“En üst kat, depremde birinci kat oluyor ve insanlarda sadece omuz-boyun kırıkları oluyor da ondan,” demez mi?
O günden sonra bende de “üst kat” artık fobi oldu.
Sonuç olarak,
Türkiye’de Adalet var, ama yok!
Bu konuyu da yaşadıklarıma ve deneyimlerime dayanarak yazdım.
“Adaletin küçüldüğü ülkelerde artık büyük olan suçlulardır”.
Sevgili Ayla Berkin,
Dualarım sizinle ve Van’daki canların bir an önce kurtulmasından yana.
İnşallah yakınlarınız kurtulurlar ve herhangi bir sorun da yaşamazsınız.
Allah’tan ümit kesilmez.
Van Depreminde yaşamını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve baş sağlığı diliyorum.
Kurallara ve imara uygun bina inşaatı yapmayan mühendislerin ve izin verenlerin acaba yatacak yerleri olacak mı?
İlahi adalet elbet bir gün tecelli edecektir. (-ortaya çıkacaktır-)
Selam ve Sevgilerimle
Emine PİŞİREN
28.10.2011
YORUMLAR
Bir mühendis olarak yazınızı alkışlıyorum...
Harika anlatım, harika tespitler...
Çok teşekkürler...
emine pisiren
Selam ve sevgilerimle
emine pisiren
Haklısınız.
Gidenler geri dönmüyor ve ardında öyle çok anıyla hüsranla kala kalıyor ki insan.
Yaşarken değerimizi bilmeliyiz.
Teşekkür ederim.
Selam ve seygiyle