Müdür Babanın Paltosu
Erciyes, bulutların arasından kafasını uzun bir aradan sonra tekrar gösterdiğinde güneşin aralıklarla gülümsemesi de yerdeki katı buz tabakasını eritmeye yetmiyordu. Erciyes’in eteklerindeki bu kasaba, uzun süre çıkarmamak üzere beyaz örtüsünü giydiğinde artık insanlar için zor günler başlamış demekti.
Öğrencilerin burunları annelerinin ördüğü papaklarına rağmen kardan adamlara takılan havuçlar gibi kızarmıştı. Elleri donmuştu sanki. Çantalar, askılıkta sallanır gibi bir o yana, bir bu yana gidip gelirken adeta yere basmaktan korkan ayaklar, küçük adımlarla okula gelmişlerdi. Boyunlarını, ellerini, yüzlerini örtebilecekleri kadar örtmüşlerdi. Çünkü, havalar uzun süre kapalı gitmiş, kar yağmış, geceleri buza çekmişti. İşte böyle havalardan sonra açan güneş tehlikeliydi. Havaların ısınması şöyle dursun, Erciyes’ten kavurucu bir ayazın çıkmasına sebep olurdu. Ve o da, ne el, ne ayak, ne yüz bırakırdı. Kızaran ve daha sonra da morarmaya başlayan eller, yüzler, ayaklar perişan olurdu.
“Müdür Baba”, böyle vakitlerde sobayı erkenden yakar, çocuklarını beklemeye başlar, onları kapıda karşılardı. Çocukların ellerini ve yüzlerini, avuçlarının içine alır, adeta bir termometre gibi ısılarını ölçerdi. Sabah, öğrencilerini birer birer sayar, koyununu bekleyen çoban gibi, okula gelmeyen bir öğrenci olduğunda gözlüğünü takar, not defterine bir şeyler karalar, sonra o öğrencinin köyünden, mahallesinden olanlar sorguya alınırdı. Nesi vardı acaba? Hasta mıydı yoksa.. Yoksa, büyüklerinden biri vefat mı etmişti? Olmaz ama, yolda mı kalmıştı yoksa.
Müdür Baba’nın bütün hayatı çocuklarıydı. Gün onlarla başlar, öylece devam ederdi. Müdür Baba’nın adı neydi, öğrencileri pek bilmezlerdi. Onun bu babacan tavrından dolayı hepsi de ona “Müdür Baba” diye seslenirdi. Bu söze öğretmenler de zamanla alışmış ve Müdür Baba diyenler çoğalmıştı.
Müdür Baba’nın asıl adı Osman’dı. Çok uzun yıllar memleketinden uzakta, Tatvan ilçesinde öğretmenlik yapmış, daha sonra memleketi Kayseri’ye gelmişti. Uzun zamandır bu okulda çalışıyordu. Önce öğretmenlik, sonra da müdürlük görevine getirilmişti. Müdürlük görevine getirilmişti ama okulun ne memuru ne de hizmetlisi vardı. Müdür Baba, okula geldiğinde yaşlı hizmetkâr okuldaydı ama o da kısa bir süre sonra emekli olunca okul, tamamen Müdür Baba’ya kalmıştı. Müdür Baba, okulun hizmetlisi mi, memuru mu, müdürü mü artık pek anlaşılmıyordu.
Sabah çok erken saatlerde kalkıyor, kasabanın camisine gidiyor, sabah namazını kıldıktan sonra okulun yolunu tutuyordu. Daha alacakaranlıkta askerden kalma bir alışkanlıkla okulun etrafını geziyor ve mıntıka temizliği yapıyordu. Okulu sıkı sıkı kontrol ediyor, sonra okulun kömürlüğüne girip sobaların kömürünü dolduruyordu. Çocuklar ve öğretmenler, onun kömür doldurduğunu asla göremezlerdi. Hatta okulu temizlediğine bile şahit olmamışlardı. Ama o her sabah, okulu pırıl pırıl temizlerdi. Sanki görünmeyen bir el, sihirli bir el, okula dokunuyor, pırıl pırıl bir temizlik ve sıcacık bir okul, öğrencileri ve öğretmenleri bekliyordu.
