- 1978 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MALATYA 'YA YOLUM DÜŞTÜ
Daha çok babamın memuriyeti dolayısıyla dolaştığımız yurt toprağını, daha sonraları tiyatro turneleri sosyal aktiviteler ve hayallerim doğrultusunda çıktığım kısa yolculuklarda görüp tanımaya çalıştım. Yoksa Emekli Sandığı Mensupları’nın maaşlarına yapılan yüzde 2.5 lik zamma karşılık, hemen her şeye gelen yüzde 80 lik zamların ardından sabit gelirli kesimin Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçip, köprü altında ayaküstü şöyle bir ‘balık-ekmek’ yiyebilme hayalleri bile suya düştü. Şimdilerde bazı hava yollarının ancak denk gelindiğinde alınabilen indirimli uçak biletleri uzakları yakın eylerken, seyahatler kolaylaştı. Hayaller yerini gerçeğe bıraktı az da olsa. Bu kez de vefalı, bir o kadar cefalı biri olarak büyüsüne kapıldığım bir şiire gönül borcumu ödemek üzere düştüm yollara. Gördüklerim, benim gibi iflah olmaz “romantik bir eskiciyi” düş kırıklığına uğratacak kadar yeniydi! Her ne kadar şiir; başlarda kavak yellerinin estiği ve her şeyin gözlere tozpembe göründüğü o ilk gençlik yıllarının duygusal yoğunluğu ile yazılmış olsa da...Ne Beşkonaklar o günlerin şiirsel yaşanmışlıklarının büyülü görüntüsünü taşıyordu...Ne Esmer Güzelinin arkadaşlarıyla ayaküstü iki lafın belini kırdığı o konak merdivenlerden eser vardı...Ve ne de Kanalboyu sevgiliyle kol-kola yürümenin düşlerini kurduracak kadar romantik ve düşsel görünüyordu bana kalırsa...Oysa nasıl hayranıyım eski ahşap yüzlü cumbalı evlerin...Geniş taş avlularında yüreklerin serinlediği türlü çeşit hayatların kol kola gezindiği yeşillikler içindeki tarih kokan o güzelim evlerin…Nerede rastlasam, durur kendimden geçercesine seyrederim uzun uzun. Gerek Malatya’da gerekse ilçelerinde bu güzelliklerin hala yaşıyor olduğundan emindim. Ancak sınırlı bir zaman diliminde buraları gezip görmem mümkün olmadı. İlk kez görüyordum kayısı kokulu bu kenti. Üç günlük bir süreçte ne kadar hızla tanımaya çalışsam da bunu başarmak zordu elbette. Daha çok dünyaca ünlü kayısısıyla tanınan Malatya, bir ova üzerine kurulmuş. Çat, Medik, Polat ve Sürgü barajları şehre canlılık ve önem kazandırmış doğal olarak. Sokaklarında akan çeşmeleri görünce çocuklar gibi sevindim. Su! Ne kadar aziz ve mübarek...Yaşamın, bolluğun, refahın simgesi. “Çok değil 5-10 yıl öncesine kadar yollarda yürünmezdi ağaç bolluğundan. Kayısı kokuları yükselirdi gökyüzüne mis gibi.” dediler ağız birliği edercesine. Baktım...Yok olan ağaçların yerinde apartmanlar boy atmıştı sıra sıra. Geniş caddeleri ve bazı sokaklarından toz ve kirli hava yükselmekteydi şimdi her yerde olduğu gibi...