Öğretmenlerin çoğu kasabada oturmazdı, sadece Müdür Baba kasabada oturur ve yalnız yaşardı. Öğretmenler her sabah dolmuşla Kayseri’den gelirler ve akşam olmadan da kasabadan şehre dönerlerdi. Kasaba onlar için yaşanacak bir yer değildi çünkü. Müdür Baba ise zaten yaşlı bir adamdı ve kasaba, onun gibi adamlara daha uygun olmalıydı. Belki de o yaştaki insanlar huzuru buralarda buluyorlardı.
O kışta kıyamette okula yeni atanmış olan genç öğretmeninin paltosuz okula gelip gittiğini gören Müdür Baba, gizli gizli öğretmenini gözetim altına almıştı. Bir gün, iki gün, bir hafta, on gün derken Müdür Baba, öğretmeni odasına çağırıvermişti. Önce bir hal hatır sorduktan sonra sözü döndürüp dolaştırıp ağır kış şartlarına getirmişti.
- Evladım, bir süredir seni takip ediyorum. Bu kışta kıyamette paltosuz okula gelinir mi? Allah korusun, üşütüp hasta olursun, buranın ayazı adamı çarpar.
Yağız bir delikanlı olan öğretmenin başı omzuna düşmüştü ve işi geçiştirmeye çalıştığı her halinden belliydi.
- Ben gencim Müdür Bey, sizin gibi yaşlı değilim. Kanım sıcak akıyor. Palto bana yük, taşıyamıyorum o ağır şeyleri üzerimde. Ben palto giymeye alışmamışım işte.
Müdür Baba, kalktı, yerinden doğruldu. Yüzünde sevecenliğini gösteren bir hal vardı. Tombul yanakları biraz daha kızardı ve genç öğretmenin karşısına oturdu.
-Evladım, ben senin bu sözlerini çok iyi anlıyorum. Şehirde dört öğretmen bir evde kalıyorsunuz. Annen ve kardeşlerin Gaziantep’tedir. Sen babasız büyümüşsün. Allah rahmet eylesin, babanızı erken yaşta kaybetmişsiniz. Şimdi de annene ve biri üniversitede, diğeri de lisede okuyan iki kardeşine sen bakıyorsun. Belli ki aldığın paranın büyük kısmını onlara göndermektesin. Belki bugünlerde para yetiştiremiyorsun. Lütfen beni yanlış anlama. (Yerinden doğrulup dolaba giden Müdür Baba, oradan kırçıl bir palto çıkardı ve elinde tutmaya başladı.) Eğer kabul edersen, benim çocuğum yok ama oğlum yaşındasın, lütfen bu paltoyu kabul et. Benim senin paltosuz gezmene yüreğim razı değil.
Genç adam, neye uğradığına şaşan bir tavırla irkilmişti. Kasabadan dışarı çıkmayan ve oldukça ağır ve hantal görünümü olan Müdür Baba, bir hafiye gibi kendisini araştırmış ve hem de sağlam bilgilere ulaşmıştı. Genç adam, bu duruma sevinememiş, hatta içini kaplayan eziklikle bakakalmıştı.
Müdür Baba, paltoyu sandalyeye bıraktı. Durumun farkına varmıştı. Yavaş yavaş masasına yöneldi ve adeta bitkin bir vaziyette masasına çöktü.
-Bak evladım, bu gözler neler gördü sen bilmiyorsun. Bu saçlar neden ağardı, bu gözler neden çöktü, bir fikrin olduğunu sanmam. Gururlusun, biliyorum. Bunda da haklısın. Lakin, sana birkaç şey anlatmama müsaade et.
Okulun küçük penceresinden Erciyes’e doğru baktı ve sanki o ulu zirveyi delip geçen gözler uzaklara, çok uzaklara gitti.