M.Ö. 3800-3400 yıllık geçmişi oan ve ilk kez 2. Dünya savaşından sonra bulunan iki aslan heykelinin ardından, 1960 yılında Fransız kazı heyeti başkanı ve Roma La Sapienze Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Marcello Frangipane başkanlığında başlatılan kazı çalışmaları hala süregelmekteydi. “Kentin önemli tarihi geçmişinin ve kayda değer çok fazla bir şeyin olmadığından” söz edenleri duyunca, ben kendi yöntemimi devreye soktum yine...Yalnızca yanlarına sokulup ayaküstü lafladığım yolda yürüyen insanların, mağazaların kapı önlerinde müşteri bekleyen mağaza çalışanlarının ve seyyar satıcıların sayısının 50 nin üzerinde olduğunu sanıyorum. Birçoğunun söyleyecek sözleri, sorunları olsa da karamsar ve umutsuz görünmüyorlardı. İnönü Üniversitesi, İmam Hatip Lisesi kızlı-erkekli öğrencilerle söyleştim. Ülkede okuma-yazma seferberliği başlayalı beri herkes “okullu oldu!” Takıldım bazılarına “bırakın tahsil yapmayı. Adam olmaya bakın!” dedim. Bayıldılar bu lafa...Şelale Restorant’ ta (kernek) verdiğim çay molasında, iki çocuk sahibi olduğunu gururla anlatan 19 yaşındaki Burak’ı çay ücretini ödemeyerek cezalandırdım! Çektiği fotoğrafları beğenmiş olmam da suçunu hafifletmeye yetmedi. İzin gününü, kenti gezip görmem için ısrarla bana ayırmak isteyen nazik, saygılı, düşünceli bir genç olan İsmail’i yüreğimde kardeşlik mevkiine oturttum gururla. Sevgili Mustafa’nın hemen ardımdan yazılarımdan birine yorum yazması da çok duygulandırdı beni. “Yolları sevgiden geçenler, bir gün bir yerlerde mutlaka karşılaşırlar” sözü de yerini bulmuştu sanırım...
Bir ÖĞRETMENEVİ ki güzel mi güzel. Sıcak mı sıcak. İçten mi içten...Müdür Murat Bey, çok renkli çok sesli ve özgür kişiliğiyle gökyüzünden Malatya’ya düşmüş bir baş yapıt adeta. Kendisi de bunun farkında. Bunu nasıl mı anladım...O da bir megalomandı benim gibi! Benim kendime olan hayranlığıma karşılık, o kendisine tapıyordu üstelik! (kendi sözlerinden alıntıdır.) Tanışır tanışmaz benim açılan çenem kapanmak bilmezken, o da tutulduğu gülme krizinden dolayı ağzını kapatamıyordu! Oysa aldığım tiyolara bakılırsa kendisi bir “hoşsohbet ve gülmece ustasıymış” Lakin onca eğlenceye karşın iki bardak çay, bir fincan kahve ve bir bardak su ikramında bulundular sadece. Konaklama ücretimi bile üst düzeyden ödedim 28 yıllık bir okul emekçisi olmama rağmen. Oysa bu hizmeti Cem Yılmaz vermiş olsaydı, eminim öğretmenevini satılığa çıkarmak zorunda kalırlardı! Ayrıca Ayışığı Bavulumda Tutsaktır isimli kitabımın adından çok etkilenmiş olması da bana bir avantaj sağlamadı.Yakındaki bir okulda görevli bir öğretmenimizin müdür beyi ziyareti bana bu gönül kırgınlığımı unutturdu bir anda. Bu kez kendimi bırakıp ona hayran oldum. Beni en çok o anladı çünkü. “Malatya Malatya olalı böyle renkli birini görmedi. Bir komünist hem de. Üstelik bir kadın!” dedi. “Ayrıca dua eden bir komünist!” dedi müdür. Mutfak sorumlularının nezaketine ve aşçımızın yemeklerine bayıldım. Kat sorumlularından Mehmet Beyin görmem gereken yerleri bir rehber bilgisiyle bana anlatırken duyduğum heyecanı gördüğünde, bu bilgilerin yerini bulduğuna o da çok sevindi. Ayrılırken veda ettiğimde birçokları gibi o da “mevsimsiz geldiğimi, yaz aylarında beni mutlaka bekleyeceklerinden ve evlerinde konuk etmek isteyeceklerinden içtenlikle söz ederken…İnsanlar arasında kurulabilecek dostluk, ahbaplık ve sevgi köprüsünün sıcak, doğal bir iletişim ve doğru bir empatiyle kısa bir sürede bile gerçekleşebileceğini bir kez daha gözledim ve yaşadım...Yeter ki biz insanlar, tuzaklarla dolu bu hayat yolunda ne pahasına olursa olsun doğru yoldan ayrılmamayı başarabilelim…
Bulgurun Kilosu Dört Milyon Lira!
Malatyalı emekli bir Hemşire Zehra Hanım. Aydın, çağdaş, dirayetli ve özel biri. Sefalı kadınlarımızdan çok, cefalı kadınlar sınıfına dahil.Uzun öğrenim ve eğitim sonrasında önemli meslekler edinmiş üç erkek çocuk annesi. Ve çok yakın değerli bir komşumuzun çocuk yaşlarında yanlarında yaşamış, yetişmiş bir dönem. Okumaya olan merakı “o benim öğretmenim oldu” dediği ailenin küçük oğullarının ilgisinin yanı sıra, kendisinin de azimli ve bilinçli çabası ona bu anlamlı mesleğe adım atmasının yolunu açmış. Malatya’ya gideceğimi öğrenen komşumuz, Zehra hanıma da uğrayabileceğimden söz ettiğinde çok sevindim. Kendisini ilk kez görecektim. Gitmeyi düşündüğüm tarihte gidemedim maalesef. Gideceğim günlerde ise, onun ağır bir gribe yakalandığını öğrendim. “Odamı hazırladığını beni mutlaka beklediğini” söylerken sesini zor duyabildim telefonda. Malatya’ya indiğimi öğrendiğinde “beni hemen aldıracağını” söylese de, bu buluşmayı gideceğim güne bırakmamız konusunda mutabık kaldık sonunda. Sabah saatlerinde gelip beni aldı.15-20 dakikalık bir minibüs yolculuğunda kentin eski yüzünü gördüğüm mahallelerinden geçip, yeni ve en gözde yerleşim bölgesindeki apartmanlardan birinin bakımlı bahçe kapısından içeriye girdik. Daha çok yöresel yiyeceklerden oluşan görkemli bir kahvaltı masası hazırladı anında. “Sürünerek hazırladım” dediği eski usul kaplamalı, dantelli mor saten yorgan ve aynı renk yastık başları olan geniş dantelli kar beyazı uzun yastıkla bezediği yatağı bozmamıştı hala. Canım Zehra Hanımcım benim…Zamanımın her anını değerlendirmek istiyordum. “Masa sohbetimizi çevreyi dolaşarak sürdürsek nasıl olur?” dedim. Onayladı. Semtin geniş caddesinde trafik çok seyrekti. İnsanlara rastlamaksa olanaksız gibiydi merkezdeki kalabalık caddeye karşılık...Birkaç yıl öncesi kentin kenar mahallesi sayılan bu bölge, caddenin iki yanına sıralanan şık apartmanlar sayesinde yeni bir çehre kazanmış ve popüler bir hale gelmişti. Çarpık yapılaşmaya pek rastlamadım.Yerli halkın büyük bölümünün oldukça “varlıklı” olduğunu söylediler. Yeni açılan dev bir alış-veriş merkezinin neredeyse bir haftada masrafını çıkarmış olduğu da aldığım duyumlar arasındaydı. Tıpkı küçük bir sahil beldelerinin turizme açılması sonucu köylülerin büyük paralarla adeta ’beştaş’ oyna hale gelmeleri gibi. Eve döndük. Bu kez başta bulgur çeşitleri olmak üzere, kocaman bembeyaz hediyelik bir çuvalcık hazırladı. Nede olsa serde aynı aile alışkanlığı ve gani gönüllülük olduğundan pek hoşlandım ben bu işten doğrusu. İkimiz ıkına-sıkına çıkardık yol ağzına çuvalcığı. Gelen aracın genç muavini bir çırpıda attı araca. Dolaştığım sürece en yüksek puanımı araç sürücülerine ve muavinlere verdim diyebilirim. Tanıdığı bir kuyumcuya bıraktık çuvalı. Ve beni adeta sürüklercesine en güzel kebabı ve künefeyi yapan bir kebapçıya soktu. Daha sonra gidip çuvalı aldık ve ver elini havayolu acentası. Biletimi daha önce almışım. Gelgelelim hakkım olan ağırlıktan 10 kilo fazlalığım var. Hesap gereği 40 lira ödemem gerekiyordu! Neredeyse bilet fiyatı.Yani bulgurun kilosu eski para birimiyle 40 milyon liraya geliyordu! Her ne kadar ev ve el yapımı olsa da benim bütçeme sığmıyordu maalesef. Hemen oracıkta dağıtım bir kısmını. Geri kalanına ödeme yaptım paşa paşa! Bunun bir de taşıma zorluğunu hesaba katarsak...Canım Bulgurum...Seni koklamalara bile kıyamam gayrı ben...Ey komşular! “nefis yaptığımı” söylediğiniz ‘kısır’ dağıtımına son verdim bundan böyle! Bilgilerinize sunulur…
Dağarcığınızdan güzellikleri eksik etmeyin. Çünkü hepsi bedava...
8 KASIM 2009
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.