-Bundan tam 32 yıl önce, bir Osman vardı. Genç bir öğretmen… Daha bıyıkları yeni terleyen bir adam… Anam yok, babam yok, bacım kardeşim yok. Yetim oğlu yetim, öksüz oğlu öksüz… Çıkmışım Tatvan ilçesine gitmişim öğretmen olarak. Beni bir köye vermişler, iki saat atın sırtında yolculuk etmişim. Türkçe bilen birkaç kişi var. Çocuklar da Türkçe bilmiyor doğru dürüst. Elimi kolumu sallaya sallaya gittiğim bu köyde, ne ayağımda doğru dürüst bir ayakkabı, ne de üstümde bir palto, ne yatak ne yorgan, hiçbir şeyim yok. Birkaç gün köy muhtarının evinde kaldıktan sonra okulun iki göz odasını onarıp beni okula taşıdılar. Güya lojmanmış. Diyorlar ki, ‘Hoca, eşyaların ne zaman gelecek?” Bakakalmışım, ne eşyası? Benim eşyam yok ki, bavulum bile yoktu. Durumu anladılar. Kısa süre sonra bana yatak yorgan, kap kacak, üst baş getirmeye başladılar. Evimi iyi kötü adam ettiler. Sonra da elime bir silah verdiler. ‘Hoca, bu silahı sen koynuna al. Bu senin en vefalı dostun, arkadaşın olacak. Burada kaçakçılar çoktur. Göz kırpmadan insana kıyarlar. Biz seni koruyacağız, tırnağına taş değdirmeyeceğiz ama ola ki bir aksilik olur. O zaman kendini korursun’ dediler. Tam 15 yıl, evet dile kolay tam 15 yıl o köyde kaldım. Çocuklara Türkçe öğrettim, onları memlekete millete yararlı insanlar olarak yetiştirdim. Kimi zaman kapımı çalanlar dost değildi. Canımı ortaya attım, korkmadım, gerekirse silahıma sarıldım, kurşun sıktım, canımı kurtardım. Köylüler beni sevdiler, hem de çok sevdiler. Onlarla dağlarda taşlarda gezdim. Onlarla ava çıktım, onlarla oyunlar oynadım. Uzun kış gecelerinde onlara hikâyeler anlattım, onların masallarını dinledim. Hepsinin öğretmeniydim ben. Onlara çok şey öğrettim, onlardan çok şey öğrendim. Seni evlendirelim, sen de bizden birisin dediler. Hayır dedim. Benim çocuklarım çok, ben işimle evliyim dedim. Bu 15 yılda köyde kimleri yetiştirdim bir bilsen, isimlerini duysan şaşar kalırsın. Avukatlar, mühendisler, öğretmenler… Kimisi belediye başkanı, kimisi milletvekili oldu. (Büyük bir keyifle, gözlerinin içi gülüyordu.) Sakın abarttığımı ve şaka yaptığımı sanma! (Eliyle bir küçük sandık çıkardı. İçindeki mektupları, telgrafları göstererek uzattı.) Beni hiç unutmazlar biliyor musun? Her sene ararlar sorarlar, yolu bu tarafa düşenler mutlaka elimi öpmeye gelirler.
Ben soğuğun ne olduğunu bilirim evladım. Ben insanın ne olduğunu bilirim. İnsana değer verenler ancak insandan değer bulabilirler. Bu sıralar, masalar, bu okul ne için? Sanma ki bunlar sadece çocuklara bilgi vermek içindir. Hayır. Bunlar, eğer içindekilere bir değer veriliyorsa bir kıymet ifade eder evladım. (Sonra gözlerini tekrar Erciyes’e dikti ve konuşmaya devam etti.)
Bu paltoyu, ben senin için almadım. Bunu o eski öğrencilerimden biri bana hediye etmişti. Benim paltom vardı. Onu bu dolaba sakladım ve acaba kimin kısmetidir diye bekliyordum. Kabul edersen, inşallah senin kısmetindir o.
Müdür Baba, kafasını çevirdiğinde genç öğretmenin paltoyu giymiş ayakta durduğunu fark etti.
-Müdür Baba, bu palto tam bedenime göreymiş. Nasıl, yakıştı mı?
Müdür Baba’nın gözleri yaşardı, yüzü yeniden parladı ve ayağa kalktı.
-Evladım, evladım. Hem de nasıl yakıştı. Hem de çok yakıştı.
Genç öğretmenin yanına yaklaştı ve alnından öptü. Genç adam, onun eline uzanmıştı ki Müdür Baba:
-Ne olur evladım, bu bayrağı taşıyın. Senden tek isteğim bu. Önce insan evladım, unutma, önce insan… Nice Mehmet’leri, Ayşe’leri siz yetiştireceksiniz. Bu paltonun seni kuşattığı gibi siz de bu çocukları sarıp sarmalayın. Kimseyi ayırmadan, kırmadan. Olur mu evladım?
Genç öğretmen başını salladı. Onun da gözleri dolmuştu. Dudaklarından sadece birkaç kelime döküldü:
-İlk defa bugün gerçek manada öğretmen oldum hocam, sağ olun.